ölümü düşünen kan dünyadan kurtuldu bir diğeriyle karışmış kan isotype yağmur damlalarıyla pirinç yaprakları eğerek yerleşti atom kafalara afrika talanından, siyah inci magma kalıtlarına afrika talanından, geniş yeşil kubbenin hilal ve haç örtü tünelinin eşilmiş sağır ve vakum kökgazına kırmızı köstebek yoluna davul vuruşlarıyla yanık kan sıçradı, gök gövde, meleksel obruk: tamtam ve obua bulunmaz kan arandı durdu kuru hasta ve kısa kan, afrika tanrısından, evrensel saf, kalsit dudak ve ciğerler beşgen hole iç gıdıklayıcı yumuşak yüz açık tür gideri mineral afrika tanrısından, afrikaya bolca blackmail.
İlker Artıran, Gizem Aktan ve Eren Burhan ‘Uzay Kışı & Atomilk’ Kolektif Şiir Kitabı (2024) Sub-Press
Yanlış oyununla işaretledin rüya makinelerini bebek dişinle. Mülkiyetini sordun gerçekliğin etine Bitişi zamansal bir nesne ya da bir varlıkla değil Hayvani rabbaninin Geçiş nefesleriyle kendi ses sekanslarının yağmurunu aldın içeriye mülkiyetini sordun utopik gerçekliğe suçsuz, çıplak ve çalışamayan bir makine memelisiyle new ant museum yeni sonsuz aşkın asansör görevlerini vertigonun ateşiyle inişi ve kalkışı sordun gerçekliğin etine exist, exit
Eren Burhan ‘Dağ Orkestrası’ Lethe Kitap, 2019
98′ model bir şairressam Eren Burhan.
Dağ Orkestrasıyla sesleniyor.
Orkestra mümkün olan her yerde!
“munch; çığlık, rimbaud’un keskin dumanı; çığlık! göktürk; çığlık, derinlik; çığlık, uzay; çığlık sanayide yontuluyor mermer dikilmek için toprağa; çığlık gökyüzünden inen boş kargo; çığlık demir; çığlık, kablo; çığlık, çığlık; çığlık! ruhun sırtında taşıdığım odun ordusu; çığlık…
son sert dumanı son güçlü çizgiyi otuzumda bıraktım otuzdan düşsün gerisin geriye dünya zamandan çürüyüşümü dikkatle izledim aynamdan ona yanlışlardan bahsettim kıskıvrak yakalanmış kısrakların nasıl ivme kaybettiğini tosba sokakta bir gök yaşar artık inzivasında geçmiş zamanın tıka basa dolu kipleri kirpikler ipek ama evhamlı türk mü bilmem elbette ölçmeden hiç hayallerinden birini kıskanmadım da hiç son sert duman son güçlü çizgiyi otuzumda bıraktım otuzdan düşsün diye volta kesme önümü ölmeden önce kaçıncı gök bu kaçıncı türk yaşar kendinde giderek ölmeden dipdiri yasu dediler mi karşı kıyıdan cevap versem hain olacağım küfür etsem barbar otuzumdan sonra duymayı bıraktım dil bir göğe değse bir yere salya sümük ağlarım yine de anlamam korkma ışıkları bağladım bir makaraya sardırdım elimdeki yumakla yeni günü ördüm kendime otuzumdu bu son
Libidinal cinnetin lirik tezahürü… Ehlileşmiş, düzenliliği kural bellemiş dile, serbest vezin, sağlı sollu girişiyor Taylan Onur. Gökhan Gençay
Bu aşağılık tımarhanede binlerce yıldır tek geçerliliğini koruyan o eski his hâlâ çok taze: İyi bir enstrüman çalabilirsen kapitalizmin zehrini uyuşturma gücü bulursun… Göktürk Yaşar
Kirlenmiş hayatın ilkel aynı zamanda sert anları. Cehennemin sakin izdüşümü ve sözcüklerin yeni başkaldırısı. Taylan Onur ile Erdem Çılgın’dan edebi bir düello… Uğur Karabürk
kafkavâri bir koyuluğu + tam da (en damarın zor x bulun duğu yerden z,erk ediyo) + r = metin: taylan onur çizim: erdem çılgın
‘Türkiye’nin ilk ve tek Cyberpunk dergisi’ ibaresiyle yayın hayatına atılan NEON NEXUS dergisi, geçtiğimiz aylarda çıkardıkları deneme sayısının ardından dopdolu bir ikinci sayıyla Ocak ayında kitapçılarda olacak.
Derginin yazar kadrosu bayağı geniş. Kapaktan kimlerin yer aldığını okuyabilirsiniz. Yeni sayının giriş öyküsü olan “Tik Tak!”ı bendenizin kaleme aldığını da belirtir, NEON NEXUS’a kayıtsız kalmamanızı hatırlatırım. William Gibson’a selam olsun! –Gökhan Gençay
İnternet Çağında Dergicilik: Roket, Neon Nexus ve Orm Fantastik Buluşması 2024
‘Antares, X- Bilinmeyen, Atılgan, Nostromo, Davetsiz Misafir… Türkiye, zamanında pek çok bilimkurgu dergiciliği girişimine sahne oldu. Ancak bu topraklarda bilimkurgu dergiciliği, bir nevi rüzgâra karşı koşmak demekti. Kimi birkaç adım atıp pes etti, kimi ise gücünün son damlasına kadar direndi. İnternetin hayatlarımıza girişiyle birlikte dergiciliğin bittiğini söyleyen de var, çok masraflı ve zahmetli bir iş olduğu için pek cesaret edenin çıkmadığını ileri süren de…Şartlar ne olursa olsun, bu uğurda çabalayanlar hep vardı, bundan sonra da var olmaya devam edecek.’
NEON NEXUS
Ve bir an geldi, şimdiki zaman onarılmaz bir şekilde ruhunu sakatladı.
Daha sonra tüm hızımızla geleceği beklemeye başladık. Tahayyüllerimizde geleceği kurgularken, gerçek sıra dışı bir mekanizmaya bağlandı. Medeniyet onarılmaz bir şekilde uçurumun kenarına geldi, Artık geleceği bekleme sporuna katkı sağlamamız gerekti. Geleceğin karanlık sokaklarına ışık tutmak gerekti. Şimdi sizlerin ellerinde bir harita gibi duruyor.. Bir şişenin içine bırakılmış kehanet gibi. Hala aynı dilin konuşulduğunu umarak olasılıklar okyanusunda sallana sallana yol alıyor. Karanlık kurgular ile geleceğin gerçeğini değiştirmeyi umuyoruz. Felaket tebliğimizin esas sebebi budur. Cyberpunk türde ülkenin tek yayını olmamızı işte bu sebebe bağlıyoruz. Umudumuzu yitirdik. Bu sebeple kolları sıvadık. Bu yayın tüm zaman dilimlerinde “Yalnız Değilsin” yayınıdır. Keyifli okumalar dileriz. Gelecekte bol şanslar.
Asırlardan beri saran kurtçukları fosillerimizi Yığılmanın alfabesiyle doğmayan ölü dilleri
Büyüyüp diplere sızan, kara bir suyun laneti İlerler buharlaşana dek azar azar çoğalarak gökyüzüne
Doğurduğumuz ışıkta suskun çocukların şarkısı, Karanlıkların ortasında bir yıldız kadavrası
Kuşkuların sessiz çığlıklarını hapseden bir atom bombardımanı Saklar içinde berfin olmuş umutların çoğalan karıncalarını Hareket ettirir çevrimi dışarı içeri, işbirliğinin emeğini sürer dünyada hükmünü yitirmiş iyiliğin başkentini kurmak için
İnsanlık atlasında nefesten cana aşktan canana katılan her köşeyi içine katar dolaşır kazanılan kalpleri
Bellekte bilgi fırtınası hatıralarda dalga dalga çok Beyninin boşluklarında bir beliren bir yok
Korsan gemisine koymuş çalıp insanlık hazinesini, Yanlış topraklara yolculuğa zorlamış rehin kalmış sizi,
Bengi döngüde yaşama kilitli kalmış bir kapıda İnsanca düşlerine bir türlü anahtar bulamadığın muamma
Huzurlu gölgelerin anısına adanmış masumun sevgisi Tan seli gibi görünen hareli içinin varılmamış ötesi
Adım adım üzerimize yürüyen acılarda kimin izleri kalmış Mutluluğu gelir diye bekleyen birisi adını hep lanetle anmış
2017-İzmir Erkut Tokman
Erkut Tokman ‘Kaligrafik Şiir’ 2023
İki ateş arasındaki postula
‘Scylla ve Charybdis’
“(…) Erkut Tokman’ın şiirsel kategorileri şiir geleneklerimizin tam tersi yönünde kurgulanmış, hem gerçekçi hem hermetik üslupların bir aradalığından oluşan bir tat taşır…”
“(…) Bebek bir çağ, ihtiyar, tüketilmiş bir zaman frekansının içinden doğacaktır. Bu esnada şair Erkut Tokman’dan bir ses duyulur. Son şiir kitabından sayfalar açılmış çağa özgü çağrı, şair tarafından başlatılmıştır… Çağrı önemlidir. O aramayı, soru sormayı, yazdığı sürece sürdürecektir. Belki keşfetmenin skalasıyla sarılmış, belki zamanın ve mekânın deneysel çevresiyle uyum/uyumsuzluk mood’udur bu şairce ses…”
“(…) Bilinmez derinliklerden gelen estetik imge, şairin yerel, bireysel, mitsel simgelerine bürünerek toplumsal düzenin yeni dayanakları olduğu kadar yazın tarihinin en yeni ifadesi olmaya adaydır. Kısaca bu şiirlerde şair bize yepyeni kavramsal bir dünyanın kapılarını açar…”
“(…) Erkut Tokman yazınında olduğu gibi şair bireysel mitolojisini yaratır…”
“(…) Bu bağlamda Erkut Tokman şiiri; Türk Edebiyatında şimdiye dek varolan, akımların içinde yer alan ya da almayan şairlerden daha farklı, daha taze, daha yenilikçidir. Ne Garip’ciler gibi öyküsel bir şiir yazar ne de İkinci Yeni’nin olgunlaşmamış metafiziğini onaylar ne de Toplumcu Gerçekçiler gibi sert imgeler kullanır, ne de 80’ler şiiri tadında mesmerik öğelerle yol alır…”
Dünyanın rahmine kan düştüğünden beri Ruhum kırmızı
Yokluktan geliyorum Bir boşluğun içinde bekliyorum Gövdeme düşen bu eşkin ışığı tanımıyorum
Dünyanın rahmine kan düştüğünden beri Sana sormak istiyorum Neden ruhum kırmızı?
Önce gözlerim yoktu biliyorum Göremiyordum ne karanlığı ne de her ne ise İlerliyordum görmeden ve ona doğru Duygu sessiz bir çığlığa saklı Sana sormak istiyordum Neden ruhum kırmızı?
Sen susuyordun, Önce bir sesin yoktu, cevapsız Boşlukta bekliyorken, İçimizde adım adım bir kırmızı Sanki en eski zamansızlıktan Bir varlığı taşıyarak, ilerliyordu Sana hep sormak istiyordum Neden ruhum kırmızı?
Sana gelemiyordum Yokluktan sana yürümek için Ayaklarım yoktu Kuzguni bir boşluğu dolaşıyordu Işığa sormak istediğim soru Neden ruhum kırmızı?
Oysa dilim yoktu Konuşamıyordum yokluğunu varlığın gibi Dünyanın rahmine kan düştüğünden beri Bir insanın kırmızı soluğu Doğru hissedegeldiği Boşlukta bir dili kavrıyordu Sana sormak için Neden ruhum kırmızı?
Dokunmak istiyordum sonra yeniden Boşluğa ve sana, oysa ellerim yoktu Sana söyleyecek bir şeyim de Yoktu ne düşüncem, ne sözcüklerim Bir çığlık büyüyordu, içinde ben Gövdeme hapsolmuş dönüyordum Dünyanın rahmine kan düştüğünden beri Dilsiz de biliyordum gideceğim yeri
Kavrayan ne bu boşluğu Kırmızı bir yalnızlık mı yutan kırmızıyı? Sormak istiyordum Ama yoktum Yoktum… Yokken de ilerliyordum Bilmek istiyordum gerçeği Dünyanın rahmine kan düştüğünden beri.
La Nouvelle Revue Française, Mart 1927, S. 162, s. 57-58 / Sürrealist Metinler’den / Fransızcadan Çeviren: Mehmet Bağış ‘Ben, Antonin Artaud’ Ve Yayınevi, 2019
Mumyanın Yazışması
Antonin Artaud
Artık hayatta kendine dokunmayan bu beden, kabuğunu aşamayan bu dil sesin yollarından geçmeyi bırakmış ses tutmayı gerçekleştireceği uzamı bile bilemeyen, alma hareketinden fazlasını unutmuş şu el Ve nihayet, içinde kavramın artık kendi çizgilerinde belirlenmediği şu beyincik, benim taze etten mumyamı oluşturan bütün bunlar, tanrıya, doğmuş olma gerekliliğinin beni yerleştirdiği boşluk hakkında bir fikir veriyor. Ne hayatım tam ne de ölümüm mutlak biçimde başarısızlığa uğramış. Fiziki olarak, artık düşüncemi besleyemeyen katledilmiş etimden dolayı, eksik değilim. Ruhsal olarak kendi kendimi yok etmekteyim, kendimi artık canlı addetmiyorum. Duyarlılığım yerdeki taşlar düzeyinde, nerdeyse kurtlar çıkacak içinden, terk edilmiş şantiyelerin haşaratları. Fakat bu ölüm çok daha rafine, bu kendimle çoğaltılmış olan ölüm, bedenimin bir tür nadirleşmesinde bulunuyor. Zekânın kanı yok artık. Kabusların mürekkep balığı, ruhun çıkışlarını tıkayan bütün mürekkebini salgılıyor. Bıçağın keskin yanını umursamayan bir eti damarlarına kadar kaybetmiş bir kan bu. Bu oyulmuş bedenin, bu gevşek etin, yukarısından aşağıya sanal bir ateş dolaşıyor. Hayata ve çiçeklerine ulaşan közlerini bir berraklık her saat başı tutuşturuyor. Göğün sıkı kubbesi altında ismi olan her şey, alnı olan her şey, bir nefesin düğümü ve bir ürpermenin halatı olan, bütün bunlar onda etin dalgalarının gerisin geriye döndüğü o ateşin döngüsüne giriyor, bir gün bir kan seli gibi yükselen o sert ve yumuşak etin. Olguların kesişme noktasında donmuş mumyayı gördünüz mü, şu cahil ve canlı mumyayı, boşluğunun sınırlarını bilmeyen ve kendi ölümünün titreşimlerinden dehşete düşen mumyayı. Gönüllü mumya kalktı ve etrafındaki gerçeklik kıpırdadı. Bilinç bir ihtilaf meşalesi gibi zorunlu sanallığının bütün alanını kat ediyor. Bu mumyada bir et kaybı var, entelektüel etinin karanlık konuşmasında o ete karşı durmada bir iktidarsızlık var. Her sarsılışı bir dünya biçimi, başka bir doğurma türü olan o gizemli etin damarlarında koşan şu anlam, hatalı bir hiçliğin yanığında kayboluyor, kendi kendini yiyor. Ah! çıkarmalarında, çiçek sonuçlarında bu şüphenin besleyicisi, bu doğuruşun ve bu dünyanın babası olmak. Ama bütün bu et sadece başlangıçlardır, sadece yokluklardır ve yokluklar, ve yokluklar…
Yokluklar
Gérard Mordillat’ın yönetmenliğini yaptığı ve Jacques Prevel’in 1974 tarihli aynı adlı romanından uyarlanarak 1993 tarihinde sinemaya aktarılan ve “My Life and Times with Antonin Artaud” adıyla da bilinen (En Compagnie d’Antonin Artaud) siyah-beyaz bu Fransız filmi, Prevel ve Antonin Artaud arasındaki dostluğu anlatıyor.
VAHŞET TİYATROSU
Artaud 51 kez elektroşok görmüş ve içinde taşıdığı umudu kaybetmemiş bir insandır. Çünkü –her ne olursa olsun- Artaud toplumun uyandırılması gerektiğine inanır, belki de inanmaz, ama eğer öyleyse amacı ulvi bir şeye dönüşür. Çünkü o zaman, asla uyanmayacağını bildiği bir toplumu uyandırmak için kendi canını yemiştir.
Tiyatronun İkizi’nde Artaud tiyatro veba ile aynı şeydir der. Veba dehşet verici ve aynı zamanda saflaştırıcıdır. Tiyatro da öyle olmalıdır. Vebanın vahşetinde bir hayat vardır, çünkü bu canlı, can veren, ölümün ve yaşamın ayırdına vardıran bir ölümdür. Böylesi bir ölüm, bu denli vurucu, bu denli çarpıcı, bu denli büyük bir çırpınış, hayatı uyandıran şeydir. Bu ölüm bir canlanma, bir canlandırmadır. Fışkıran yaşam ölgün kelimelerle donatılmış bir yaşam müsveddesi değildir, gerçek ifrazatın kokusu, görüntüsü ve anlıklığıyla (efifani tabirini kullanmıştır) en ilkel anlamıyla canlıdır. Bu canlılık ancak bir uyarılmayla insana işler, kabuğun altına iner, ve –ihtimal- o en derinde, ete gömülü kalmış küçük, yumuşak, gizli ve dokunulmamış erojen bölgeye dokunabilir. Bu bir hazırlıktır, sonrasında tiyatro durulur ve uyarılmış zihinlere hitap eder. Ancak o raddede yüksek bir ruh hali yaşanabilir. Bu bir ayindir. Bu yeniden doğuştur. Ve ancak bu bir vasatı kendine getirebilir. Eğer bir kendi varsa.
Çünkü vasat öldürücüdür. Çünkü vasat insan ölüdür. Yozlaşma onu çürütmüştür. Tüketim onu emmiştir. Yaşamadığının farkında değildir, kendinde değildir, kendi değildir. Kendi olan şeyler yokmuş gibi davranır, kendi olarak gördüğü şeyler varmış gibi davranır, herkesi kendi gibi sanır.
Sıradan insan, sıradan insan diye bir şey olmadığını bilmez.
Ama insanın içinde bir yaşam vardır, ne de olsa yaşam inatçı bir şeydir, bir öz, bir sır, bir kapsül olarak insanın içinde sürer gider, ve vasatın havasız ülkesinde soluk almanın yolları bulunur. Mesela maske takılır. İlkel canlandırma geleneğinde de, Doğu’da, Afrika’da, Güney Amerika’da maskeler vardır.
Bu maskelerin ardında birinin olduğu bilinir ama onun önemi yoktur, önemli olan maskenin verdiği doğaüstü güçtür. Çağımızda sahne büyür, antrakt kalkar, maskeler tersyüz olur. Artık maske sıradan insan maskesidir, üzgün surat, gülen surat, çalışkan, namuslu, ağırbaşlı, evcil surat, içindekileri gizler, sadece tepegözü, bıyıklı kadını, yaralı yüzü değil, kemgözü, seri katili, orospuyu, ibneyi, peygamberi de saklar. Eskiden daha yüce bir ruh durumuna yükselten gelenek, artık hemzemin etmeye yarar, ki ayrıksı ruhlar çaktırmadan aramızda sürünebilsin. Canlı kalıp da ne olduğunu saklayamayanlar, ayıklanırlar. Geri kalan hiç kimse yaşamazken, çoğu çoktan cavlağı çekmiş, bir kısmına ölü taklidi yapmaktan inme inmiş iken, bunların alenen yaşamaya hakkı yoktur.
Toplumsal suç budur.
Artaud’un yadsıdığı suçluluk budur. “Bizi rahat bırakın” der. “Rahat bırakılmaya ihtiyacımız var.” Çünkü yoldan çıkmışların yoldan çıkışı toplumu ilgilendirmez. Toplumun toplu günahlarının yanında bunlarınki nedir ki?
İşte bu yüzden, Artaud günaha inanmaz. Ama erotik suça inanır. İnandığı bu erotik suç biraz muamma olarak kalır. Çünkü Artaud’un bunu biz gibı gırtlağına kadar cenabete batmış kimselere anlatmaya ya dili ya edebi yetmez. Ama ipuçlarının peşine düşmemize izin verir. Bir defa afyon, tütün, alkol suç değildir, intihar suç değildir, otuzbir de suç değildir, hatta düzüşme isteği de erotik suç değildir. Peki nedir bu erotik suç? Öncelikle bütün psikiyatrislerin işlediği bir suçtur. Bunu etraflıca tetkik etmiş olmalıdır Artaud, çünkü tek bir istisna olabileceğini bile kabul etmez. Melekler ve bakireler de bu suçun çıbanbaşıdır. Çünkü Artaud’un indinde suç olan, sapıklık olan erotik bir zevki feci halde kışkırtırlar, ya da belki yaratırlar, ya da yaratımına alet olurlar. Çünkü teknik olarak bakire olan bir bakirenin, bakirelik imgesiyle uzaktan yakından alakası yoktur. Ve teknik olarak melek diye bir şey yoktur. Bunların pezevenklerinin günlük cirosu hakkında en ufak bir bilgimiz de yoktur. İşte bu yüzden bunlar ne teknik ne de estetik olarak, ne bu dünyada ne de başka bir dünyada toplumun intihar ettiği! Van Gogh’un saflığına erişemezler.
Artaud’un tiksindiği erotik suç bu imgelerin ve nezih maskelerin kaskapalı kapılar ardındaki orjisidir. Psikiyatristin suratından akan sapıklık, yüzündeki soylu ağırbaşlılık, eğitimli, kontrollü ve kendini bilen üstünlük duygusunun nezih maskesi ve o maskenin ardında çağlayan iktidarlılıktır.
Artaud bu nezih insanlarla bu vasat insanlarda hiç bir muhteşemlik görmemenin acısıyla dolu bir adamdır. Onlarda görülmeye değer bir şey yoktur, hiç bir şey. Oysa görülecek acılar vardır, görmemiz gereken ama gözümüzden uzak bazı şeyler olmaktadır. (Bachmann, bir seferinde “Hepimizin isteği görebilen kişiler olmaktır”, der. O da insanoğlunun gerçeği taşıyabilecek güçte olduğuna inananlardandır.) Birileri bir görebilse belki bir kıyamet kopabilir. Çünkü hiç bir şeyi görmeyişimizin bir nedeni vardır. Çünkü veba ve barbarlık geçmişte kalmıştır. Çünkü topluca iyileştirilmişizdir. Çünkü afyonumuz hiç patlamamıştır. Çünkü gözümüz bakirelerde ve meleklerde kalmıştır ve alıklaşmışızdır. Oysa biri karşımızda çırpına çırpına can çekişse, belki de ondan sonra şimdiye kadar olduğumuz gibi olmazdık. İşte Artaud’un umudu budur. Karşımızda çırpına çırpına ölmüş ve yine de bizden daha çok yaşamıştır çünkü en azından umudu ve yaşamı sonuna kadar taşımıştır. Uyanışımızı ve dirilişimizi bizden çok daha fazla planlamıştır. Ve sadece huzur içinde uyumamızı dileyen tanrılarımızdan çok daha fazla şey ummuştur bizden.
İşte biz bunu yadırgamışızdır. Bize rahatsız edici, delice, tekinsiz ve densiz gelen şey budur. Ve Artaud, evet, tüm o densiz lafları etmiştir ve hoşa gitmeyen o sesleri çıkarmıştır, ama adamı osurtana kadar sıkanların payını da teslim etmek lazımdır. Kaldı ki Artaud’un bize fazla ince gelen, ya da sadece fazla gelen estetiği –ki bir at sineği olmak yerine estetik bir vahşetten medet ummuştur- önümüze bir Vahşet Tiyatrosu koymuştur. Onu da zaten sadece bir kez koyabilmiştir. Bu vahşetin metafizik bir vahşet olduğu söylenir! Belki sürreal bir vahşet olduğunu söyleyenler de olmuştur. Oysa Artaud’un vahşeti rahatsız ediciliktir.
Cocteau“Toplum bizim gibileri ancak sanatta hoşgörür,” der, “ama ben hoşgörülmeyi kabullenemem.”
En azından, toplumun Cocteau’ya yaptığını Artaud’a yapmamış olmasıyla teselli bulabiliriz.
Gözde Genç, 2.5.2006
Les deux parties du documentaire “La Véritable Histoire d’Artaud le Mômo”, par Gérard Mordillat et Jérôme Prieur, réalisées en 1993.
‘Poète, homme de théâtre, acteur, Antonin Artaud (1896-1948) est l’auteur d’une oeuvre immense parmi laquelle Le Théâtre et son double, L’Ombilic des limbes, Le Pèse-nerfs, Le Voyage au pays des Tarahumaras, Van Gogh le suicidé de la société, Artaud le mômo… Le 26 mai 1946, après neuf ans d’internement dans différents asiles et pour finir à l’hospice de Rodez, Antonin Artaud revient à Paris, accueilli à la Gare d’Austerlitz par ses amis Henri et Colette Thomas, Jean Dubuffet et Marthe Robert… Arthur Adamov et Marthe Robert s’étant portés garants de sa vie matérielle, il vivra désormais à la Maison de Santé d’Ivry, sous l’autorité du Dr Delmas qui mettra à sa disposition un pavillon et le laissera entièrement libre de son temps et de ses mouvements. Nous voulons refaire avec les amis d’Antonin Artaud, ses amours, ses compagnons le chemin qu’il fit, retrouver dans leur mémoire les lieux qu’il fréquenta, refaire ses parcours entre le clinique d’Ivry et Saint-Germain-des-Prés, dans le Paris de l’immédiat après-guerre. C’est-à-dire que nous voulons retrouver la voix d’Artaud, son visage, sa présence, dans la voix, le visage, la présence de ceux qui l’accompagnèrent, et dont il a bouleversé la vie : Paule Thévenin, Henri Thomas, Marthe Robert, Anie Besnard, Jany de Ruy, Rolande Prevel, Henri Pichette…’
1874 doğumlu Alman dada sanatçısı Loringhoven, New York, Greenwhich Village’de yaşadı, erkek dadacılar kadar adı duyulmasa da avangard ve çağının oldukça ötesinde işler üretti. Provoke etmeye ayarlı el bombası kadar güçlü şiirleri ancak 2011 yılında basılabildi. Diğer yazılarını da kapsayan bu derlemenin adı ‘Vucüt Teri: Elsa von Freytag-Loringhoven’in Sansürsüz Yazıları’ adını taşıyordu. Yazdıkları 1918’de dergilerde James Joyce’un yazıları ile yanyana basılıyordu ve Jean Heap onu ilk kadın dadacı olarak tanımladı. 1913 yılında bir Baron ileevlenerek Barones ünvanını aldı, yazıları kadar avangard fotoğrafları ile de ünlü olan Barones, Man Ray’e sadece poz vermekle yetinmedi, şu an kayıp olan ve jenital bölgeleri traş ederken çekilmiş olan kısa bir filminde de oynadı. Marcel Duchamp’ın R. Mutt adıyla imzalayıp 1917’da Bağımsızlar Sergisi’ne katmak istediği ‘Fountain’ çalışmasındaki ürinalın arkasındaki el de Barones‘e aitti. ‘Sound poetry’ denen dadacı şiirlerin ilk üreticilende de biridir. 20’li yıllarda parasızlık onu Avrupa’ya dönmeye zorladı. Almanya’da para kazanmayı umuyordu, ancak birinci dünya savaşının yıkımından beri toparlanamamış olan Almanya’da bunun imkansızlığını görüp Paris’e geçti. Durum orada da farklı değildi. Djuna Barnes gibi Amerikalı lezbiyen sanatçılar onu Amerika’ya geri aldırmaya çalışsalar da 1927’de Paris’teki evinde açık unutulan havagazından zehirlenerek öldü. Atina avangard film festivalinden Nina Veligradi’nin Ankara 4. Kuirfest için seçtiği flmler arasında gösterilen, Lily Benson ve Cassandra Guan adı sanatçıların 2013 yılında çektiği yönettiği ’The Filmballad of Mamadada’ ‘Dadaananın Şarkılı Filmi’ bu yüzyılın ilk dada sinema örneklerinden biriydi. Kült yayınlarının ‘Dada bakire bir mikroptur’ kitabında da Barones’in seçme yazılarına Türkiye’de ilk kez yer verildi.
Cemal Akyüz, 2015
GFX: Nils Bertho
’Bir Düzine Koktey— Lütfen’
Baroness Elsa von Freytag Loringhoven
Çeviri: Cemal Akyüz
Yok bana bakire lolipop – evet – yok Muzumuz. İştahlı bir damağım var – Yerim Onları hep – – – – — — — — Selüloitten züppe boruları var—- her boyutta — Şeytani bir şekilde bir babunun kıç rengine boyanmış . Bir adam —- Saçmalıktır! Bir deste arzu ! İşte ürküten bu Modern Amerikalı’nın sorunu Ev konforu? Eksik serserilik Aslında bakımlı olması gereken concona ! İşte başlıca sorun bu. Vibratör var — — — Nazlı yosmaoyuncağı ! ben erişkin bir bireyim Oy verme hakkına sahip — — — cömertce payımı istiyorum Hangardan – bebeğimizin cadı şabatı – Iyon dikililitaş. Radyo ne için — — Lütfederseniz? Havva’nın oku ayıcıkları deler Dikenli telin üzerinden. Günde bir elma — — — Gelecek — — — Ha ! Ne zaman? Ben dil yutan bir yogi değilim. İlerleme çok sevindirici — Etkilemez beni – Dürt onu – Tekmele onu – – Kışkırt onu – – İt onu – Yayınla — — — — Şimşek çaktıran fikir bu ! S.O.S. ulusal kısaltmasıdır – Neyin? Nasıl reva görürüz kalkmiş salıncağı Pışş ! herhangi bir ibne şairin Freudcu göğsünde yeterince Kimyasal var mı çekmek için Kendini beğenmişliği. Kiralarız bir tane. Lanet ! O değil de ! Sorun şu —- Horoz kabarır aptalca ! Ah iyi ! Fransa’dalar — sıradaki hava— Kutuplar — — — — Onlara dalgalar yollamış — şeker gibi — Valentinler — Söyle beraber — — — Vidalae! Ah yıldırım ! Yılansı hava akıntıları — — — Hııışşşşşşşşş ! Deler sözcükler Sersemlemiş hissediyorum ! Bundan hoşlanıyorum. Oğlanların peşinden korkmuyorum – Ama hakkım var Derinden şok olmaya. İşte biz böyleyiz – ama sen de boşlukları dolduruyorsun Canım— Ben kuir değilim— sek istiyorum — — Bir düzine kokteyl – lütfen — — — —
Dayanışma sözcüğünün en kirli olduğu alan hangisi deseler, edebiyat deriz. Dayanışma, kolektif mücadele/müdahale pratikleri çıkar ilişkisi, reklam ve iktidar dışında gelişen, birlikte paylaşarak büyüyen bir süreçtir. Edebiyatçıların dayanışmadan anladıkları nedir peki? Hangi kitap eki’nde arkadaşın var?Şu edebiyat sitesinde tanıdığın editör var mı?Senin twitter takipçin çokmuş, şu benim kitaba da mı bir el atsan?Çok güzel şiir okuruz biz fotoğrafları. Bakın biz hem şiir okur hem şarap içeriz fotoğrafları. Bizim dayanışmadan anladığımız nedir? Melih Cevdet Anday‘ın dediği gibi “suçumuz edebiyat”tır. Biz her yerde görünmeyen isimlerle ortak bir alan yaratarak büyük bir suç işliyoruz. Her şeyin bireyselleştiği, hayatlarımızın her anının politikaya döndüğü noktada politikadan kaçanlara inat hayatın politikasını savunuyoruz. Duyar kasmak konusunda özel bir yeteneğe sahip olan edebiyat ortamı Hikmet Sami Türk vakası karşısında dil kilitlenmesi yaşadı. Biz buna hayat kilitlenmesi de diyebiliriz. Hayata bu kadar kör kalanın gözü neden görsün ki? Ha bir de aydın budalalığını entelektüel şurupla karıştıranlar var. Normalde aydının topluma şifa olması gerekirken geriye dönüp baktığımızda hastalarla karşılaşıyoruz. Haliyle budala budala olarak kalıyor. Dayanışma sahte bir fotoğraf karesine dönüşüyor ve bu fotoğrafta en silik, en iki yüzlü renk edebiyatçılara ait. Fotoğrafın sahteliğine inat sormak istedik: Hayal Gerçek Ya sen?Barbarları Beklerken’in 12. sayısı sizlerle…
“suçumuz edebiyat”
Yayına Hazırlayan:Dolunay Aker
Yayın Ekibi: Ferit Sürmeli, Dilay Kababıyık, Ömer Burçin Özkişi, Hakan Kaya, Dolunay Aker
Biz Burada Yokken Sanat ve Politika #1: Avangart Sanat
Sosyalist kültür ve siyaset platformu Laborans ve Barbarları Beklerken Sanat Kolektifi’nin ortaklaşa hazırlayıp sunduğu “Biz Burada Yokken Sanat ve Politika” adlı programın ilk bölümünde Avangart sanat konuşuldu.
Laborans- Biz Burada Yokken Sanat ve Politika: Dadacılar, Sürrealistler ve Sanatın Özerkliğii
Sosyalist kültür ve siyaset platformu Laborans’ın Barbarları Beklerken Sanat Kolektifi ile ortaklaşa yaptığı “Biz Burada Yokken Sanat ve Politika” isimli programın ikinci bölümünde “Dadacılar, Sürrealistler ve Sanatın Özerkliği”ni konuşuluyor.
Batuhan Dedde, yeni kitabıyla farklı bir dil deneyimini sunuyor hepimize. Kitabın akışı adeta bir ruhun pusulasını da okuruna sunuyor. Şairin, yazarın üzerinde durduğu benliği, cinneti, karanlığı, rüyaları adeta onun bir taraftan ruhsal fırtınalara diğer yandan tarihin derinliğe ve mitolojik göndermelere de zemin hazırlıyor. Antik dünyada karanlığın yaratılıştan önce geldiğine inanıyorlardı. Modern zamanlarda “gece” sözcüğü ağırlığını hissettiriyor, sanki bireyselliğe ulaşmak için karanlığın ve de gecenin dünyasıyla yüzleşmek zorundadır günümüz insanı.
Batuhan Dedde- Beykent Üniversitesi RTS Öğrencileri ile Röportaj (2014)
‘Down the lengths of the Bosphorus runs two currents: One on the surface and the the other deep below They run in opposite directions. And here in the strait which divides the city into two lies the perfecf metaphor for the city. For its residents too push and pull each other in different directions, seemingly contradictorily but vital for tha other’s survival.’
Batuhan Dedde was born in Istanbul in 1987. He has published several books, including the poetry collection Morfinsiz Çekilen Düş Sancıları, in 2013. His work brings together the sensibilities of the American Beats and the Turkish Second New.
‘Boğazin dibinden iki akıntı geçer ilki yüzeye yakın, diğeri çok daha derinden, birbirlerine zıt yönde akıp gider. Şehri ikiye ayıran bu boğaz ona en cok yakışan mecazın ta kendisidir. Zira bu şehrin sakinleri de birbirlerini farklı yönlere iter ve çeker. Tutarsız bir gayret gibi gözükse de hayatta kalmalarını sağlayan bu cekişmedir.’
Recluse
Batuhan Dedde
translated by Donny Smith
I come from a patriarchal solitude
I am the last hero remaining from a tribe whose reclusiveness extinguished it.
I run like a street dog after a dream that went too far
While all the conjurers are jumping off the tightrope I stretched across my heart.
God’s suffering drips on my face from the grayest of heavens
While a high-decibel symphony of separation claws at my ears:
The idiots call it rain.
I loved you in a way no human being should
I loved you with inhuman clarity and purity
I was so unrealistic I could have painted all the bloody tanks left over from the cold face of
war with pink dreams
Leaving all this step-eroticism at the door of an orphanage;
Looking right into the eyes of the greatest sufferings, and those sufferings’ good credit;
With the apprehension of an excommunicated Catholic;
Against all religious duties and the Prophet’s teachings, I loved you.
Saltuk Erginer & Seni Görmem İmkansız ‘Yalnız’ca’ 2013
‘Hep sevmekten kaybettim ben, Hep severek kaybettim. İçimi eze eze, avuçlarımı tutuştururcasına… Eğer şahitse şu kentin asfaltlarına düşen yağmur damlaları, Suyun intihar ettiğini düşündün mü hiç? Ben bu kente ne zaman ayak bassam bir başıma, Ağaçlar, yapraklar bile yalnızlığı öğretiyor, Yalnızlığın lisanını konuşuyor; “Yalnızca.” Yalnızca, salınıyor dallar Yapraklar yalnızlık kanamış, ölüyorlar, Sonbahar bahane…‘
Blood of a Poet: Batuhan on instagram live
Münzevi
Batuhan Dedde
Ataerkil bir yalnızlıktan geliyorum
Münzevilikten helak olmuş bir kavmin
Kalan son kahramanıyım.
Çığırından çıkmış bir hayalin arkasında koşarken
sokak kopekleri gibi
Kalbimde gerdiğim telden aşağı atlıyor bütün hokkabazlar
Tanrının acısı damlarken yüzüme göğün en grisinden
Yüksek desibelli bir ayrılık senfonisi kulaklarımı tırmalıyor;
Aptallar yağmur diyorlar.
Bir insana yakışmayacak şekilde sevdim ben seni
Bir insana yakışmayacak kadar duru ve net
Savaşın soğuk yüzünden kalan kanlı tankları
Pembe düşlere boyayabilecek kadar idealisttim
Bütün üvey erotizmleri bir yetimhanenin kapısına bırakarak
Tahsili yüksek acıların gözünün içine baka baka
Aforoz edilmiş bir Katolik kaygısıyla
Farzlara, sünnetlere aykırı sevdim ben seni.
Sanatçılar, şairler, yazarlar, yaratıcı süreçler için kolektif bilinç dışında kök salmış zihinsel ve yaratıcı formları kullanırlar. Sanatsal yaratım sürecinde bu zihinsel imgeler zihnin bilinçli katmanlarına ulaşır ve yapıtı ortaya çıkartır.
“Yazık Yenilenlere” kitabı çok zor bir yaşam deneyiminden süzülerek biçim bulmuş. “Corona” ve “karantina” günlerinin şiire, sanata, edebiyata nasıl yansıdı sorusunun da bir nebze yanıtıdır bu kitap. Tüm zorluklara rağmen “umut” sözcüğünün örtülü biçimde de olsa şairlerin yüreğinden yükselmesi önemlidir. Özellikle günümüzün kritik dünya koşullarında ve insanlık tarihinde eşi benzeri olmayan Corona denen bir olguyla yüzleşmede umudun yeri, insanı ve insanlığı kurtarabilecek tek ışık penceresidir. Umut ise, şiirin, öykünün, sanat yapıtlarımızdan başka bir şey değil. Batuhan Dedde’nin zengin dili, bakış açısı ve şaşırtıcı derecedeki yaratıcılığı okuruna yol fenerdir.
Nedircikler hayatına 2015 yılında web üzerinden yayımlanmak üzere tasarlanmış kişisel bir yayıncılık mecrası olarak başladı. Beş yıl boyunca ekoloji alanından Zen Buddhacılık ve Tao’ya, şiirlerden radikal politik metinlere pek çok çeviri ve telif yazıya ev sahipliği yaptı. Ancak yıllardır süren bir özlemle, yayıncılığın en doğrudan yolunun nasıl olabileceğinin arayışı içindeydi. Kadim Çin köy matbaaları örneğindeki gibi zanaatkârca kendi kâğıdını yapanların bu kâğıtları Yol’un özünü taşıyan şiirler ve metinlerle buluşturduğu bir yayıncılık yolu ahir zamanda mümkün müydü? Dolayımdan olabildiğince azade, her şeyi doğrudan kendin yaparak, her şeyde olduğu gibi yayıncılığın da endüstrileşmesine sessiz sakin kafa tutan bir “Yavaş Yayıncılık” olabilir miydi? 2020 yılının sonlarında bu düşüncelerle ilk kâğıtlar yapılmaya başlandı ve Nedircik Yayınları doğdu.
Max Caffard ‘Zenarşi’ Nedircik Yayınları
Geri dönüşüm kâğıtlarının yanı sıra ellerimizle yetiştirdiğimiz ve doğadan topladığımız bitkilerin lifleri de bin bir emekle kâğıda dönüşüyor. Türlü bitkiden mürekkepler elde ediliyor. Nedircikler atölyesi adeta bir simya atölyesi gibi çalışıyor ve tüm bunlar en nihayetinde zihnin ve gönlün simya evinden çıkma sözlerin büyüsüyle buluşarak el yapımı kitaplara, defterlere ve baskılara dönüşüyor. Her kitapçık sınırlı sayfa sayısında oluyor ve sınırlı adette (50-100 adet arası) basılıyor. Bunların beraberinde Nedircikler elektronik kitapları, sesli yayınları ve gelecekte olası başka ifade biçimleriyle de yayıncılığın her alanında başka türlü bir söz üretmenin gayretini gösteriyor.
Kültürhane: Haiku Ninenin Ekolojik Hayatı
Kalemle, kâğıtla, yazıyla, çevirilerle ve çoğunlukla doğanın bağrında geçen bir ömrün semeresi Nedircik Yayınları. En dolaysız, en doğrudan tecrübenin, köklerin ve kaynağın arayışında bir yolculuğun hem yolcusu, hem taşıtı hem yolun kendisi biraz bu macera. Yavaşlayarak, yaşamın kendi ritmine uyan adımlarla talim ederek düşlerin ve gerçeğin patikalarını; kelimelerin ve şeylerin, mürekkebin ve liflerin hakkını vererek, SÖZ’ün gerçekten de YOL olduğu ve insanın YOL’la bir olduğu bir yaşamın izinde bir seyrüsefer.
Uzun bir zaman boyunca adına yeraltı denen edebi tür hakkında çalışmalar ve okumalar yaptım. Dünyada ve Türkiye’de bu türün gelişimini seyre koyuldum. Bu akımın motivasyon kaynaklarını kavramaya çalıştım ve bazen bunun kaynaklarına kendi hayatımda rastladığım da oldu. Yeraltının ana hatlarından bahsetmek zor olsa da ortak bir tavrı sahiplendiği apaçık ortada bence. Türkiye’de yeraltı edebiyatının çıkışı romanlarla oldu, dersem yanlış olmaz, fakat bu edebi dünya kavrayışına şiir ve öykü türlerinde rastlamak da mümkün.
Yaşadığımız coğrafyada bu seçenekler çok az tabii ve bu alana yatkın olanların Benim Kanım’la çarpışmaması olanaksız. Bu rastlantının bir zorunluluk olduğuna inanıyorum. Sizleri de rızanızı almadan bu rastlantı sıçramasına davet ediyorum. Şişirilmiş üfürükten edebiyat oyunlarının karşısında duran yazarlara hayranlık duymayı kozmik bir borç sayıyorum. Hâkim Bey’in dediği gibi “Yaşam tarzı değil yaşam edinin!’ Başlayalım o halde, Gökhan Gençay anlatsın.
Taylan Onur: Merhaba Gökhan Gençay. Okurlar sizi Benim Kanım isimli kitabınızla tanıdı, lakin bunun dışında yıllardır altkültürlerle ilgili olduğunuzu, bu konuda pek çok metin kaleme aldığınızı da biliyoruz. Benim Kanım’ı çıkar çıkmaz okudum. Eseriniz bende teke tek bir kavgada dayak yemenin neden olduğu gurur kırılmasına yakın bir his yarattı. Türkçede yazılmış bundan daha sert bir eser olduğunu düşünmüyorum. Kitabınız sizin için ne anlam taşıyor? Topluma atılan bir yumruk diyebilir miyiz?
Pozitif yorumlar için teşekkür ederim. Bana sorarsan, Benim Kanım, tam manasıyla sert bir kitap değil. Aksine, çok daha sert ve yıkıcı vurgularla işlenebilecek konulara mümkün mertebe yalın ve “ılımlı” yaklaşmaya çalıştım. Yazar sıfatıyla altını çizmem gerekirse, kitaptaki karakterleri ve karşılaştıkları durumlara verdikleri tepkilerin çoğunu desteklemiyorum. Zayıflıkları, çaresizlikleriyle var oluyorlar Benim Kanım’daki karakterler. Bu arada söz konusu karakterlerin hepsinin erkek olması ve benzer sorunlardan mustarip olmaları öyküler arasında bir paslaşma hali de yaratıyor. Hepsi maddiyata takıntılı bir kültürden kaçmak istese de aldıkları tavırlar manasında çoğunun pozisyonunu onaylamıyorum, attıkları adımları yanlış buluyorum. Yegâne empati kurduğum karakter, yaşadığı varoluşsal bunaltıya eylem yoluyla müdahale etmesi hasebiyle “Hiç”in kahramanı, zaten kitapta en sevdiğim öykü de o açıkçası.
Ters Adam Gökhan Gençay
Dostoyevski olsanız iktidar odaklarının kıçını yalamadan sesinizi duyuramazsınız bu coğrafyada.
Şunu da belirteyim ki, Benim Kanım rahatta, evde veya ofiste kıçını devirip otururken ortaya çıkmadı. Sokaklarda işsiz güçsüz flanörlükle iştigal ederken, çaresizce saatlerimi geçirmek zorunda kaldığım kafelerde okumaktan usanıp bilgisayarı önüme açıp yazmaya başlayınca kafamda belirdi öykü ve karakterler. Alışıldık profesyonel hazırlık aşamaları da söz konusu değil, metnin ruhunu korumayı önemsediğim için üzerinde oynama yapmayı da reddettim; hepsi neyse odur, eksiğiyle gediğiyle yazarken ne hissediyorsam onu yansıtıyorlar. Beni sorarsan, hâlâ o sınırda yaşıyorum, daha doğrusu soluk alıp vermeye devam ediyorum, çünkü bu mahkûm kılındığımıza hayat denmez.
Kitap yayımlandığında, “Nedir bu?” diye soranlara kısaca şöyle tanıtmıştık, onu sizinle de paylaşayım:
Benim Kanım, kalbi kırıklara, kaçıklara, dünyaya karşı öfke biriktirenlere, var olana uymayanlara, her yeni güne “Acaba şimdi kahve mi içsem, yoksa intihar mı etsem?” seçeneklerini ciddi ciddi değerlendirerek başlayanlara, deli olarak kodlananlara, değerlerini hiçlikten çıkaranlara hitap eder. Yalnızlıktan hamamböceğiyle arkadaşlık edenlerin, iş denen kölelik çukurunda ruhunu yitirenlerin, “dost kazığı” yiyenlerin, kendini kaybederek kendini bulmaya başlayanların, oyuncak tabancayla bankaya dalanların öykülerini içerir.
Diğer yandan, evet, kitap benim açımdan hayatı yaşanmaz kılanlara, varoluşumuzu değersizleştirenlere, emir ve talimatnamelerle hayatı şekillendirmeye yeltenen otoritelere, birilerinin sistemin çarklarının güzelce dönmeye devam etmesi için koyduğu kariyer, toplumsal saygınlık ve kurumsal uyum gibi “adam olma” kriterlerinin şekillendirdiği hâkim kültüre kelimeler aracılığıyla atılmış bir yumruktur. Bu yumruk içine hapsedildiğimiz çirkin dünyanın sahiplerini nakavt etmeye yeter mi? Hiç sanmıyorum! Ama şundan eminim ki, tarihin en güzel sayfaları mağlup olarak kodlananların muazzam jest ve eylemlerini içerir. Tek başına kaldığı barikatı terk etmeyenler, idam sehpasını kendisi tekmeleyenler, kalabalıklar tarafından linç edilirken son gücüyle ayağa kalkanlar unutulmaz; en çok parası olanların, en güzel evlerde yaşayanların adları ise kimsenin aklında kalmaz.
Sık sık tekrarlıyorum, Benim Kanım, metin olarak politik manifesto işlevi üstlenmez, yol ve yöntem önermez, çare sunmaz. Benim Kanım’da yer alan öykülerde tekno-endüstriyel sistemin izolasyon boyutuna varan bir yalnızlığa, çaresizliğe ve yabancılaşmaya mahkûm ettiği alt orta sınıf erkeklerin yaşadıkları, hayal ve gerçeklikleri mevcut. Onların -dolayısıyla bizim-sürüklendiği/sürüklendiğimiz büyük çöküşün ruhsal dışavurumlarına odaklanmaya gayret ettim. Taklidin taklidinin altın çağını yaşadığı bu dünyada, yalandan ibaret bir söylem düzeninde varoluşa içkin anlam arayışının nafileliğine işaret ettim gücüm yettiğince. Tabii, özel olarak vurgulamalıyım ki, kitap sadizm, şiddet, intihar girişimi ve had safhada depresyon içeriyor, dolayısıyla siyaseten doğruculuğu ilke bellemiş cici çocukların bünyesine hiç uygun değil.
Benim açımdan yegâne önemli kriter, gerçek hislerle, gerçek düşüncelerle ve gerçek acılarla dolu olup olmaması. Bu konuda sınıfı geçtiyse gerisini umursamıyorum.
Cleon Peterson ‘Med City’ 2014
Bildiğini bilmezden, gördüğünü görmezden gelmek bana göre en büyük yavşaklıktır ve yaşadığımız topraklarda yayın dünyası büyük bir çoğunlukla yavşakların elindedir!
Yayımlandığından günümüze kitaba nasıl tepkiler geldi?
Benim Kanım’ın herhangi bir tanıtımının, reklamının, hatta çıktığını haber veren bir duyurusunun yapılmadığını biliyorsun zaten. Anaakım yayınevlerinin bazılarının metnin akışına müdahale etmek istemesi ve seçtiğim estetik formu kabul etmemeleri üzerine bu konuda herhangi bir zorluk çıkarmayacak butik bir yayınevi bastı kitabı. Kitaba destek veren uluslararası underground illüstratör kardeşlerimizin çizimleri bu sayede karşınıza gelebildi. Erman Akçay’ın hazırladığı muhteşem kapakla basılması da bu seçimin bir diğer kazancı. Kayıplara gelirsek, demin de dediğim gibi, yayınevi cephesinde kitabın herhangi bir duyurusunun bile yapılmaması, Benim Kanım’ı bir çeşit “korsan kitap” havasına büründürdü. Şu ana kadar beğenen, ilgi duyan insanların kulaktan kulağa birbirine aktarmasıyla kitabın adı duyuruluyor, bundan başka bir kanalımız yok açıkçası.
Buna rağmen punkların, skateboarderların, üniversiteli gençlerin beğeni dolu mesajlarını alıyorum; okunsun diye kitabı metro vagonunda bırakanları, alıntılar paylaşanları, elinde kitapla fotoğraf çektirip sosyal medyada paylaşanları görüyorum. Geçen gün Kadıköy’de kitap kapağının stencil olarak duvara işlendiğini de gördüm ve çok şaşırdım. Velhasıl, Benim Kanım, kitapla içerik ve biçim açısından bağ kuranlar tarafından içtenlikle sahipleniliyor. Diğer yandan, yıllarca çalıştığım dergi ve gazetelerde tanıştığım, hukukum olan yazarlar, editörler ve “tanınmış simalar” tarafından bilinçli biçimde görmezden geliniyor! Kendi camialarına mensup birileri Cin Ali seviyesinde bir metin kaleme alsa yere göğe sığdıramama yarışına giren bu zat-ı muhteremler Benim Kanım’ın adını bile anmıyor. Hani tek satır eleştiri bile yazsalar, hatta beğenmedik deseler, samimiyetlerine inanacağım da, bildiğini bilmezden, gördüğünü görmezden gelmek bana göre en büyük yavşaklıktır ve yaşadığımız topraklarda yayın dünyası büyük bir çoğunlukla yavşakların elindedir! Dostoyevski olsanız iktidar odaklarının kıçını yalamadan sesinizi duyuramazsınız bu coğrafyada. Yani, bizim yaptığımız aslında akıntıya karşı kürek çekmeye denk düşüyor.
“Güzel ve yalnız ülkemizde” herkes işini biliyor aslında. İşi bilmek, iş bitirici olmak sadece kapitalistlere ve patronlara mahsus bir ayrıcalık değil artık. Yazdığı kitaplarla üne kavuşan ihtiyar ve çirkin erkek yazarlar, kazandıkları bu şöhreti yazdıklarına hayran genç kadınlardan cinsel açıdan faydalanmak için kullanmayı biliyor. Şöhrete kavuşmak isteyen kadın yazarlar, kitaplarını bastırmak için popüler ve yaşlı erkek yazarların evlerine gitmeleri gerektiğini, orada kurulan bağlantıların yayınevlerine dosya gönderilerek kesinlikle kurulmayacağını biliyor. Yayınevlerinde editör olarak işe girmek isteyenler derebeyi misali koltuklara kurulmuş yayın sorumlularına yaltaklanmadan o kapılardan içeri adım dahi atamayacaklarını biliyor. Hasbelkader entelektüel alanda söz sahibi olmayı başarmış bütün erkekler, genelde çirkin ve vasıfsız olmaları nedeniyle, yanlarında çalışan olarak sadece kadınları görmek istiyor; kadın editörlerden, kadın asistanlardan bir ordu kuruyorlar. Çünkü koltuklarının onlara verdiği gücü kullanmadan herhangi bir kadınla ilişki kurma şansları olmayan zavallılardan mürekkep hepsi! Lakin onlarla çalışan kadınlar da ulaştıkları mevkilere mesleki becerilerinden ziyade kadın oldukları için ulaştıkları gerçeğini itiraf etmiyorlar. Yayın dünyasında erkeklerin çoğuna kapanan kapıların niye kendilerine sonuna kadar açıldığını sorgulamıyorlar. Velhasıl, alanın da, verenin de razı olduğu bir oyun oynanıyor yıllardır. Olan bizim gibi “işini bilmeyenlere” oluyor sadece!
Hem kendi deneyimlerim hem de bilfiil içinde yer aldığım dönemde yaptığım gözlemler neticesinde şunu net biçimde anladım ki, Türkiye yayın dünyası istisnasız olarak yaratıcılık ve zekâdan yoksun, esnaf zihniyetinin, ahbap çavuş dengelerinin hâkim olduğu bir çukurdur. Bu dünyadaki en temel kural, “Sen benim kıçımı yala, ben de seninkini yalayayım,”dır. Onun için bu topraklarda hakiki, özü ve sözüyle bir yazarlara rastlanmıyor artık.
Brutus – War (live in Ghent)
Lakin mülksüzler mülk sahiplerinden nefret etmediği sürece dünyada tek bir taşın yerinden oynamayacağı da bir diğer gerçek! Sonuçta kimse kendini kandırmasın, dünyayı güzellik kurtarmayacak!
Kolayca sevmek varken neden nefret kuşanıyorsunuz dünyaya karşı? Topluma uyum sağlamakta kötü olan ne var?
Topluma uyum sağlamak, başlı başına özgürlük ve özerklik hedefinden vazgeçmektir. Toplum adını verdiğimiz ilişkiler sisteminin temeli iktidar arzusuna dayanır, bireylere sosyal roller ve kurallar dayatılmadan da toplum var olamaz. Nitekim özgürlük ruhunun serpilip gelişmesinin önündeki en büyük engel bu kurallardır. Dolayısıyla toplumla, toplumun sürekliliğini garanti altına alan değer ve geleneklerle mücadele etmeden bir adım yol alamayız.
Valla, açıkça söylemem gerekirse, dünyada sevecek çok az şey kaldı. Zaten sevdiği şeyleri araştırmaya girişen herkesin nefret ettiği şeylerle karşılaşacağına ve birinin diğerine ulaşmayı engelleyeceğine inanıyorum. Yaşadığımız dünya herkesin herkesten nefret etmesi üzerine kurulu. Kadınlar erkeklerden, erkekler kadınlardan; çocuklar ebeveynlerinden, ebeveynler çocuklarından; yoksullar zenginlerden, zenginler yoksullardan; güzeller çirkinlerden, çirkinler güzellerden; akıllılar aptallardan, aptallar akıllılardan ölesiye nefret ediyor ve işin kötüsü herkes haklı.
Ayrıca şu hayatta bir insan sevdiklerinden, dostundan, yoldaşından, sevgilisinden (hepsinin önüne eski sıfatını koymayı unutmayalım) benim kadar kazık yediğinde motorunun çalışmaya devam etmesi için kullanabileceği tek yakıt olarak nefret kalıyor geriye. Benim Kanım’ın kapağında Love and Hate (Sevgi ve Nefret) dövmesinin mevcut olduğu yumrukları kullandık ama gerçekte-metafor değil hakikaten- benim her iki elimin parmaklarında da Hate (Nefret) dövmesi var.
Geçenlerde yazmıştım: Beyaz solculara göre nefretten sadece faşizm türeyebilir. Öyle bir ihtimal mevcut, tabii ki. Lakin mülksüzler mülk sahiplerinden nefret etmediği sürece dünyada tek bir taşın yerinden oynamayacağı da bir diğer gerçek! Sonuçta kimse kendini kandırmasın, dünyayı güzellik kurtarmayacak!
Jeremy Profit ‘Darty Cheval Eventré’ 2005
Kendi acısının mimarı olabilen, gerekçe dillendirme zorunluluğundan kurtulmuş, kaleminde mürekkep olarak kanını kullananlara yazar, diyorum ben. Gerisi bokuyla oynamaktan öteye gitmeyen pazarlamacılardan ibaret.
Altkültürün tüketim aracı olması hakkında neler diyebilirsiniz? Yani bir altkültürün tanınır olması iyi mi, kötü mü?
Guy Debord’un ustalıkla tarif ettiği Gösteri Toplumu, bir dönem egemen kültürün karşısına dikilmiş, ona meydan okumuş alternatif kültürel akımların zamanla sisteme içkin kılınması, hatta tüketim nesnesi haline getirilmesi üzerine kurulu. Bu nedenle yıkıcı ruhu sürekli teyakkuz halinde tutmayan her altkültür, bir aşamadan sonra gevşemeye, sistemin normlarına dahil edilmeye mahkûm. Punk’ı düşünelim mesela. 80’lerin başlarında sokağın, uyumsuzluğun, var olanı reddedişin şiirsel estetiğini yansıtan punk, büyüyüp geliştikçe Sex, Drugs and Rock’n Roll dejenerasyonunun bir parçası haline geldi ve hedonizme, uyuşturucu kültürüne teslim oldu. Onun içinin boşaltılmasına isyan edenler hardcore altkültürüyle direniş fitilini ateşledi. Yani, demem o ki, herhangi bir altkültürün sonsuza kadar sistem karşıtı bir misyon üstlenmesi imkânsız. Hepsinin bir son kullanma tarihi var ve ayakta kalanların nostaljik duygularla oyalanmayı bir tarafa bırakıp yeni olanın, eskinin zaaflarını ve çürümüşlüğünü aşanların yanında saf tutması gerekiyor. Bitmeyen bir bayrak yarışı olarak tarif edebiliriz bu durumu.
Bir öykünüzün sinemaya uyarlanması istense hangisini seçerdiniz? Bence hepsi oldukça sinematografik ve kültürel sabotaj içeriyor.
Teşekkür ederim. Şu ana kadar okurlar tarafından en çok ilgi gören, “Keşke devam etseydin, roman formunda ilerleseydin,” denilenler “Şövalye” ve “Barok Seven Hamamböceği”. Fakat en başta da belirttiğim gibi, benim için “Hiç”in yeri ayrı, onun peliküle aktarılmasından memnun olurdum.
‘Gerçeklik Bir Hayaldir’ détournement by Gökhan Gençay x Erman Akçay / İst.Fest 2014, İstanbul
Okunmasını önerdiğiniz yazarlar var mı? Benim Kanım’ı okumamış birinin dayak yemeden önce antrenman yapması gerekir, diye düşünüyorum.
Kendi acısının mimarı olabilen, gerekçe dillendirme zorunluluğundan kurtulmuş, kaleminde mürekkep olarak kanını kullananlara yazar, diyorum ben. Gerisi bokuyla oynamaktan öteye gitmeyen pazarlamacılardan ibaret.
Chuck Palahniuk’u, Irvine Welsh’i, Bret Easton Ellis’i, Tibor Fischer’ı saymama gerek yok sanırım, eserleri üzerine defalarca yazdım çünkü. Boris Vian’a, Amy Hempel’a, Albert Camus’ye, Henry Miller’a, J.D. Salinger’a, Paul Nizan’a, Jack Kerouac’a, J.G. Ballard’a hayranım. Philippe Djian’ı, Erlend Loe’yü, Linda Boström Knausgaard’ı, Elfriede Jelinek’i ve Tim Winton’ı da seviyorum. Metni belagat ve tasvire boğup olay örgüsünü umursamayanları, “büyük büyük” yazmaya çalışıp okurun ağzına sıçanları, eylemsiz karakterler yaratanları sevmiyorum. Anlatabilmişimdir umarım.
Müzik, sinema, edebiyat alanlarında yıllardır itinayla en aykırıları, uyumsuzları ve yıkanmak istemeyen çocukları bulup tanıtmaya çalıştığınızı görüyorum. Bu hususta edindiğiniz bilgi ve deneyimleriniz nelere mal oldu?
Esasında özel bir çaba gerekmiyor bunun için. Herkes kendine yakın olanı, kendini ait hissettiklerini öne çıkarır, sevdiklerinin sevilmesini ister. Üzerine söz söylediğim isimlerle aynı kaderi sahipleniyor, aynı rotada yürüyorum, onun için onlar bana dışarıdan birileri gibi gelmiyor, ait olduğumuz kabilenin asli özneleri hepsi. Sınıfsal ve kültürel yönlerden de ortaklığımız söz konusu. Benzer acıları çekiyor, aynı sorunlarla boğuşuyoruz.
Bu rotadan ilerlemenin bir faydasını gördüm mü? Tabii ki, hayır! Sefalet, sıkıntı, yokluk… Gelen her günün bir öncekinden daha kötü gelişmelere gebe olmasına alıştırıyorlar insanı. Onuruna, değerlerine sahip çıkmak ve bir çeşit Bushido (Samurayın Yolu) ahlakıyla var olmaya çalışmak kolay değil. Üstelik çevreniz kendini satmayı marifet bilen, -miş gibi yapıp rol keserek parsa toplamaya çalışan aşağılık insanlarla doluyken daha da zor. Velhasıl, bizim gibilere sadece istediğimiz gibi ölme serbestliğini tanıyorlar. Nihayetinde biz hayata küsmüyoruz ama hayatla aramızdaki ilişki bir noktadan sonra tek taraflı aşka dönüşüyor, onun da mutlu bir finale evrilmeyeceği açık.
Matrix esprisinden yürürsek, kırmızı hap yerine maviyi tercih edenlerin kazandığı, mutlu olduğu bir dünyadayız. Öyle ki, hakikati, onuru tercih etmek en büyük günah sayılıyor ve kimse günahkârları çevresinde görmek istemiyor! Şöyle bir etrafıma bakıyorum da, soyumuzun giderek tükendiği net biçimde görülüyor.
Uyumsuzlar Fraksiyonu Flyer ‘Exploited’ (2014)
Teke tek dövüşme şansınız olsaydı rakip olarak ilk beşte kimleri seçerdiniz? Nedenleriyle birlikte öğrenebilir miyiz?
Bu dövüşlerin dayak atma motivasyonuyla örgütlenmediğini belirteyim önce. Fight Club misali birbirimizi özgürleştireceğimiz, attığımız ve yediğimiz yumruklardan gocunmayacağımız, finalde birbirimize sarılacağımız onurlu rakipler seçeceğim onun için.
Boks ve muay-thai gibi dövüş sporlarıyla aktif olarak ilgilenen bir insan olarak, ilk dövüşümün uyumsuzların önderi, alter-egom Arthur Cravan’la olmasını isterdim. Biliyorsun, kendisi zamanın dünya ağır sıklet boks şampiyonuyla maça çıkabilecek cesarete sahipti ve ringte ona altı round dayanabilen, “boksu edebiyata yeğlediğini” açıkça ifade eden bir avangarttı. İki metreye yakın boyu (ben de 1.90’ım) ve çevikliğiyle zorlu bir rakip olurdu, diye düşünüyorum.
İkinci rakibim de tabii ki Ernst Hemingway. Yumruklarını kullanmaktan imtina etmeyen, özü sözü bir, karakter sahibi bir yazardı kendisi. Alkol bağımlılığı ve fazla kiloları ringte onu zorlar ve maça hızlı başlayarak beni hemen indirmeye çalışır, sonra da yorulup savunmaya geçerdi muhtemelen. İlk iki round onun ofansif tarzına direnebilirsem galip geleceğime inanıyorum.
Üçüncü maçım yaşayan yazarlar arasında en çok sevdiğim, hayranlığımı defalarca dillendirdiğim Chuck Palahniuk’la olsun. Chuck, düzenli olarak fitness yaptığı için formunu koruyor lakin yumruklarını kullanmakta ciddi sorunları olduğunu düşünüyorum. Nitekim Fight Club romanına esin veren de sokakta sarhoş bir grup genç tarafından ağır biçimde dövülmesiydi. Her ne kadar ona kıyamayacağımı düşünsem de, en kolay galibiyete bu maçta ulaşırım gibi geliyor.
Dördüncü rakibim Japon yazar Yukio Mishima. Dürüst olmam gerekirse, beni en çok endişelendiren kapışma da bu olurdu. Yıllarca ağır idmanlar yaparak bedenini güçlendiren, karate ve judoda usta seviyesindeki Mishima’yı yenme şansım olacağını sanmıyorum ama elimden geldiğince ayakta kalmaya çalışırdım karşısına çıkma olanağım olsaydı.
Beşinci ve son maç için de Bertrand Cantat’ı seçiyorum. Dağılan Noir Desir’in solisti, müzik tarihinin en duygulu ve öfkeli seslerinden, şiir olarak nitelenebilecek şarkılar besteleyen Bertrand’ın fiziği yeterince sağlam olsa da, çektiği acıların ruhunda ağır hasarlar bıraktığı malûm. Dolayısıyla onunla ringe çıktığımızda birbirimize yumruk atmaktansa sımsıkı sarılıp birlikte gözyaşı dökeceğimizi tahmin etmek için kâhin olmaya lüzum yok.