
Fransız yeraltı grafik aleminin ele avuca sığmaz kişiliklerinden biri olan sanatçı Captain Cavern, 30 yılı aşkın bir süredir pop, kübist ve saykodelik desenleriyle bizleri büyülüyor. Onun dünyasında ufak, yeşil cüceler halüsinasyonlar görüyor.
Söyleşi: Paskal Larsen, Paris, Aralık 2011 / foutraque.com
Türkçesi: Ebru Erbaş
Usta bir çizgi-romancı, illüstratör ve ressam olan Captain’in bizleri renkli dünyalara taşıması için çizgi roman kahramanlarının, tokmaklarıyla kafamıza vurmasına gerek yok; onun kalemleri, fırçaları ve mürekkebi var. Serbest çizim akımına (Di Rosa, Kriki, Kiki Picasso, Speedy Graphito) yakın olan Captain Cavern, tıpkı gemisine sadık bir korsan gibi çizgisini grafik fanzinlerin açık sularında yüzdürüyor. Otuz yıl boyunca, sınırlı sayıda yayımlanan işlerden gazete bayilerinde satılan ticari edisyonlara kadar, baskı resim macerasının tüm badirelerini atlatmış biri olarak o, “Do It Yourself” ruhunun bir nevi grafik hafızası.
Paris’in gece kulüplerinde, barlarında ve tıpkı onun mürekkebi gibi iz bırakan punk rock sound’unun işgal ettiği konserlerde sık sık karşılaşırsınız onunla. Captain grafik sergilerinde, elinde bir kadehle, hem eğlenceli hem de eleştirel olabilen zihniyle tartışırken de görülebilir. Zira Captain’in hoşuna gitmeyen bir sürü şey de vardır! Çevresini saran tüm sanatçılara ve müzisyenlere yağcılık yapacak bir tip değildir o, bir karakteri vardır. Ama her şeyden öte, o bir tutku insanıdır. Çizim ve rock müzik onun yaşam kaynaklarıdır. Çizimin ve rock’n roll’un olmadığı bir gün yoktur onun hayatında.

– FRANÇAİS –
Depuis plus de 30 ans, l’artiste Captain Cavern, figure et gueule incontournable de la scène graphique underground hexagonale, enchante notre regard par ses dessins pop, cubistes et psychédéliques. Chez lui les petits hommes verts ont des hallucinations!
interview: Paskal Larsen, Paris, Décembre 2011 / foutraque.com
Dessinateur, illustrateur et peintre, le Captain est muni, non pas de la massue du personnage du dessin animé, mais de ses stylos, crayons, feutres et pinceaux, pour nous concocter des univers haut en couleurs. Proche de la figuration libre (Di Rosa, Kriki, Kiki Picasso, Speedy Graphito), Captain Cavern traine sa plume dans la friche du milieu des graphzines, tel un viking accroché à son bateau. En 30 années, il aura vécu tous les aléas du support papier, de la version édité en petit nombre d’exemplaire, jusqu’à celle édité en kiosque. Il est en quelque sorte la mémoire de l’esprit “Do It Yourself” version papier.
Le Captain, on le croise régulièrement à Paris dans les “petits” concerts punk rock qui se joue dans les caves, bars et autres squats dédiés au son qui tache, comme son coup de crayon. Le Captain, on le voit aussi causer dans des expos de graphisme, un verre à la main, et l’esprit à la fois jovial et critique. Car le Captain, il y a pleins de chose qu’il n’aime pas! Il n’est pas du genre à cirer des pompes sur tous les artistes et rockeurs qui l’entourent, il a son caractère. Mais surtout, c’est un passionné. Le dessin et le rock, c’est pour lui une ressource vitale. Il n’y a pas un jour, où chez lui le dessin et le rock sont absent. Bref le Captain, on l’aime bien, et c’est pour ça qu’on lui donne la parole.

Neden mahlas olarak bir çizgi roman karakterini seçtin? Hanna & Barbera çizgi filmlerinin hayranı mıydın? 82’den 84’e kadar Der Pim Pam Poum isimli bir grupta saksafon çalıyordum. 1983’te Blank adlı grafik dergisine katıldım ve bu sayede daha sonraları Ripoulin Kardeşler ve Placid ile Muzo olarak tanınacak tiplerle tanıştım. İlk çizimler Der Pim Pam Poum imzasıyla yayınlanıyordu ama sonra topluluk dağıldığında benim de başka bir şey bulmam gerekti. Önceleri D. Sonic (Duck Sonic) takma adını kullandım ve ilk kişisel grafik fanzinim olan Vertèbres Comics’i bu isimle yayınladım. Ama aynı dönemde Dominic Sonic de kendinden söz ettirmeye başlamıştı ve ben de Captain Cavern adını seçtim. Adı geçen çizgi romana özellikle bayılıyor değildim ama bu ismin hoşuma giden, tarih öncesi rock’a dair, ağır ve şapşal bir tarafı vardı (Primitive, The Crusher) ve bilhassa bu ahmak görünüşünün ardında, Yunan mitolojisinde ölülerin ruhlarını toplayan cehennem gemisinin kaptanını çağrıştırıyordu bu isim bana. Bu ismi ilk kez 1985 Mayıs’ında, Ripoulin Kardeşler’in Opera mahallesinde gerçekleştirdiğim bir korsan afişleme esnasında kullandım.
Senin çizim dünyasına atılman nasıl oldu? Annem. Hayali moda desinatörü olmaktı ama hayat kendisini farklı bir alana savurmuştu. Dolayısıyla küçüklükten itibaren benimle birlikte resim yaparak tutkusunu bana aktardı. Sonrasında daha okumayı bile öğrenmeden çizgi romanları büyük bir açlıkla yalayıp yutmaya koyuldum. Olay örgüsünü ancak görsellere bakarak takip ediyordum ve ailenin tek çocuğu olarak çizim yapmak, hayatımda gerçekten belirleyici oldu. Sadece bir kalem ve bir kağıtla önümde hayal dünyasının tüm imkanlarını açarak beni çevremi kuşatan sıkıntılardan kurtardı.

Pourquoi avoir choisi le nom d’un personnage de dessin animé comme pseudo ? Tu es un fan des cartoons d’Hanna & Barbera ? De 82 à 84 je jouais du saxophone dans un groupe nommé Der Pim Pam Poum. En 1983 j’ai participé au graphzine Blank grâce auquel j’ai fait la connaissance des futurs Ripoulins et de Placid et Muzo. Les premiers dessins étaient signés Der Pim Pam Poum, mais comme le groupe a splitté je devais trouver autre chose. Ce fut d’abord D. Sonic (Duck Sonic), pseudo sous lequel j’ai publié mon premier graphzine personnel, Vertèbres Comics. Mais au même moment il y avait Dominic Sonic qui commençait à faire parler de lui, donc j’ai choisi Captain Cavern. Le dessin animé ne me plaisait pas particulièrement, mais dans le nom il y avait d’une part un côté rock préhistorique, lourd, crétin qui me plaisait (Primitive, The Crusher), et surtout, derrière le côté débile, ce nom évoquait pour moi le capitaine du bateau des enfers qui recueille les âmes des morts dans la mythologie grecque. J’ai utilisé ce nom pour la première lors d’un affichage sauvage 4×3 des Frères Ripoulins dans le quartier de l’Opéra en mai 1985.
Qu’est ce qui a été le déclic, pour te lancer dans le dessin? Ma mère. Elle avait rêvé d’être dessinatrice de mode, mais la vie en a décidé autrement. Elle m’a donc transmis sa passion en dessinant avec moi quand j’étais petit. Puis, tout naturellement, avant de savoir lire, je feuilletais avec avidité les bandes dessinées dont je suivais les péripéties en regardant justes les images. Le dessin a réellement été décisif pour moi en tant que fils unique. Il m’a sauvé de l’ennui environnemental en m’ouvrant tous les possibles de l’imaginaire avec un stylo et une feuille de papier.

Kendini nasıl tanımlıyorsun; grafiker, illüstratör, çizer, sanatçı? Çizimin temel önemine rağmen kendimi her şeyden önce bir kaçak olarak kabul ediyorum. Çizim de bana kaçış imkanı sunan ilk şeydi.
Sanatçı bir ailede mi doğdun? Bir sanat ortamında mı büyüdün? Kuşkusuz ki bu canavarı ailemin sanat alanında yaşadığı hüsran besledi.
Sanat eğitimi aldın mı, yoksa kendi kendini mi yetiştirdin? Çizimi toplumdan kaçmanın bir yolu olarak benimsediğimden, ergenlik çağlarımda bir sanat okuluna gitmenin beni yönlendiren ilkel gücü tehlikeye atabileceğini düşünüyordum. Ve ben de kendimi boşluğa saldım.
Bize kariyerinin önemli aşamalarından, önemli anlarından bahsedebilir misin? Karşılaştığın insanlar, grafik çevrelerindeki yerin? 1977’de Philippe Manœuvre’le tanışmak için Métal Hurlant dergisine gittim. Her iki girişimimde de ciddiye alınmadığım için iki yıl boyunca çizmeyi bıraktım. 1980’de kendimi toparladım ve her gün çizim yapmaya zorladım. Belirttiğim gibi 83’te grafik fanzinleri çıkartan insanlarla tanıştım. 1984’te Xavier Veilhan sayesinde ilk çizimlerimi Zoulou’da yayınladım. Sonra Blank’ın kurucusu olan Jissé beni pentüre yönlendirdi. Serbest Figürasyon hareketinin çok canlı olduğu zamanlardı. Pentür bendeki cevheri açığa çıkarttı. Başlarda Nina Childress’den çok etkilenmiştim. Onun yaptığı televizyon yıldızlarının sinir bozucu portreleri, çok eğlenceli konuların kapısını aralıyordu.
Tu te considère comme graphiste, illustrateur, dessinateur ou artiste? Malgré l’importance fondamentale du dessin pour moi, je me considère plus comme un évadé qu’autre chose. Le dessin ayant été le premier moyen d’évasion.
Tu es né dans une famille d’artiste ? Tu as grandi dans un milieu artistique? C’est sans doute la frustration artistique de ma famille qui a engendré le monstre.
Tu as fait une école d’art ? Si oui tu y a appris des techniques qui t’on servi? Ou bien tu es autodidacte ? Considérant le dessin comme moyen d’échapper à la société, je pensais à l’adolescence que faire une école d’art risquait de mettre en danger la force primitive qui m’avait conduit. Et je me suis donc lancé dans le vide.
Tu peux nous parler/évoquer les grandes étapes/grands moments qui ont parcouru ta carrière ? Nous parler de tes rencontres, ta place dans le milieu du graphisme?Je suis allé voir Philippe Manœuvre à Métal Hurlant en 1977. Ayant été éconduit à deux reprises, j’ai arrêté de dessiner pendant deux ans. En 1980 je me suis ressaisi et je me suis forcé à dessiner tous les jours. Comme je l’ai dit précédemment, en 83 j’ai rencontré des gens qui faisaient des graphzines. Grâce à Xavier Veilhan j’ai publié mes premiers dessins dans Zoulou en 1984.
Puis Jissé, fondateur de Blank, m’a poussé à faire de la peinture. C’était en pleine effervescence de la Figuration libre. La peinture, ce fut une révélation. Au départ j’ai été très influencé par Nina Childress. Ses portraits grinçants de célébrités télé ouvraient les portes aux sujets les plus triviaux.

Sen Bazooka ile birlikte grafik fanzinlerinde çizen/ editörlük yapan ilk sanatçılar arasındasın. Bize bu medyada, bu düşük tirajlı basılı mecrada hoşuna gidenin ne olduğunu söyleyebilirsin. Grafik fanzinlerinin 80’li yıllardan (Bazooka), 90’lara (Le Dernier Cri) oradan da günümüzde infografik alanındaki ileri düzeylere kadar gelişimi hakkında ne düşünüyorsun? Yani kısaca bu underground basın/ dergi/ fanzin ortamının neyini seviyorsun? İlk çizimlerimi grafik fanzinlerinde yayınlamam gayet doğal bir durumdu. Bununla birlikte Bazooka’ya daha 1976’da telefonla ulaşmıştım: “Çizerlerle görüşme yapmıyoruz.” Fanzinlerin sevdiğim tarafı, iki zımbayla tutturuluveren, gayet ucuz, sade fotokopiler olmalarıydı. Bu basit halleri hoşuma gidiyordu.
Günümüzde grafik sanatlarına nasıl bakıyorsun? Hey! gibi dergiler hakkında ne düşünüyorsun? İşin şıklık tarafı beni dehşete düşürüyor.
Bizlere 80’li yıllardaki grafik ortamının atmosferini anlatabilir misin? Zira sen Bazooka, Ripoulin Kardeşler, Speedy Graphito ile birlikte bir çok iş yaptın. Halen Punk ve Do It Yourself patlamasının etkisi altındaydık. Bir takas ruhu vardı ve işbirlikleri yaygındı. Gerçek bir rekabet pek hissetmedim. Serbest figürasyon akımı sanatı daha da matraklaştırıyordu.
Tu as fait parti (avec Bazooka) des premiers artistes à éditer/dessiner dans les graphzines. Tu peux nous dire ce qui te plait dans ce médiat, ce support papier à petit tirage. Tu penses quoi de l’évolution des graphzines des années 80 (Bazooka), années 90 (Le Dernier Cri) jusqu’à aujourd’hui avec les logiciels très poussé en infographie. Bref qu’est ce qui te plait dans cette presse/revues/bouquins underground? C’est par la force des choses que j’ai publié mes premiers dessins dans les graphzines. J’avais pourtant contacté Bazooka par téléphone dès 1976 : « On ne reçoit pas de dessinateurs » .
Ce qui me plaisait dans les fanzines, c’était le côté photocopie crado avec deux agrafes pas cher à faire. C’est l’urgence qui me plaisait, pas le style objet d’art artisanal qui s’était déjà abondamment développé dans les cassettes autoproduites et qui va se généraliser par la suite dans les graphzines.
Quel regard, portes-tu aujourd’hui sur le graphisme ? Que penses-tu d’une revue comme Hey ? Le côté chic me choque.
Tu peux nous raconter l’ambiance du milieu graphisme dans les années 80 ? Car tu as côtoyé Bazooka, Les Frères Ripoulin, Speedy Graphito. On était encore dans les retombées de l’explosion punk et le Do It Yourself. Il y avait un esprit d’échange et les collaborations étaient nombreuses. Je n’ai pas ressenti de véritables rivalités. La Figuration libre rendait l’art plus drôle. Le marché de l’art donna quelques temps l’illusion d’une libération possible.
Geçenlerde Bilan Provisoire 1 isimli yeni bir grafik dergisinin yapımında yer aldın. Bizlere biraz bu sanat dergisini tanıtabilir misin, nasıl bir konsepti var ve senin nasıl bir katkın oldu? Bilan Provisoire’ın ilginç tarafı, disiplinlerarası ve kuşaklararası bir dergi olarak Dada, Panique hareketi, benim kuşağım ve gençler arasında bir bağ kurmasıydı. Gerçek anlamda bir konsepti, teması, belirli bir yönelimi olmamasını da takdir ediyorum ama sanki bu değişecek gibi.
Gazete bayilerinde satılan dergiler hakkında ne düşünüyorsun? NMPP sistemi ‘marjinal’ dergiler açısından sürdürülebilir mi? Ben de Vertige adında, yedi sayı süren bir dergi çıkarttım (editörün notu: 2005 Ekiminde, Paris’teki Art Factory’de bir sergisi gerçekleşti). Başlangıçta her katılımcıya ödeme yapılıyordu ama sonunda editör ortadan kaybolunca kimseye para verilemedi. Journal de la Haute-Marne’ın rotatiflerinde, tabloit formatında basılmak rüya gibi bir şeydi. En umulmadık bayilerde tesadüfen Vertige’le karşılaşmak mümkün olduğu gibi pekçok bayide aranıp bulunmadığı da oluyordu. Denize salınmış, kısa ömürlü bir mesaj şişesiydi o ama yine de Paris Turf’ün ya da Femme actuelle’in yanında onunla karşılaşmak eğlenceliydi.
Ancak NMPP sistemi hiçbir zaman maceraperest yapılara pek uygun olmadı. Üstelik basının yaşadığı bozgun, süreç içinde giderek daha da ağırlaştı. Buna karşılık dijital baskıda yaşanan ilerlemeler, internet ve birkaç cesur kitapçı üzerinden yayılan daha esnek bir üretimi destekledi.
Tu viens de participer à la réalisation d’un nouveau graph(mag ?) qui s’appel Bilan Provisoire 1. Tu peux nous présenter cette revue artistique, son concept et nous parler de ta participation ? Ce qui est intéressant dans Bilan Provisoire c’est que c’est une revue transdisciplinaire et transgénérationnelle faisant le lien entre Dada, le mouvement Panique, ma génération et les jeunes. J’appréciais aussi qu’il n’y ait pas vraiment de concept, de thème ni de direction particulière mais il semblerait que ça va changer.
Tu peux nous parler de ta vision des magazines en ventes en kiosque. Le système NMPP est t-il viable pour les revues « en marge » ? J’ai moi-même fait un journal nommé Vertige qui a duré sept numéros (NDLR : Une exposition a eu lieu à l’Art Factory à Paris en oct.2005). Chaque participant était tout d’abord payé puis à la fin personne quand l’éditeur a mis la clé sous la porte. C’était fabuleux d’être imprimé au format tabloïde sur les rotatives du Journal de la Haute-Marne. On pouvait trouver Vertige par hasard dans les kiosques les plus improbables, ou bien le chercher sans succès dans plusieurs autres kiosques. C’était une bouteille à la mer éphémère, mais c’est plutôt amusant de trouver ça à côté de Paris Turf ou de Femme actuelle.
Mais le système des NMPP n’a jamais été très favorable aux structures aventureuses. En outre la déconfiture de la presse ne fait que s’aggraver au fil du temps. Par contre les progrès de l’imprimerie numérique favorisent une production plus souple diffusée par internet et quelques libraires courageux.


Senin çizim tarzın insana çocukluğunu, ‘küçük mikileri’ hatırlatıyor. Çocukluğun senin için bir ilham kaynağı mı? Çocukken neler okurdun, ne tür yayınları severdin? Kimleri örnek aldın, favori sanatçıların, çizerlerin kimlerdir? Çocukluğum, toplumsal yabancılaşmayla kıyasıya bir mücadeleden ibaretti ve bu durumun yol açtığı eksiklikler ve zorluklara rağmen gücümü hâlen buradan alıyorum. Söylediğim gibi, daha okumayı öğrenmeden çizgi romanları yalayıp yutuyordum. Genellikle küçük formatlıydı bunlar (Blek, Akim, Tartine, Battler Britton…) ve ayrıca Mickey dergileri, Tenten dergileri (albümleri değil, onlar çok pahalıydı). Okuduğumu hatırladığım ilk kitap Oz Büyücüsü’ydü. O kadar hoşuma gitmişti ki bitirir bitirmez tekrar okumuştum.
Televizyonda Pierre Tchernia’nın sunduğu Jeux du jeudi programına bayılırdım; sonunda Club Mickey ve Zorro olurdu. Ayrıca Cinq dernières minutes programının da büyük bir hayranıydım ve Raymond Souplex’in ölümüne kadar takip ettim. Ve sonra tabii Belphegor, Les Shadoks, Le Prisonnier…
Hayatımı değiştiren iki görsel şok yaşadım: 1974’te Kraftwerk’in Autobahn albümünün kapağı ve 1975’ten itibaren de Bazooka grubu. O noktadan sonra işin esasına dalmak gerektiğini hissettim.
Sen Picsou magazine’de de çalıştın.Bize bu deneyimden bahsedebilir misin? Küçük bir düzeltme: Ben Picsou Magazine’in eki olan ve baş editörlüğünü Charlie Schlingo’nun yaptığı Coin-Coin’da çalıştım. (Editör notu: Schlingo, Profesör Choron’nun arkadaşıydı ve lanetli Hara-Kiri’de çizmişti).


Ton style de dessin fait penser à l’enfance, aux « petits mickeys ». Ton enfance est t-il une source d’inspiration ? Quand tu étais enfant, tu lisais quoi et tu aimais quel type d’émission ? Quels sont tes modèles, artistes dessinateurs préférés ? Mon enfance a été une lutte acharnée contre l’aliénation sociale et malgré les tares et les difficultés que ça a engendré, c’est là qu’est ma force. Comme je l’ai dit précédemment, je dévorais les bandes dessinées avant de savoir lire. C’était principalement des petits formats (Blek, Akim, Tartine, Battler Britton…), et aussi le Journal de Mickey, le journal de Tintin (pas les albums, trop chers).
Le premier livre que je me souviens d’avoir lu c’est Le Magicien d’Oz dans la Bibliothèque Rose. Il m’a tellement plu que je l’ai relu immédiatement après l’avoir terminé. A la télé j’adorais les Jeux du jeudi présentés par Pierre Tchernia où à la fin il y avait le Club Mickey et Zorro. J’étais aussi un grand fan des Cinq dernières minutes que j’ai suivi jusqu’à la mort de Raymond Souplex. Et puis, bien sûr Belphegor, Les Shadoks, Le Prisonnier…
Deux chocs visuels ont changé ma vie : la pochette du disque Autobahn de Kraftwerk en 1974 et le groupe Bazooka à partir de 1975. A partir de là j’ai senti qu’il fallait aller à l’essentiel.
Tu as travaillé chez Picsou magazine. Tu peux nous parler de cette expérience ?Petite erreur. J’ai travaillé pour Coin-Coin qui était un encart dans Picsou Magazine et dont le rédacteur en chef était Charlie Schlingo (NDLR : Il était un pote du Professeur Choron, et il a dessiné dans le sulfureux Hara-Kiri), ce qui change tout.

Tarzına geri dönersek, ben senin işlerindeki pop renkleri çok seviyorum. Bize işin tekniğinden bahsedebilir misin? Nelerden ilham alırsın? Kendini Di Rosa gibi sanatçıların serbest figürasyon hareketine yakın hissediyor musun? Başlıca ilham kaynaklarımdan biri de Villemot, Savignac, Jean Carlu gibi sanatçıların 50’li yıllarda ürettikleri reklamlar oldu. Bu görsellerdeki yaşam sevinci, basitlik, savaş sonrası dönemin coşkusu hoşuma gidiyordu. Giscard’lı yılların hıncıyla karışık bu neşe ve onları kuşatan belli bir siyahlık pentürlerimin renkleri oldu.
Sen Art Brut’ü de seviyorsun. Bu akım senin için bir ilham kaynağı sayılır mı? Televizyon yayınlarında keşfettiğim Le facteur Cheval ve Picassiette, basit bir hayalden yola çıkarak dünyaya meydan okunabileceğinin kanıtlarıydı. Art Brut’te muzaffer olmuş aykırı tiplerin örneklerini buldum. Ancak bazı Art Brut severlerin ve özellikle de hiçbir kitabının sonunu getiremediğim Jean Dubuffet’in diktatörlük yanlısı ve sekter yönlerini keşfedince kuşkuya kapıldım.
İster çağdaş ister eski olsun, kurumsal sanatla savaş halinde olmadığımı da belirtmek isterim. Marka, sadece sanatçının ultra şifreli niyetinin sezilebildiği bir salonun boşluğu kadar dehşete düşürmüyor beni.
Pour revenir à ton style, j’aime beaucoup les couleurs pop de tes peintures. Tu peux nous parler de ta technique ? L’inspiration, tu la puise où ? Te sens tu proche du mouvement de la figuration libre, des artistes comme Di Rosa ? Une de mes inspirations majeures fut aussi la publicité des années cinquante avec des artistes comme Villemot, Savignac, Jean Carlu. Ce qui me plaisait dans ces images c’était la joie de vivre, la simplicité, l’exultation d’après guerre. Cette joie mélangée à la rage provoquée par les années Giscardet une certaine noirceur ambiante a servi de couleur à mes peintures.
Tu es amateur d’art brut. Cet art est t-il une source d’inspiration pour toi ? Le facteur Cheval et Picassiette, que j’ai découverts dans des émissions de télé étaient la preuve qu’on pouvait défier le monde à partir d’un simple rêve. J’ai trouvé dans l’art brut des modèles d’outsiders victorieux. Mais je suis devenu sceptique en découvrant le côté dictatorial et sectaire de certains amateurs d’art brut et notamment de Jean Dubuffet dont je n’ai jamais pu terminer un livre. Je tiens à préciser que je ne mène pas un combat contre l’art institutionnel, qu’il soit contemporain ou ancien. Le monochrome ne me fait pas horreur, pas plus que le vide d’une salle ou n’est perceptible que l’intention ultra cryptée de l’artiste.
Punk-rock’ı ve endüstriyel brutal müziği de seviyorsun. Rock müziği, onun evreni, konserleri senin çalışmalarını etkiliyor mu? 17 yaşımdan önce müzik dinlemezdim. Bir akşam televizyonda Dossiers de l’écran programını izlerken Blackboard Jungle filminin jenerik müziği olan, Bill Haley’in Rock Around the Clock şarkısına denk geldim. Beni tetikleyen bu oldu. Çok geçmeden Gene Vincent’ı, Velvet Underground’u ve Alman rock’unu (bilhassa Kraftwerk, Neu! ve Cluster) keşfettim ve hayran oldum. Ve sonra da devamı geldi.
19 yaşımda ilkel bir free punk endüstriyel tarzda saksafon çalmaya başladım. O zamanlar her şeyin birden yapılabileceği düşünülüyordu ve hatta şimdi hala bile bu düşünce geçerli ama bence bu bir hata. Yine de kötü de olsa müzik yapmak bana imgeleri kavramsallaştırmanın farklı bir yolunu kazandırdı. Ve bence imgelerin bu müzikalitesi temel önemde.

Tu aimes la musique punk-rock et l’indus-bruitiste. La musique rock, son univers, ses concerts, ont-ils une influence sur ton travail? Avant l’âge de 17 ans je n’écoutais pas de musique. Un soir, en regardant les Dossiers de l’écran à la télé, j’ai entendu Rock Around the Clock de Bill Haley, la chanson du générique du film Graine de violence. Ca a été le déclic. J’ai découvert peu après, avec émerveillement, Gene Vincent, le Velvet Underground et le rock allemand (surtout Kraftwerk, Neu ! et Cluster). Et ce qui devait s’ensuivre s’ensuivit.
A 19 ans je me suis mis à jouer du saxophone dans un style proto free punk indus. A l’époque, et même encore maintenant, on pensait qu’on pouvait tout faire à la fois, mais à mon avis c’est une erreur. Pourtant jouer de la musique, même mal, m’a apporté une autre façon de concevoir les images. Et cette musicalité des images me semble essentielle.
source: foutraque.com