Köklerini punktan alan grubun müzikal yolculuğunu başlatan ilk single “Rotten Mind” modern bir yaklaşımla metal ve punk tarzlarını birleştiren hareketli bir çalışma, vokalin punk ruhu ve gitarların tekniği müthiş bir uyum içerisinde. Sözlerinde isyan barındıran Bolo Bolo aynı zamanda çok güçlü bir sounda sahip.
Bolo Bolo, 2022 yılında İstanbul Beyoğlunda Gamze Koba tarafından kurulan deneysel bir solo projedir. 2023 yılında gruba Cevdet Alanbay’ın katılması ile grup progressive punk tarzında 10 adet şarkı kaydetmiş ve bunları yayınlamak için Ufuk Beydemir’in kurduğu bağımsız plak şirketi UBR Company ile anlaşmıştır. Liriklerinde protest öğeler taşıyan şarkıların tüm söz ve güfteleri Gamze Kobay’a, müzikler ve tüm enstürümanların canlı kayıtları, mix masteringleri Cevdet Alanbay’a aittir. Gruba canlı performanslarında bas gitarda Çınar Büyükçınar, davulda Kerem Toptaş eşlik etmektedir.
The band’s first single “Rotten Mind”, which takes its roots from punk and starts the band’s musical journey, is a song that combines metal and punk styles with a modern approach, the punk spirit of the vocals and the technique of the guitars are in perfect harmony. Bolo Bolo has rebellion in its lyrics and also has a very powerful sound.
Bolo Bolo is an experimental solo project founded by Gamze Koba in Beyoglu, Istanbul in 2022. In 2023, Cevdet Alanbay joined the band and the band recorded 10 songs in progressive punk style and signed with UBR Company, the independent record label founded by Ufuk Beydemir, to release them. All lyrics of the songs, which have protest elements in their music, belong to Gamze Kobay, while the live recordings and mix mastering of the music and all instruments belong to Cevdet Alanbay. The band is accompanied by Çınar Büyükçınar on bass guitar and Kerem Toptaş on drums in their live performances.
Gamze Koba and Cevdet Alanbay are here again with a new cover video. They recorded their favorite Turkish female rockstar Özlem Tekin’s very underrated song “Yol”. The duo shot the video themselves and did all the editing for the first time.
Cevdet Alanbay comes to take us to the 90s. with a legendary grunge acoustic w/ Gamze Koba.
Ekstrem metalci geçmişini ve serseriliklerini çok iyi bildiğimiz, Anima İstanbul emekçisi ve geçtiğimiz Şubat ayında gösterime giren Kötü Kedi Şerafettin filminin yardımcı yönetmenliğini üstlenen Burcu Baki, yoğun temposuna aldırmadan (zaten başka seçeneği yoktu) UP XIV’ün film süreci ve özel hayatına yönelik sorularını cevapladı.
Burcu açıkçası bu film sürecinde uzun süredir seni bir aşağı bir yukarı Kadıköy yokuşlarında inip çıkarken gördükçe sonlara doğru endişelenmeye başlamıştık. Umarız şu an iyisindir. Bu geniş zaman aralığının özetini sormak ve senden papara yemek niyetinde değiliz ama az buçuk, bir şeyler merak ediyoruz tabi, kaşıntıdan olsa gerek. Bu projeye nasıl dahil oldun, neler yaptın, ne yedin ne içtin biraz anlatabilir misin?
Merhabalar, öncelikle ben projede çalışmaya başlayalı 2 yıl oldu. Filmin süreci ise senaryonun finalize edilmesi ve storyboard çizimlerinin başlamasıyla aşağı yukarı 4 yıl önce başladı diyebiliriz. Anima İstanbul’da yıllardır çalışıyorum ve çalışanların büyük bir kısmı da arkadaşım. Yıllardır beraber çalıştığımız arkadaşım Can Deniz Şahin filmin uygulayıcı yapımcılığını yapmaya başlayınca; “Kötü Kedi Şerafettin’i yapıyoruz, sensiz olmaz” dedi, böylece ben de çalışmaya başladım. Filmde yardımcı yönetmenlik yaptım. Filmin her alanında yurtdışındaki örneklerine oranla az kişi olarak çalıştığımız için, çok yoğun bir çalışma süreci geçirdik. Dolayısıyla size çok yorgun görünmüş olabilirim ama güzel bir yorgunluktu.
Türkiye’de animasyonla alakalı ya çok ilgilenmeyip içine giremediğimizden ya da cidden kayda değer bir şey olmadığından popüler bir olaya rastlayamadık. Olanlara da bakıyorsun, tarih ve ahlak tornasından geçirilen ve çeşitli mesajlarla çocuk beyni yıkayan programlardan ya da yine biz izlemeye kalksak arızaya bağlayacağımız çalışmalardan öteye geçemiyor. Bizce Şerafettin bunlara karşı hem sert bir tokat gibi oldu hem de aslında yapım, içerik, pr, sunum ve gişe anlamında da birçok hususta yeniliğe imza attı ve etkileri sürecekmiş gibi gözüküyor, ne diyorsun hem içerik hem başka projeler açısından bir başlangıç mıdır bu?
Şerafettin bahsettiğiniz alanların hepsinde bir dönüm noktası oldu. Suratımıza kapanan bir çok kapıyı açacak ve özellikle animasyon yapmak isteyen insanların cesaretlenmesini sağlayacak. Bu Anima İstanbul için de geçerli, yeni projeler için biz de cesaretlendik ve nasıl ilerlememiz gerektiğini daha iyi biliyoruz artık. Ayrıca bu film yurtdışına açılmamız için de bir dönüm noktası olacaktır.
Şerafettin filmin başından sonuna bir “sofra” kurmaya çalışıyor aslına bakarsan, her türlü aksiliğe rağmen o sofraya oturmak, içmek, cigara dönebilmek önemli bir olay ve tabi huzurunda kaçmaması lazım. Bizde de mesela o var, cepte beş kuruş varsa eğer masaya akıtıyoruz, “adap rakı” göndermesinden hareketle çokta o işin adabıyla ilgilendiğimiz söylenemez vs. Senin sofra (ya da bar ya da ev her neyse), içki ve Şerafettin üçgenin nasıl peki?
Sofra bizim için bir hayat biçimi. Biz “hadi buluşalım” demiyoruz, “hadi rakı içelim” diyoruz. Şerafettin’in de böyle bir karakter olması da benimsenmesini, sevilmesini sağlayan temel noktalardan biri.
90’lı yıllarda doğal olarak (yaşın gereği dersek pot kırmayız umarım) çokça vakit öldürdün. Müzik, kültür, yaşam olarak o atmosferden hızla uzaklaşan bir dönemin tam ortasındayız ve Şerafettin tam da bu garip günlerde perdede bizleri karşılıyor. Aynı zamanda şunu görüyorsun, Şero Cihangir’de kendi alanını bi’ anlamda muhafaza etmeyi başarabilmiş ama öte yandan gittikçe değişen ve sinsileşen bir kültürle de mücadele etmek durumunda kalıyor. Seni bu zaman turu nasıl etkiledi peki?
Genel olarak negatif bir etkisi oldu. 90’lardaki rahat sosyal hayatımızı özler olduk. Ülkemiz hızla yaşanamayacak bir yer haline geldi. Şero Cihangir’de alanını muhafaza etmeyi başarabilmiş olabilir ama ne yazık ki biz edemedik. Ben de iş dolayısıyla yıllarca Cihangir’de yaşamış biriyim ama bir yerden sonra hızla bozulduğunu görüp ben de kendi mahalleme geri dönüş yaptım. Geçen hafta iş için Taksim çevresi ve Cihangir’deydim. Görsel çirkinlik, insanların insanlıktan çıkmış olması, şehrin kötü kokusu ve sürekli sizi paralize eden gürültü, gerçekten de bütün duyularınızla bulunduğunuz ortamdan tiksinmenizi sağlıyor. Oldukça üzücü bir zaman turu diyebilirim. En kötü tarafı da bu çirkinliğin bütün ülkeye yayılıyor olması.
Bir önceki sorudan yola çıkalım; Şerafettin ortalama iki ya da üç kuşağın hayatına girdi, kimsenin elinden düşürmediği bir çizgi karakterden, önü alınamayan hatta bazen günlük hayatımıza, dilimize, hal ve tavırlarımıza, tişörtlerimize sıçrayan bir fenomene dönüştü. Bu sert ve tavizsiz moruk, punk’ından muhafazakarına kadar benimsendi. Herkesi çeken olay neydi bu noktada?
Şerafettin’in her şeye başkaldıran bir karakter olması, herkesi olmasa da birçoğumuzu kendine çekti. İnsanların yapmak isteyip de yapamadıklarını yapan, söylemeye cesaret edemediklerini söyleyebilen serseri bir karakter… Aslında kötü olmasına rağmen filmde de kendini sevdirmeyi başarabiliyor.
‘Life holds, somewhere, this horrible farce, I believe. And we have to live with it! With all the magic, with the laugh of the madman, with the cruelty and all this terror, and our regrets.’
Eléonore & Kenny are a European art duo who collaborate on art, zines, prints, apparel and a whole lot more.With their aesthetic combining pop art, outsider art and underground comics into something entirely its own – A grotesquerly beautiful hyper colour world, not dissimilar to our own, were mutants and other human-esque figures engage in activities such as watching TV, riding monster trucks, hunting with axes and engorging themselves on bodily delights. –Joshua M. Griffiths
Please describe your usual artistic process.
First, Kenny draws one or several very ugly faces. He draws fast, without pre-sketching. Then, together, we invent a world around those ugly faces. Eléonore draws the main part of the background scenery. She draws slowly and sketches everything first. Kenny draws a few others background elements that’ll give a rawer edge. For the last step we decide of a palette and then color simultaneously, nudging a lot.
Kenny:One day with a friend, we found pistol bullets in the street in Marseille, so we put them in an envelope with a note: “We know where you live” and threw it randomly into a mailbox. Two seconds later, when the giggle was gone, the most Christian guilt seized me, I imagined all the harm I was likely to do, and I couldn’t do anything, impossible to go back!
Life holds, somewhere, this HORRIBLE farce, I believe. And we have to live with it! With all the magic, with the laugh of the madman, with the cruelty and all this terror, and our regrets.
Who are some of your favorite artists?
Our shared esthetic is built on the influences of many artists: Hergé, Akira Toriyama, Matt Groening, Robert Crumb, Walt Disney and Van Beuren Studios, the 80s punk/underground French scene: Pascal Doury, Bruno Richard, Captain Cavern, Olivia Clavel, Placid, Pierre Ouin, Y5/P5, Stéphane Blanquet, Pakito Bolino, Mattt Konture, most of the artists edited by Le Dernier cri and United Dead Artists (Catherine Ursin, Stéphanie Ssoleil, Evelyne Postic, David Ortsman, Abraham Diaz, Angela Dalinger, Jacques Flechmuller etc.) What inspires me is high intensity, violence, weirdness, magic, oneirism incarnated through the chosen medium.
‘What inspires me is high intensity, violence, weirdness, magic, oneirism incarnated through the chosen medium.’
…and any upcoming projects you would like to mention?
We are working on a comic book called L’amour du risque(a reference to the French name of the TV show Hart to Hart) – Puque flippe un max or Taste for risk – Puque Is Freaking Out, recounting a librarian’s streak of bad luck.
One day he’s strung by a weird paralysis, one eye opened, the other closed and badly swelling. He develops a paranoid delirium, experiencing the world as if it was out to get him and mixing up reality and imagination more and more.
Eléonore:Yesterday I had the usual dreadful dream I have a few times a month. In those I have the definite feeling that I smashed/crushed/ran over a small kitten/hamster/chick/duckling/lamb without being absolutely sure. I can’t resolve myself to look under the cushion/bend over too look under the wheels of the car/to open the box I forgot to drill holes in and I go through life burdened by guilt.
If people wanted to work with you, have a chat or buy some of your art – how should they get in touch and were should they visit?
Bu kadar seneden sonra tekrar dinleyince, vokal tekniği olarak sıfır, ama ruh olarak, belki ötesine hiç geçemeyeceğimiz bir çalışma olduğunu anlıyorum. Zira yaşam, önümüzde keşfedilmeyi bekleyen bir maceraydı o dönem. İlk tecrübeler, gençliğin saflığı, heyecan ve acıları, kanlı canlı bu şarkılar ile kayıtlara geçti.
Bundan yirmi bir yıl önce (manidar), ALT grubu olarak, bizim için çok değerli olan “Aç Kanatlarını” adlı demomuzu yayınlamıştık. Kayıtları Güzelyalı’daki kendi stüdyomuzda yapmıştık. O senelerde, o yaşta, bir stüdyomuzun olması başlı başına bir mucize gibiydi. Teknik imkanlar konusu ise biraz sıkıntılıydı ve pek tecrübemiz de yoktu. Uygun vokalist bulamadığımız için, yazdığım şarkıları seslendirmeye başlayalı henüz bir yıl falan olmuştu. Sonuç olarak, deneme yanılmayla dört şarkıyı hazırladık. Siyah, Aç Kanatlarını, Ne Varsa ve Kırılgan Melek. Aynı sene ikinci konserimizi Boğaziçi Üniversitesinde verirken, bu şarkıları çalıp Battle of the Bandsyarışmasını kazanmıştık. Her şeyi başlatan, o andı belki de. Performans sonrası, jüride yer alan Mor ve Ötesi’nden Harun ile şarkıların sözleri hakkında konuşmamız benim için büyük motivasyon olmuştu.
Bu kadar seneden sonra tekrar dinleyince, vokal tekniği olarak sıfır, ama ruh olarak, belki ötesine hiç geçemeyeceğimiz bir çalışma olduğunu anlıyorum. Zira yaşam, önümüzde keşfedilmeyi bekleyen bir maceraydı o dönem. İlk tecrübeler, gençliğin saflığı, heyecan ve acıları, kanlı canlı bu şarkılar ile kayıtlara geçti.
Bu şarkıları tekrar dinleyecek hale gelmem uzun zamanımı aldı çünkü bana her zaman yarım kalmış hayalleri ifade ettiler. Artık bunları geçmişten bugüne bırakılmış güzellikler olarak görüyorum ve onlarla barıştım. Biliyorum ki, bu şarkıları hala dinleyenler var, ve onların da pek çok anısı hala canlı. Onları selamlıyorum.
Orkun Tüzel
ALT, the expression to state “being down” and also “belong to underground” in Turkish, is a rock band from Istanbul, Turkey. The band is mainly influenced from the 90’s rock and the today’s modern music. The melancholic song lyrics of the band are mostly about personal experiences including love, hope, hate, loneliness etc. Written in a poetic way.
Bizlere dayatılan ‘başarı toplumu’nun özgüvenimizi yerle bir eden ‘ilerici’, istilacı yaklaşımına ve aydınlanma geleneğinin iç karartıcı mükemmelik yanılsamasına boyun eğmeyen çoğunluğun ezici gücüne karşı azınlığın coşkusundan yana olmak, dayanışmayı, gerektiğinde tek başına direnmeyi bilmek ve tüm bunları gerçekleştirmek adına bir savaş makinesine dönüşmek.
Deleuze ve Guattari’ nin ‘Bin Yayla’sından bir kavram.
Panzer’in oluş sebebi. Estetik ve politik bir muhalefet biçimi.
Devlet Aygıtı’nın karşısında bulunan, ona ait olmayan şey.
İhtimalleri çoğaltarak genişleten ve dönüşümü mümkün kılan bir araç.
Değişim için saf potansiyel.
İhtimalleri kapatmak ve sınırlamak isteyen devlet aygıtının ele geçirmeye çalıştığı bir oluş.
Devletin, kapitalizmin, totaliter sistemlerin ruhu yoktur. Bu sistemlerin kendilerine uyarlama yoluyla çeşitli topluluklarla değiş tokuşa soktukları yeni bir araç.
Savaş makinesi gibi soyut ve yoruma açık bu kavramı okumalar ve yanlış okumalarla kendince yeniden yorumlama potansiyeli.
Beklenmedikliği, Çoğulluğu, ilhamı, yaratıcılığı, coşkuyu içeren ue teşvik eden bir versiyonu Pembe Panzer olarak kurgulamak.
Askeri savaş makinesi panzeri punk pembesiyle boyayan bir neşe.
Baskıcı egemen güçlerin hayatlarımıza sızan görünmez elleriyle, patriyarkanın cinsel dışavurumların tüm renklerini solduran kötü niyetli politikalarıyla, bizlere dayatılan ‘başarı toplumu’nun özgüvenimizi yerle bir eden ‘ilerici’, istilacı yaklaşımına ve aydınlanma geleneğinin iç karartıcı mükemmelik yanılsamasına boyun eğmeyen çoğunluğun ezici gücüne karşı azınlığın coşkusundan yana olmak, dayanışmayı, gerektiğinde tek başına direnmeyi bilmek ve tüm bunları gerçekleştirmek adına bir savaş makinesine dönüşmek.
Tekno-endüstriyel sistemin önümüze koyduklarını tarafsız, istenildiğinde sağlıklı biçimde kullanılabilecek araçlar olarak görmediğimiz ve burayı kimliğimizin asli parçası haline getirmediğimiz için Facebook’tan da özel bir beklentimiz yok. Kontrol ve denetimin sistemin asli vazifesi olduğunun bilincindeyiz ve underground yayıncılık dışında saygı duyduğumuz bir mecra mevcut değil.
Herkes “iyi yurttaşlık görevi” kabilinden kopyalayıp kopyalayıp sayfasında paylaşıyor ya, biz de geri kalmayalım bari:
Facebook burada paylaştığımız her şeyi istediği gibi kopyalayıp kullanabilir. Hatta ne kadar çok yerde kullanırsa o kadar memnun oluruz, malûm uyumsuzluğu duruş olarak benimseyen isyancıların sayısı ziyadesiyle az, dolayısıyla Facebook hazretleri sesimizi, sözümüzü, mesajımızı istediği yere taşıyarak bize yardımcı olabilir.
Sosyal medya ortamını bikinili, mayolu fotoğraflarımızı paylaşmak, sağa sola olta atmak için kullanmadığımızdan buraya eklediğimiz her fotoğrafı da istedikleri gibi tepe tepe kullanabilirler, hayırlı uğurlu olsun hepsine.
Tekno-endüstriyel sistemin önümüze koyduklarını tarafsız, istenildiğinde sağlıklı biçimde kullanılabilecek araçlar olarak görmediğimiz ve burayı kimliğimizin asli parçası haline getirmediğimiz için Facebook’tan da özel bir beklentimiz yok. Kontrol ve denetimin sistemin asli vazifesi olduğunun bilincindeyiz ve underground yayıncılık dışında saygı duyduğumuz bir mecra mevcut değil.
Sonuçta Facebook’u Facebook’luk yapıyor diye eleştirecek kadar naif veya salak da değiliz. Onlar kendi işini yapsın, biz de kendimizinkini.
Hem Facebook’a hem demokratik siber âlem yanılsamasına kapılmış “güzide yurttaşlara” selamlarımızı iletiyoruz.
Gökhan Gençay,Benim Kanım öykü kitabı ile voltajı çok yüksek bir gerilim yaratarak edebiyata giriş yaptı. Tik Tak! İsimli öyküsü ile de umutsuzluğu şiddete, bedeni bir öfke sanatına dönüştürürken geleceğin karanlık sokaklarında bizleri köşeye sıkıştırıyor. Ne bakıyorsun kaçsana!
Durumların İnşası ve Uluslar Arası Sitüasyonist Eğilimin Örgütlenme ve Eylem Koşulları Hakkında Rapor
Guy Debord, Haziran 1957 / Türkçeleştiren: Tunç Olcay
Modern Kültürde Devrim ve Karşı-devrim
Kültür içerisinde paralel iki karşı-devrimci ve kafa karıştırıcı strateji bulunmaktadır: Yeni değerlerin kısmen asimilasyonu ve kasti biçimde kültür karşıtı olan, sanayi imkanlarıyla kolaylaştırılmış üretimler (romanlar, filmler). İkinci bahsettiğimiz, Gençlerin okulda ve ailede başlayan aptallaştırılma sürecinin doğal bir devamıdır.
Her şeyden önce, bizler dünyanın değişmesi gerektiğini düşünüyoruz. İçinde hapsolduğumuz bu toplum ve yaşam için en özgürleştirici değişimi istiyor ve bu değişimin uygun eylemlerle mümkün kılınabileceğini biliyoruz.
Belli başlı bazı eylem yöntemlerinin kullanımı ve kültür ve gelenekler çerçevesinde çok daha rahat tanınabilen, ancak aynı zamanda tüm devrimci değişikliklerle karşılıklı ilişki içerisinde uygulanabilecek yeni yöntemlerin keşfi ile özel olarak ilgileniyoruz.
Bir toplumun “kültürü”, hem o toplumun yaşamı düzenleme yöntemlerini gözler önüne serer, hem de önceden biçimlendirir. Çağımızın en karakteristik özelliği, devrimci politik eylemin, dünyanın artık daha nitelikli biçimde örgütlenmesini gerektiren modern üretim olanaklarının gelişimini yakalayamamasıdır.
Yeni üretim gücünün akılcı bir biçimde yönetilmesi ve yeni bir medeniyetin inşasına dair küresel çapta yaşanan problemi her geçen yıl daha net biçimde görebildiğimiz çok önemli bir tarihsel kriz sürecinden geçiyoruz. Buna rağmen ekonomik sömürü altyapısının yıkılması önkoşuluna dayalı uluslar arası işçi-sınıfı hareketi, sadece birkaç kısmi yerel başarı elde edebilmiştir. Kapitalizm, bir yandan çeşitli reformist taktiklerle sınıf karşıtlıklarının üzerini örtüp işçi sınıfı liderliklerinin yozlaşmasından faydalanırken, öte yandan da yeni mücadele biçimleri (devletin ekonomiye müdahalesi, tüketim sektörünün genişlemesi, faşist hükümetler) icat etmiştir. Bu sayede, ileri derecede sanayileşmiş ülkelerin büyük çoğunluğunda eski toplumsal ilişkileri muhafaza etmiş ve sosyalist toplumu vazgeçilmez maddi temelinden yoksun bırakmayı başarmıştır. Öte yandan, son on yılda emperyalizme karşı en doğrudan ve en kapsamlı mücadeleyi sergileyen az gelişmiş ya da sömürgeleştirilmiş ülkeler, önemli zaferler elde etmeye başlamıştır. Bu zaferler kapitalist ekonominin çelişkilerini şiddetlendirmektedir ve (özellikle Çin devriminde görüldüğü üzere) devrimci hareketin topyekûn yenilenmesine katkıda bulunabilir. Bu tip bir yenilenme, kendini kapitalist ya da antikapitalist ülkeler dahilindeki reformlarla kısıtlamamalı, her yerdeki iktidar sorununa işaret eden çatışmalar geliştirmelidir.
Gerileme dönemindeki burjuvazinin çelişkilerinden biri, düşünsel veya sanatsal yaratımın soyut ilkelerine saygı gösterirken, fiili yaratımlara ilk etapta direnç göstermesi ve ardından zamanla onları sömürmesidir..
Modern kültürün parçalanışı, ideolojik mücadele düzleminde, bu kaotik uzlaşmazlık krizinin sonucudur. Şekillenmekte olan yeni arzular, çarpık biçimlerde sunuluyorlar: Günümüz kaynakları bu arzuların yerine getirilmesini sağlayabilir, ancak anakronik bir ekonomik yapı bu kaynakları böyle bir amaca ulaşabilecek biçimde geliştirememektedir. Öte yandan yönetici sınıfın ideolojisi de tutarlığını tamamen yitirmiştir, çünkü bu ideolojinin birbirini izleyen dünya görüşleri değerini yitirmiştir. (bu değersizleşme, yönetici sınıfı tarihsel bir belirsizliğe ve kararsızlığa itmiştir) Çünkü, birbiriyle çelişen birçok gerici ideoloji (örn. hıristiyanlık ve sosyal demokrasi) birlikte var olmaktadır. Çünkü, bazı yabancı medeniyetlerin ancak yakın zamanda değeri anlaşılan bazı özellikleri günümüz Batı kültürüyle iç içe geçmiştir. İşte bu sebeple yönetici sınıf ideolojisinin esas amacı, bu kafa karışıklığını sürdürmektir.
Kültür içerisinde paralel iki karşı-devrimci ve kafa karıştırıcı strateji bulunmaktadır: Yeni değerlerin kısmen asimilasyonu ve kasti biçimde kültür karşıtı olan, sanayi imkanlarıyla kolaylaştırılmış üretimler (romanlar, filmler). İkinci bahsettiğimiz, Gençlerin okulda ve ailede başlayan aptallaştırılma sürecinin doğal bir devamıdır. Hakim ideoloji, yıkıcı keşiflerin önemsizleştirilip kısırlaştırılması ve ardından güvenli bir biçimde gösterileştirilmesiyle doğrudan ilgileniyor. Hatta yıkıcı bireylerden bile faydalanmayı başarıyor: Ölümlerinin ardından veya henüz hala hayattalarken yapıtlarını çarpıtıyor, yaygın ideolojik kafa karışıklığından faydalanıp onları kolaylıkla ulaşabilecekleri gizemlerle uyuşturuyor.
Gerileme dönemindeki burjuvazinin çelişkilerinden biri, düşünsel veya sanatsal yaratımın soyut ilkelerine saygı gösterirken, fiili yaratımlara ilk etapta direnç göstermesi ve ardından zamanla onları sömürmesidir.
Bunun nedeni, eleştirelliği ve deneysel araştırmayı bir azınlık içinde belli bir ölçüde muhafaza etme gereksinimi duyarken, aynı zamanda bu etkinliği dar kapsamlı bölümlere ayrılmış faydacı disiplinlere yönlendirip bütünsel bir eleştiri ve denemeden kaçınmaya özen göstermesidir. Kültür alanında burjuvazi, çağımızda kendisi için tehlikeli olan yenilik hevesini saptırarak bazı kafa karıştırıcı, değersizleştirilmiş ve zararsız yenilik biçimlerine yöneltmeye çabalar. Avangart eğilimler, kültürel faaliyeti denetimi altında tutan ticari mekanizmalar vasıtasıyla toplumun desteğini alabilecekleri kesimlerinden koparılır –genel toplumsal koşullardan ötürü bu kesimler zaten sınırlıdır. Bu eğilimin tanınırlık kazanan bireyleri, çeşitli şeylerden feragat etmeleri şartıyla kendine has bireyler olarak kabul edilirler: Buradaki temel nokta, kapsamlı bir karşı çıkıştan uzaklaşılarak farklı yorumlara açık, bölük pörçük eserlerin kabullenilmesidir. İşte, son tahlilde daima burjuvazi tarafından tanımlanıp manipüle edilen “avangart” terimine güvenilmez ve gülünç bir yön kazandıran şey tam da budur.
İma ettiği militan yönüyle kolektif avangart kavramı, eş zamanlı olarak hem kültürde tutarlı bir devrimci program gereksinime, hem de böyle bir programın gelişmesini engelleyen kuvvetlere karşı mücadele edilmesini gerektiren tarihsel koşulların son dönemdeki bir ürünüdür. Bu gibi gruplar faaliyet alanlarını, aslında devrimci siyasetin yarattığı belli bazı örgütsel yöntemlere aktarmaya yönlendirildiler ve böylece eylemleri siyasal eleştiriyle birtakım bağlantılar kurulmaksızın anlaşılamaz hâle geldi. Bu açıdan baktığımızda, fütürizm ile başlayıp Dadacılık ve sürrealizm ile devam ederek 1945 sonrası oluşumlara kadar uzanan dönemde, dikkate şayan bir ilerleme yaşanmıştır. Ancak, bu aşamaların her birinde aynı temelden değişim arzusunun olduğu ve gerçek dünyayı derinden değiştirmede yetersiz kalındığı vakit savunmacı bir tutumla başarısızlığı aşikar, son derece öğretisel konumlara geri çekilmeye giden hızlı bir çözülmenin yaşandığı gözlenebilir.
Etkisi I. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde İtalya’nın dışına yayılan fütürizm, çok sayıda biçimsel yenilik getiren, edebiyatı ve sanatları devrimcileştiren bir tutum benimsemişti. Ancak mekanik ilerleme kavramının aşırı basitleştirilmiş bir uygulanmasına dayanıyordu. Fütürizmin çocuksu teknolojik iyimserliği, onu besleyen burjuva öforisi dönemiyle birlikte kaybolup gitti. İtalyan füturizmi, zamanına ilişkin daha bütüncül bir teorik bakışa asla erişemeden milliyetçilikten faşizme doğru ilerleyerek çöktü.
Göçmenlerin ve I. Dünya Savaşı’ndan kaçanların Zürih ve New York’da başlattıkları Dada, iflası bütün çıplaklığıyla gözler önüne serilen burjuva toplumunun bütün değerlerinin reddedilmesini söylüyordu. Almanya ve Fransa’daki şiddetli tezahürleri esasen sanat ve edebiyatın belli bazı davranış biçimlerine (kasten salakça gösteriler, konuşmalar ve gezintiler) doğru tahrip edilmesini amaçlıyordu. Tarihsel rolü, geleneksel kültür anlayışına ölümcül bir darbe indirmiş olmasıdır. Dadacılığın hızla dağılması, tümüyle olumsuz tanımının kaçınılmaz bir sonucuydu. Bununla birlikte dada ruhu kendinden sonraki hareketlerin tümünü etkiledi; Gelecekteki herhangi bir yapıcı konum, çürümüş üstyapıların tekrarını dayatan toplumsal koşullar var olduğu sürece (ki bu koşullar entelektüel açıdan açıkça suçlu ilan edilmiştir) dadacı türde olumsuz bir yön içermek zorundadır.
Fransa’da dadacı harekete katılmış olan sürrealizmin kurucuları, hem ayaklanma ruhunu hem de dadanın ifade ettiği geleneksel iletişim araçlarının aşırı ölçüde değer yitirmesini temel alan yapıcı bir eylem alanı tanımlamaya çabaladılar. Freudyen psikolojinin şairane bir pratiğiyle işe başlayan sürrealizm, keşfettiği yöntemleri resme, sinemaya ve günlük yaşamın bazı alanlarına taşıdı ve etkisi, daha dağınık biçimlerde çok daha geniş bir alana yayıldı. Böyle bir mizaca sahip olan bu teşebbüste önemli olan şey, onun bütünüyle veya görece doğru olup olmaması değil, belli bir süreliğine çağın arzularına katalizörlük etmeyi başarıp başarmadığıdır. İdealizmin dağılmasının ve diyalektik materyalizme doğru bir yönelme anının izini taşıyan sürrealizmin ilerleme dönemi, 1930’dan kısa bir süre sonra yavaşlamaya başlasa da yıkılışı ancak II. Dünya Savaşı’nın ertesinde belirgin hâle geldi. O zamana kadar sürrealizm çok sayıda ülkeye yayılmıştı. Aynı zamanda katılığı abartılmaması gereken ve sıklıkla ticari kaygılarla yumuşatılan, ancak yine de burjuvazinin kafa karıştırıcı mekanizmalarıyla mücadelede etkin olabilen bir disiplini harekete geçirdi.
Arzu ve sürprizin egemenliğini savunarak yeni bir yaşam tarzı öneren sürrealist program, sanıldığından çok daha zengin yapıcı olanaklara sahiptir. Sürrealizmin kapsamındaki darlık, büyük ölçüde amaçlarını gerçekleştirecek maddi araçların yokluğundan kaynaklanıyordu. Ancak, başlangıçtaki taraftarlarının spiritüalizm saflarına geçmesi ve her şeyden önemlisi de daha sonraki üyelerinin vasatlığı, bizi sürrealist teorinin başarısız gelişmesinin sebeplerini bizzat bu teorinin köklerinde aramaya mecbur bırakıyor.
“Bilinçli olan ne varsa giderek yıpranır. Bilinçdışı olan ise hiç değişmeden kalır. Ancak bir kere serbest bırakıldığında harap olup gitmeyecek midir?”
Sürrealizmin kökenindeki hata, bilinçdışı imgelemin sonsuz ölçüde zengin olduğu fikridir. Sürrealizmin ideolojik başarısızlığı, gerek bilinçdışının yaşamın nihayet keşfedilen temel kuvveti olduğu inancından, gerekse sürrealistlerin, fikirler tarihini aşırı basit bir perspektifle gözden geçirip düzeltmekle yetinmenin ötesine geçmemelerinden kaynaklanıyordu. Bugün biliyoruz ki bilinçdışı imgelem zayıftır, otomatik yazma tekdüzedir, sözde “garip” ve “şok edici” sürrealist eserlerin o şatafatlı üslubu o kadar şaşırtıcı olmaktan çıkmıştır. Bu tahayyül stiline gösterilen biçimsel bağlılık, modern imgelem koşullarının tam zıttına, yani geleneksel gizliciliğe (okültizm) dönülmesine yol açar. Sürrealizmin bilinçdışına ilişkin hipotezine ne ölçüde bağlı kaldığı ikinci kuşak sürrealistlerin kalkıştıkları teorik sorgulamalarda doğrudan görülebilir: Calas ve Mabille, her şeyi sürrealist bilinçdışı pratiğinin birbirini takip eden iki unsuruyla ilişkilendirir: Bunların ilki psikanaliz, ikincisi kozmik etkilerdir. Bilinçdışının rolünün keşfedilmesi gerçekten de bir sürprizdi ve bir yenilikti. Ancak geleceğin sürprizlerinin ve yeniliklerinin bir yasası değildi. Freud da sonunda bunu keşfetmiş ve şöyle yazmıştı: “Bilinçli olan ne varsa giderek yıpranır. Bilinçdışı olan ise hiç değişmeden kalır. Ancak bir kere serbest bırakıldığında harap olup gitmeyecek midir?”
Gerçeklik ve eskimiş olsa da hala gayretle açığa vurulan değerler arasındaki çatışmanın saçmalık noktasına geldiği, görünüşte akıl dışı olan bir topluma karşı çıkan sürrealizm, bu toplumun yüzeysel olarak bakıldığında mantıklı sayılabilecek değerlerini yıkmak için akıl dışı olandan yararlandı.
Toplumun ideolojisinin en modern tarafının, katı bir sahte değerler hiyerarşini terk etmesi ve sürrealizmin kalıntıları da dahil olmak üzere akıl dışı olanı açıkça kullanması, sürrealizmin başarısında büyük bir rol oynadı. Burjuvazi, her şeyden önce, yeni bir devrimci düşüncenin ortaya çıkışını engellemek zorundadır. Bu sebeple burjuvazi, sürrealizmin tehlikelerinin farkındaydı. Onu sıradan estetik ticaretin bir parçası hâline getirdiği günümüzde, insanları sürrealizmin geçmişte mümkün olan en radikal ve rahatsız edici hareket olduğuna inandırmak istiyor. Dolayısıyla, bir yandan bir tür sürrealizm nostaljisi besleyerek, herhangi bir cüretkar yeni girişimi sürrealizmin bir çeşit tekrarı olarak gösterip otomatikman hasıraltı ediyor ve bu girişimleri, yeniden gündeme getirilmesi mümkün olmayan, kaçınılmaz bir yenilginin tekrar sahnelenmesi düşüncesiyle itibarsızlaştırıyor. Hıristiyan toplumun ötekileştiriciliğine tepki gösterilmesi, bazı insanları ilkel toplumların tamamen akıl dışı ötekileştiriciliğine hayranlık duymaya itiyor. Ancak, bizim geriye değil, ileri gitmemiz gerekiyor. Dünyayı daha rasyonelleştirmeliyiz. Onu daha heyecan verici, etkileyici ve doyurucu kılmak için atılması gereken ilk adım budur.
Üç kadından (Rikid, Owl ve Hemon) oluşan RGA ekibi, Türkiye’nin batısından İzmir kentinden geliyorlar. Urban Art Paris olarak dünyanın dört bir yanındaki kadın grafiti sanatçılarıyla röportajlarımıza devam ediyoruz ve onlarla tanışmaya gidiyoruz.
RGA EKİBİ İLE TÜRKİYE’DE BULUŞMA
RENCONTRE AVEC LE CREW RGA EN TURQUIE #3
LADY K / URBAN ART CREW / TEMMUZ 2020
Lady K: Nasıl bir araya geldiniz?
Aynı şehirde resim yapıyorduk ve arkadaşlığımız böyle başladı. Zamanla aramızdaki uyumu hayatta tutmak amacıyla bu ekibi kurmaya karar verdik. Owl karakter çiziyor, Hemon kaligrafi yapıyor, Rikid ise bir vandal.
Ne kadar zamandır çalışıyorsunuz? Sık sık birlikte grafiti yapar mısınız?
Bireysel olarak uzun zamandır, ancak ekip olarak üç yıldır aktifiz ve programlarımıza bağlı olarak mümkün olduğunca birlikte boyamaya gayret ediyoruz. Ancak bir araya gelemediğimiz zamanlarda bu bizi çalışmaktan alıkoymuyor.
Neden RGA’yı seçtiniz? Bu ne anlama geliyor?
RGA‘yı Riot Grrrl Attack’ın kısaltması olarak işliyoruz. Grafitilerimiz ilk bakışta buna atıfta bulunmasa da bir şekilde bunun bize uyduğunu düşünüyor ve 90’ların Riot Grrrl Hareketi’ni sahipleniyoruz.
Bizlere biraz bu hareketten bahsedebilir misiniz?
Riot Grrrl Hareketi 90’lar ve 2000’lerde sanatta erkek egemenliğine karşı bir hareket olarak başlıyor; en şamatalı dönemi geçmişte kalsa da halen bu ifadeyi kullanan ve tepkisini göstermekten korkmayan pek çok sanatçı var. Biz de toplumu, sanatçıları, insanları özgürlüğü için mücadele etmeye davet ediyoruz.
Kadına yönelik şiddet, saldırı ve cinayetlerin artması hepimizi çılgına çevirse de bu haksızlığa karşı artık birlikte durmamız gerektiğinin bilincindeyiz. Gerek ülkemizde gerekse dünyanın farklı bölgelerinde savunmasız kesime yapılan haksızlıkları yakından takip ediyor ve herkesin özgürce yaşayabileceği daha iyi bir dünya umut ediyor, bunun için mücadele ediyoruz.
Yaşadığınız şehirde ve daha genel anlamda Türkiye’de kadınların durumu nasıl?
Sınır bölgelerinde, komşu ülkelerde yaşanan savaşların, ekonomik krizin ve siyasetin baskısını hissettiğimiz bir sürece maruz kaldık. Dolayısıyla herkes bu atmosferden kendince zarar gördü ancak son zamanlarda kadın özgürlüğü lehine olumlu gelişmeler yaşanıyor. Bu durum bizi de etkiliyor. Kadına yönelik şiddet, saldırı ve cinayetlerin artması hepimizi çılgına çevirse de bu haksızlığa karşı artık birlikte durmamız gerektiğinin bilincindeyiz. Gerek ülkemizde gerekse dünyanın farklı bölgelerinde savunmasız kesime yapılan haksızlıkları yakından takip ediyor ve herkesin özgürce yaşayabileceği daha iyi bir dünya umut ediyor, bunun için mücadele ediyoruz.
Bireysel çalışmalarımızın yanı sıra, birlikte daha güçlü ve aktif hale geldik. Farklı tarzlarımızın olması zamanla çok farklı işlerin ortaya çıkmasına da vesile oldu.
İnsanların RGA’ya tepkisi nasıl?
Semtimizde oldukça aktif olduğumuz için insanlar genellikle bizi tanıyor. Çoğu zaman geceleri ve hatta erken saatlere kadar resim yapıyoruz. Buradaki insanlar eskiden bizim erkek olduğumuzu düşünürlerdi çünkü toplum suç olarak gördüğü eylemleri genellikle erkeklerden bekliyor, biz de grafitilerimizle onların bu yükünü azaltıyoruz.
Semtimizde oldukça aktif olduğumuz için insanlar genellikle bizi tanıyor. Çoğu zaman geceleri ve hatta erken saatlere kadar resim yapıyoruz. Buradaki insanlar eskiden bizim erkek olduğumuzu düşünürlerdi ve de kıskanırlardı.
Maskülen bir sanat sahnesinde kadın olmak nasıl bir duygu?
Maalesef bu soruyu çok fazla insandan çok sık duyuyoruz. Biz buranın sadece birine ya da diğerine ayrılmış bir ortam olduğunu düşünmüyoruz. Hepimiz bu işin içindeyiz, hepsi bu.
Türkiye’de grafiti sahnesi daha çok nerelerde şekilleniyor?
Türkiye’de graffitinin en aktif olduğu şehir İstanbul. Bizim geldiğimiz İzmir ise ikinci sırada, çok aktif bir sahne olmasa da İzmir’de de bir çok yetenekli sanatçı var.
Yaşadığımız hayatlardan ve renklerinden ilham alıyoruz…
Tarzınızı oluştururken nelere dikkat ediyorsunuz?
Yasal olup olmaması fark yaratıyor. Eskizden çalışıyor olsak bile tipografiyi değiştirmek ve yüzeye uyarlamak zorunda kalabiliyoruz (illegal olduğunda). Eğer yasal olarak ya da önceden belirlenmiş bir duvarı boyuyorsak, harflerin uyarlanabilirliğine, akışına, renkleri nasıl kullanacağımıza ve göz alıcı olup olmadığına dikkat ediyoruz.
Herhangi bir projeniz var mı?
Ekip olarak her yerde resim yapmaya devam etmek dışında bir planımız yok. Bireysel olarak graffiti üzerine kitaplar, fanzinler yayınlamak ve kendi galerilerimizi açmak gibi farklı projelerimiz var elbette ama en önemli şey yurtdışına açılmak. Sadece şehrimizde ve ülkemizde kalmak istemiyoruz. Seyahat etmek ve dünyanın her yerinde grafiti yapmak istiyoruz.
Oyun alanları izole mimari müdahaleler değildi. Bir şekilde güçlü bir sentez, modernizmin yoğun ateş altında olduğu fakat postmodern dönemin genel hayal kırıklığının henüz görünürde olmadığı bu ilginç zaman aralığında son avangardlar arasında yankı bulan ilginç bazı motiflerin anafikri olarak işlev gördü. Kendi içinde, bir oyun alanı sevimli ve birbiriyle çelişmeyen bir girişim olarak görülebilir; fakat zamanında kültürel eleştirinin kristalleşme noktası olarak işlev görmüştür.
1949 yılında, van Eyck kısa süreli ancak etkili bir avangard sanat hareketi olan CoBrA grubunun Amsterdam Stedelijk Müzesi’ndeki ilk sergisine ev sahipliği yaptı. CoBrA grubu ilhamını kısmen çocuk çizimlerinden alıyordu. Modern kurallarla bozulmamış olan çocuk hayal gücünün doğallığının, insanın “ürkütücü bir yapaylık, yalanlar ve çoraklık atmosferinde” yaşadığı bir toplumda ayrıcalıklı gerçeklik konumlarından biri olduğuna inanıyorlardı. Van Eyck ile CoBrA hareketi üyeleri arasındaki yakın ilişki, oyun alanı konusundaki ilk ilham kaynağının CoBrA olduğu tezini güçlendirmektedir. “Çocuğun temel yoldaşı olan sanatçıya olan ilgi her zaman aşırıdır. Sanatçının işlevi çok dekoratiftir,” diyordu van Eyck, 1956 yılında Dubrovnik’te düzenlenen 10. CIAM konferansında. CoBrA grubu, kurulduktan üç sene sonra dağıldı ancak üyeleri Constant Niewenhuys ve Asger Jorn 1958 yılında Sitüasyonist Enternasyonal’in kurucuları olarak tekrar sahneye çıktılar.
Bu bağlamda oyun olgusu da sembolik bir önem kazandı. 1938 yılında Hollandalı tarihçi Johan Huizinga Homo Ludens’i yazdı. Kitap, kültürde oyun unsurunun tarihsel önemi üzerineydi. Constant Niewenhuys bu fikri şehircilik üzerine geliştirdiği eleştiriye temel aldı. Aldo van Eyck gibi o da savaş-sonrası dönemin işlevselci mimarlığını kıyasıya eleştiriyordu. Guy Debord ile birlikte, kitlesel bir yaratıcılığa sahip bir toplumun gelişini ilan eden Üniter Şehircilik metninin ilk taslağını kaleme aldı. Constant, makineleşme sayesinde endüstriyel toplumun geleneksel çalışan insanı olan homo faber’in yerini, post-endüstriyel dönemde oynayan yaratıcı insan homo ludens’in alacağını öngörüyordu. Sitüasyonistler bu oyun unsurunu, temel olgularından birini geliştirmek için kullandılar. Debord’un belirttiği gibi, “[Ç]alışmanın ezici gerçekliği ile karşılaştırıldığında marjinal bir mevcudiyete sahip olan oyun bu nedenle hayal ürünü olarak görülür. Fakat sitüasyonistlerin görevi tam da oyunla ilgili olasılıkların hazırlanmasıdır.” 68 ayaklanmalarında düşünceleri önemli bir rol oynayan sitüasyonistler oyun unsurunu modern kapitalizme ve modern mimarlığa karşı isyan amaçlı yıkıcı bir stratejiye dönüştürdüler; Le Corbusier’nin otoriter mimarlığı bir tür faşizm olarak resmediliyordu. Psikocoğrafya ve ünlü dérive eylemi ile odağı, van Eyck’ın mekân ve durum üzerine yaptığı vurguya paralel olarak “sokaklar, binalar, işletmeler” üçlüsünden” “insanların kentte ve biraraya getirdikleri psişik ortamlarda nasıl yaşadıkları sorunsalı”na çevirdiler.
Sitüasyonistlerden ayrıldıktan sonra Constant Hollanda’da ’68 ruhu kapsamında önemli rol oynadı. Ünlü ütopik çalışması Yeni Babil’de (van Eyck model yapımında kendisine yardım etmiştir aslında), Constant yaratıcı bir toplumun gelişi için apaçık bir metafor yaratmıştı. Kitlesel yaratıcılıkla ilgili görüşlerinin 60’ların gençlik hareketlerinde gerçekleştiğine şahit olmuş, fikirleri Hollandalı Yippiler –Provo– tarafından benimsenmiş, neşe ve sonsuz provokasyon 1950’ler Hollanda’sındaki otoriter ruhu dize getirmiştir. (Kaynak: skopbülten)
FEMİNİST MANİFESTO
D -A- R
Var olduğumuz alanlarda bize imzalatılan tüm toplumsal sözleşmeleri yırtıp atıyoruz. Üretimlerimiz entelektüel kalıpların içine girmek için değil bize dayatılan tüm kalıpları yıkmak için. Söyleyecek sözümüz var, anlatacak yollarımızı hep birlikte arıyoruz. Sanatı öfkemizi, neşemizi, sevincimizi, dayanışmamızı ifade eden bir dil olarak kullanıyoruz. 42 sanatçının parçası olduğu sergide her karşılaştığımız yerde diyalog kurmak için yeni bir yer bulabilmenin umudu ve heyecanını taşıyoruz.
Bu dilde kimi zaman hep beraber susuyoruz kimi zamansa çığlıklarımızdan rahatsız olanlar sağır olana kadar bağıracak yerler arıyoruz; bizimle yolu kesişen herkesi bir arada olmaya ve bir diyalog alanı oluşturmaya, tartışmaya davet ediyoruz.
Zemini altından alınan, alanları daraltılan, hakları ve yaşam alanları gasp edilen herkesi dayanışmaya ve kendi alanımızı kurmaya davet ediyoruz!
Sergi, söyleşi ve performanslar ile karşılaşma alanlarımızı genişletmek için sabırsızlanıyoruz. Sistemin ve endüstrinin içinde bizi şekillendirmeye çalışanlara karşı bir arada direniyoruz. Varlığımız kimlik siyasetinin ötesindedir, sınıf ve toplum mücadelesidir. Bu mücadelede deneyimlerimizi, üretimlerimizi ve öfkemizi paylaşmak için sabırsızlanıyoruz.
22-24 Eylül tarihleri arasında Kadıköy Yoğurtçu Parkı’nda gerçekleşen Kadıköy Çizgi Festivali’ni her yaştan katılımcı büyük bir ilgiyle karşıladı.
Festivalde canlı çizimler, çizerlerin yer aldığı söyleşiler, film gösterimi ve imza günler gerçekleşiyor. Üç gün sürecek olan festival çeşitli etkinliklere ev sahipliği yapıyor. Etkinlik alanında kurulan stantlarda çizgi roman, karikatür dergileri ve ürünleri yer alıyor. Değerli karikatür evi öğretmenleri, illüstratörler, çizgi romancılar ve her kuşaktan bağımsız çizerlerin eserleri etkinlikte yer alıyor. Aynı zamanda gençlere de yer veren etkinlik Maltepe Üniversitesi Çizgi Film ve Animasyon Bölümü öğrencilerinin hünerlerini bizlerle buluşturuyor.
Festivalde yer alan mezat programı ile nadir bulunan çizimler ve karikatürler açık artırma ile satıldı. Etkinlikte aynı zamanda Haziran ayında kaybettiğimiz çizer Kaan Ertem’in çizimlerinin bulunduğu bir sergi yer aldı. Değerli çizer Kaan Ertem anısına düzenlenen sergi katılımcılar tarafından oldukça dikkat çekti.Etkinlikte çocuklar da unutulmadı. Çocuk yayınevi stantları ve çocuklar için düzenlenen atölyeler de festival kapsamında yer aldı. Doğa ve çizgilerin bir araya geldiği etkinlikte renkli görüntüler ortaya çıktı. Birbirinden yetenekli onlarca kişinin ev sahipliği yaptığı etkinliğe katılım artarak devam ediyor.(Kaynak: İstanbulsanat)
ölümü düşünen kan dünyadan kurtuldu bir diğeriyle karışmış kan isotype yağmur damlalarıyla pirinç yaprakları eğerek yerleşti atom kafalara afrika talanından, siyah inci magma kalıtlarına afrika talanından, geniş yeşil kubbenin hilal ve haç örtü tünelinin eşilmiş sağır ve vakum kökgazına kırmızı köstebek yoluna davul vuruşlarıyla yanık kan sıçradı, gök gövde, meleksel obruk: tamtam ve obua bulunmaz kan arandı durdu kuru hasta ve kısa kan, afrika tanrısından, evrensel saf, kalsit dudak ve ciğerler beşgen hole iç gıdıklayıcı yumuşak yüz açık tür gideri mineral afrika tanrısından, afrikaya bolca blackmail.
Yanlış oyununla işaretledin rüya makinelerini bebek dişinle. Mülkiyetini sordun gerçekliğin etine Bitişi zamansal bir nesne ya da bir varlıkla değil Hayvani rabbaninin Geçiş nefesleriyle kendi ses sekanslarının yağmurunu aldın içeriye mülkiyetini sordun utopik gerçekliğe suçsuz, çıplak ve çalışamayan bir makine memelisiyle new ant museum yeni sonsuz aşkın asansör görevlerini vertigonun ateşiyle inişi ve kalkışı sordun gerçekliğin etine exist, exit
98′ model bir şairressam Eren Burhan.
Dağ Orkestrasıyla sesleniyor.
Orkestra mümkün olan her yerde!
“munch; çığlık, rimbaud’un keskin dumanı; çığlık! göktürk; çığlık, derinlik; çığlık, uzay; çığlık sanayide yontuluyor mermer dikilmek için toprağa; çığlık gökyüzünden inen boş kargo; çığlık demir; çığlık, kablo; çığlık, çığlık; çığlık! ruhun sırtında taşıdığım odun ordusu; çığlık…
“I” karanlık ve sarsıcı bir şarkı. Sözünü sakınmadan söyleyen, karanlığından korkmayan cesur bir karakter var içinde. İsyan eden ama soğukkanlılığını koruyan bir kadın…
Hem müzik alanında hem de oyunculukta yetenekli bir isim Irmak Ecem. İlk teklisi “I” ile müzik alanında çıkış yakalamayı hedefliyor. Kendisi aynı zamanda geçen yıl Ata Demirer imzalı “Bursa Bülbülü” filminde memleketinin kendine özgü simalarından “Deli Ayten”i canlandırmıştı. Irmak Ecem’le yaratım yolculuğunu konuştuk.Melodi Yapıcı, Cumhuriyet 2024
“I” insanı hem hareketlendiren hem de sözleriyle derinlere, boğulduğu, utandığı, saklandığı yerlere götüren bir şarkı bence de. Dinleyici olsaydım şarkıyı yazarken hissettiğim ve olmasını istediğim o depresif ama dansa çağıran havayı yine hissederdim. “I” karanlık ve sarsıcı bir şarkı. Sözünü sakınmadan söyleyen, karanlığından korkmayan cesur bir karakter var içinde. İsyan eden ama soğukkanlılığını koruyan bir kadın… Şarkının nakaratında yer alan “Hadi bul beni, etrafım sarıldı/ Çek vur beni, etrafım sarıldı” sözleri aslında o karanlığa bir davet. Korkuyu kabullenmenin ve yenmenin bir manifestosu benim için o sözler.
There is a brave character in it who speaks her words without holding back, who is not afraid of her darkness. A woman who rebels but keeps her composure.
“I” is a song that both moves you and at the same time takes you deeper with its lyrics, to the places where you drown, where you feel ashamed, where you hide. If I were a listener, I would feel the depressive but dance-inducing mood that I felt and wanted to feel when I wrote the song. “I” is a dark and shocking song.
“Belli aralıklarla tekli yayımlamayı düşünüyorum. Tabii dinleyiciyle buluşmak, konserlere başlamak da istiyorum. Şarkı çok, sürekli üretiyorum. Tabii ki en büyük hayallerden biri albüm.”
“I” yazdığım ilk şarkılardan. İki yıl önce evde besteler yapmaya başladığım dönemin meyvesi… Çok hızlı şekilde beliren sözleri ve yine hızla yazılmış bir müziği var. Şarkının demosunu dijital ortamda hazırlamıştım, daha sonra işlerini çok beğendiğim Mete Birgören’le bir araya geldik ve prodüksiyon süreci başlamış oldu. Mete şarkıya çok şey kattı, var olan duygusunu kaybetmeden benim kurduğum yapıyla çok oynamadan şarkıyı büyüttü, duymak istediğim sert, karanlık ama dans ettiren dünya zamanla oturdu ve ortaya çıkan ses ikimizin de çok hoşuna gitti. Prodüksiyon ve stüdyo süreci dahil her şey ilkti benim için. Vokal kayıtları Vibes Stüdyo’da alındı. Mix ve mastering’i ise vokal kayıtlarda beni inanılmaz rahatlatan ve de şarkının sesini iyice parlatarak işi başka bir seviyeye taşıyan Memet İncili yaptı. Bir sonraki şarkı belli. O da tekli olarak çıkacak. Belli aralıklarla tekli yayımlamayı düşünüyorum. Tabii dinleyiciyle buluşmak, konserlere başlamak da istiyorum. Şarkı çok, sürekli üretiyorum. Tabii ki en büyük hayallerden biri albüm. Umarım o da olacak.
“Je mets en vente une sélection de dessins, oeuvres originales sur papier réalisées et publiés dans la presse, l’édition, la communication entre 2021 et 2003. Me contacter par MP pour les prix et autres renseignements.” -Alexios Tjoyas
“Drawings for sale, original artwork on paper made and published in media, publishing, and communication between 2021 and 2003. Check me by MP for prices and other information.” -Alexios Tjoyas
“Je dessine des images jamais loin des grands arbres. Ils m’inspirent des visions sauvages, de la pulsion de vie, en lisière de mondes désespérément violents. Mes images dessinées sont des histoires aux couleurs vives : c’est mon côté direct. Mon trait noir est cranté, mais il peut tout aussi bien être sinueux et rouge. il est mon meilleur ami, mon meilleur animal de compagnie. Je ne laisse personne voir tout, immédiatement, de ce que contiennent mes images en un seul regard. Je façonne des mondes polysémiques. Mes images sont préoccupées par le langage de signes de certains fantômes et la rupture avec d’autres. Mon idéal est la fructification des gestes. Je suis né sur les hauts plateaux d’Éthiopie, à Addis Abeba, dans une famille grecque et éthiopienne. Actuellement, je vis auprès d’une grande forêt, au sud de la Sarthe, en France.”
“I draw pictures never far from big trees. They inspire me with wild visions, instinct of life, on the edge of desperately violent worlds. My drawn pictures are stories in lively colors : this is my direct side. My thick and notched black line can as well be red and sinuous. It is my best friend, my best pet. I don’t let all that is contained in my pictures to be seen in a single look. I shape polysemous worlds. My pictures are troubled by the sign language of some ghosts and the break with others. My ideal is the fruiting of gestures. I was born and raised on the highlands of Ethiopia, in Addis Ababa, in a Greek and Ethiopian family. At present, I live next to a big forest, in the Southern part of Sarthe in France.”