İlk gösterimi 2017 yılında ‘Coğrafyalararası Anarşist Film Festivali’nde yapılan, orjinal adı “Ni Dieu ni maître, une histoire de l’anarchisme” olan Tancrède Ramonet’in yönettiği ‘Ne Tanrı Ne Efendi – Anarşizmin Tarihi’ belgeselinin Türkçe altyazılı ilk bölümü. Belgesel, Sinoplu Diyojen’den Pierre-Joseph Proudhon’un “Mülkiyet Nedir?”ine ve İspanya Devrimi sonunda Barselona’nın düşüşüne, Japonya’dan Amerika’ya ve bir çok coğrafyaya uzanan anarşizmin hikayesini iki bölüm halinde aktarıyor. Tarihsel-politik boşluklara rağmen, Anarşizmin ilk ortaya çıkışını zaman-dizin bakımından ele alması ve Anarşist hareketin tarihine, aktörlerine dair görsel ve informatif kaynaklar sağlaması açısından kusursuzluğunu koruyarak, izleyiciye önemli ve zengin bir bilgi kaynağı oluşturduğunu söyleyebiliriz.
‘Né du capitalisme, frère ennemi du communisme d’état, l’anarchisme n’a eu de cesse de souffler son vent de justice et de liberté sur le monde. Et si certains libertaires purent se changer en criminels, jouant du revolver ou faisant parler la dynamite, on oublie qu’ils furent nombreux à proposer des alternatives et initier les grandes révolutions du XXe siècle.
À partir d’images d’archives inédites, de documents oubliés, d’entretiens exclusifs avec les plus grands spécialistes du mouvement ouvrier, ce film en deux parties raconte pour la première fois l’histoire de ce mouvement qui combat depuis plus de 150 ans tous les maîtres et les dieux et qui, de Paris à New York, de Tokyo à Buenos Aires, n’en finit pas de faire trembler le monde.’
1. “La Volupté de la destruction (1840 – 1914)” (87′)
2. “La Mémoire des vaincus (1911 – 1945)” (87′)
La Mémoire des vaincus (1911-1945)
Ni Dieu ni maître, une histoire de l’anarchisme est une série de documentaires réalisée par Tancrède Ramonet et diffusée depuis 2016. Deux premières parties sont parues, La Volupté de la destruction (1840-1914) etLa Mémoire des vaincus (1911-1945). La suite,Des Fleurs et des pavés (1945-1969)et Les Réseaux de la colère (1965-2012)est achevée, sa sortie prévue initialement pour septembre 2021 a été repoussée à la fin du 1er trimestre 2022. Des projections publiques de l’intégrale ont été organisée dont une à Saint Etienne le 7 juin 2022.
NI DIEU NI MAITRE
Du manifeste fondateur de Pierre-Joseph Proudhon en 1840 (Qu’est-ce que la propriété ?) à la chute de Barcelone en 1939, Tancrède Ramonet retrace, en images, un siècle d’histoire mondiale du mouvement anarchiste, du collectivisme libertaire à l’anarcho-syndicalisme, en passant par la propagande par le fait.
Artık hayatta kendine dokunmayan bu beden, kabuğunu aşamayan bu dil sesin yollarından geçmeyi bırakmış ses tutmayı gerçekleştireceği uzamı bile bilemeyen, alma hareketinden fazlasını unutmuş şu el Ve nihayet, içinde kavramın artık kendi çizgilerinde belirlenmediği şu beyincik, benim taze etten mumyamı oluşturan bütün bunlar, tanrıya, doğmuş olma gerekliliğinin beni yerleştirdiği boşluk hakkında bir fikir veriyor. Ne hayatım tam ne de ölümüm mutlak biçimde başarısızlığa uğramış. Fiziki olarak, artık düşüncemi besleyemeyen katledilmiş etimden dolayı, eksik değilim. Ruhsal olarak kendi kendimi yok etmekteyim, kendimi artık canlı addetmiyorum. Duyarlılığım yerdeki taşlar düzeyinde, nerdeyse kurtlar çıkacak içinden, terk edilmiş şantiyelerin haşaratları. Fakat bu ölüm çok daha rafine, bu kendimle çoğaltılmış olan ölüm, bedenimin bir tür nadirleşmesinde bulunuyor. Zekânın kanı yok artık. Kabusların mürekkep balığı, ruhun çıkışlarını tıkayan bütün mürekkebini salgılıyor. Bıçağın keskin yanını umursamayan bir eti damarlarına kadar kaybetmiş bir kan bu. Bu oyulmuş bedenin, bu gevşek etin, yukarısından aşağıya sanal bir ateş dolaşıyor. Hayata ve çiçeklerine ulaşan közlerini bir berraklık her saat başı tutuşturuyor. Göğün sıkı kubbesi altında ismi olan her şey, alnı olan her şey, bir nefesin düğümü ve bir ürpermenin halatı olan, bütün bunlar onda etin dalgalarının gerisin geriye döndüğü o ateşin döngüsüne giriyor, bir gün bir kan seli gibi yükselen o sert ve yumuşak etin. Olguların kesişme noktasında donmuş mumyayı gördünüz mü, şu cahil ve canlı mumyayı, boşluğunun sınırlarını bilmeyen ve kendi ölümünün titreşimlerinden dehşete düşen mumyayı. Gönüllü mumya kalktı ve etrafındaki gerçeklik kıpırdadı. Bilinç bir ihtilaf meşalesi gibi zorunlu sanallığının bütün alanını kat ediyor. Bu mumyada bir et kaybı var, entelektüel etinin karanlık konuşmasında o ete karşı durmada bir iktidarsızlık var. Her sarsılışı bir dünya biçimi, başka bir doğurma türü olan o gizemli etin damarlarında koşan şu anlam, hatalı bir hiçliğin yanığında kayboluyor, kendi kendini yiyor. Ah! çıkarmalarında, çiçek sonuçlarında bu şüphenin besleyicisi, bu doğuruşun ve bu dünyanın babası olmak. Ama bütün bu et sadece başlangıçlardır, sadece yokluklardır ve yokluklar, ve yokluklar…
Yokluklar
*La Nouvelle Revue Française, Mart 1927, S. 162, s. 57-58 / Sürrealist Metinler’den
Gérard Mordillat’ın yönetmenliğini yaptığı ve Jacques Prevel’in 1974 tarihli aynı adlı romanından uyarlanarak 1993 tarihinde sinemaya aktarılan ve “My Life and Times with Antonin Artaud” adıyla da bilinen (En Compagnie d’Antonin Artaud) siyah-beyaz bu Fransız filmi, Prevel ve Antonin Artaud arasındaki dostluğu anlatıyor.
VAHŞET TİYATROSU
Artaud 51 kez elektroşok görmüş ve içinde taşıdığı umudu kaybetmemiş bir insandır. Çünkü –her ne olursa olsun- Artaud toplumun uyandırılması gerektiğine inanır, belki de inanmaz, ama eğer öyleyse amacı ulvi bir şeye dönüşür. Çünkü o zaman, asla uyanmayacağını bildiği bir toplumu uyandırmak için kendi canını yemiştir.
Tiyatronun İkizi’nde Artaud tiyatro veba ile aynı şeydir der. Veba dehşet verici ve aynı zamanda saflaştırıcıdır. Tiyatro da öyle olmalıdır. Vebanın vahşetinde bir hayat vardır, çünkü bu canlı, can veren, ölümün ve yaşamın ayırdına vardıran bir ölümdür. Böylesi bir ölüm, bu denli vurucu, bu denli çarpıcı, bu denli büyük bir çırpınış, hayatı uyandıran şeydir. Bu ölüm bir canlanma, bir canlandırmadır. Fışkıran yaşam ölgün kelimelerle donatılmış bir yaşam müsveddesi değildir, gerçek ifrazatın kokusu, görüntüsü ve anlıklığıyla (efifani tabirini kullanmıştır) en ilkel anlamıyla canlıdır. Bu canlılık ancak bir uyarılmayla insana işler, kabuğun altına iner, ve –ihtimal- o en derinde, ete gömülü kalmış küçük, yumuşak, gizli ve dokunulmamış erojen bölgeye dokunabilir. Bu bir hazırlıktır, sonrasında tiyatro durulur ve uyarılmış zihinlere hitap eder. Ancak o raddede yüksek bir ruh hali yaşanabilir. Bu bir ayindir. Bu yeniden doğuştur. Ve ancak bu bir vasatı kendine getirebilir. Eğer bir kendi varsa.
Çünkü vasat öldürücüdür. Çünkü vasat insan ölüdür. Yozlaşma onu çürütmüştür. Tüketim onu emmiştir. Yaşamadığının farkında değildir, kendinde değildir, kendi değildir. Kendi olan şeyler yokmuş gibi davranır, kendi olarak gördüğü şeyler varmış gibi davranır, herkesi kendi gibi sanır.
Sıradan insan, sıradan insan diye bir şey olmadığını bilmez.
Ama insanın içinde bir yaşam vardır, ne de olsa yaşam inatçı bir şeydir, bir öz, bir sır, bir kapsül olarak insanın içinde sürer gider, ve vasatın havasız ülkesinde soluk almanın yolları bulunur. Mesela maske takılır. İlkel canlandırma geleneğinde de, Doğu’da, Afrika’da, Güney Amerika’da maskeler vardır.
Bu maskelerin ardında birinin olduğu bilinir ama onun önemi yoktur, önemli olan maskenin verdiği doğaüstü güçtür. Çağımızda sahne büyür, antrakt kalkar, maskeler tersyüz olur. Artık maske sıradan insan maskesidir, üzgün surat, gülen surat, çalışkan, namuslu, ağırbaşlı, evcil surat, içindekileri gizler, sadece tepegözü, bıyıklı kadını, yaralı yüzü değil, kemgözü, seri katili, orospuyu, ibneyi, peygamberi de saklar. Eskiden daha yüce bir ruh durumuna yükselten gelenek, artık hemzemin etmeye yarar, ki ayrıksı ruhlar çaktırmadan aramızda sürünebilsin. Canlı kalıp da ne olduğunu saklayamayanlar, ayıklanırlar. Geri kalan hiç kimse yaşamazken, çoğu çoktan cavlağı çekmiş, bir kısmına ölü taklidi yapmaktan inme inmiş iken, bunların alenen yaşamaya hakkı yoktur.
Toplumsal suç budur.
Artaud’un yadsıdığı suçluluk budur. “Bizi rahat bırakın” der. “Rahat bırakılmaya ihtiyacımız var.” Çünkü yoldan çıkmışların yoldan çıkışı toplumu ilgilendirmez. Toplumun toplu günahlarının yanında bunlarınki nedir ki?
İşte bu yüzden, Artaud günaha inanmaz. Ama erotik suça inanır. İnandığı bu erotik suç biraz muamma olarak kalır. Çünkü Artaud’un bunu biz gibı gırtlağına kadar cenabete batmış kimselere anlatmaya ya dili ya edebi yetmez. Ama ipuçlarının peşine düşmemize izin verir. Bir defa afyon, tütün, alkol suç değildir, intihar suç değildir, otuzbir de suç değildir, hatta düzüşme isteği de erotik suç değildir. Peki nedir bu erotik suç? Öncelikle bütün psikiyatrislerin işlediği bir suçtur. Bunu etraflıca tetkik etmiş olmalıdır Artaud, çünkü tek bir istisna olabileceğini bile kabul etmez. Melekler ve bakireler de bu suçun çıbanbaşıdır. Çünkü Artaud’un indinde suç olan, sapıklık olan erotik bir zevki feci halde kışkırtırlar, ya da belki yaratırlar, ya da yaratımına alet olurlar. Çünkü teknik olarak bakire olan bir bakirenin, bakirelik imgesiyle uzaktan yakından alakası yoktur. Ve teknik olarak melek diye bir şey yoktur. Bunların pezevenklerinin günlük cirosu hakkında en ufak bir bilgimiz de yoktur. İşte bu yüzden bunlar ne teknik ne de estetik olarak, ne bu dünyada ne de başka bir dünyada toplumun intihar ettiği! Van Gogh’un saflığına erişemezler.
Artaud’un tiksindiği erotik suç bu imgelerin ve nezih maskelerin kaskapalı kapılar ardındaki orjisidir. Psikiyatristin suratından akan sapıklık, yüzündeki soylu ağırbaşlılık, eğitimli, kontrollü ve kendini bilen üstünlük duygusunun nezih maskesi ve o maskenin ardında çağlayan iktidarlılıktır.
Artaud bu nezih insanlarla bu vasat insanlarda hiç bir muhteşemlik görmemenin acısıyla dolu bir adamdır. Onlarda görülmeye değer bir şey yoktur, hiç bir şey. Oysa görülecek acılar vardır, görmemiz gereken ama gözümüzden uzak bazı şeyler olmaktadır. (Bachmann, bir seferinde “Hepimizin isteği görebilen kişiler olmaktır”, der. O da insanoğlunun gerçeği taşıyabilecek güçte olduğuna inananlardandır.) Birileri bir görebilse belki bir kıyamet kopabilir. Çünkü hiç bir şeyi görmeyişimizin bir nedeni vardır. Çünkü veba ve barbarlık geçmişte kalmıştır. Çünkü topluca iyileştirilmişizdir. Çünkü afyonumuz hiç patlamamıştır. Çünkü gözümüz bakirelerde ve meleklerde kalmıştır ve alıklaşmışızdır. Oysa biri karşımızda çırpına çırpına can çekişse, belki de ondan sonra şimdiye kadar olduğumuz gibi olmazdık. İşte Artaud’un umudu budur. Karşımızda çırpına çırpına ölmüş ve yine de bizden daha çok yaşamıştır çünkü en azından umudu ve yaşamı sonuna kadar taşımıştır. Uyanışımızı ve dirilişimizi bizden çok daha fazla planlamıştır. Ve sadece huzur içinde uyumamızı dileyen tanrılarımızdan çok daha fazla şey ummuştur bizden.
İşte biz bunu yadırgamışızdır. Bize rahatsız edici, delice, tekinsiz ve densiz gelen şey budur. Ve Artaud, evet, tüm o densiz lafları etmiştir ve hoşa gitmeyen o sesleri çıkarmıştır, ama adamı osurtana kadar sıkanların payını da teslim etmek lazımdır. Kaldı ki Artaud’un bize fazla ince gelen, ya da sadece fazla gelen estetiği –ki bir at sineği olmak yerine estetik bir vahşetten medet ummuştur- önümüze bir Vahşet Tiyatrosu koymuştur. Onu da zaten sadece bir kez koyabilmiştir. Bu vahşetin metafizik bir vahşet olduğu söylenir! Belki sürreal bir vahşet olduğunu söyleyenler de olmuştur. Oysa Artaud’un vahşeti rahatsız ediciliktir.
Cocteau“Toplum bizim gibileri ancak sanatta hoşgörür,” der, “ama ben hoşgörülmeyi kabullenemem.”
En azından, toplumun Cocteau’ya yaptığını Artaud’a yapmamış olmasıyla teselli bulabiliriz.
Gözde Genç, 2.5.2006
Les deux parties du documentaire “La Véritable Histoire d’Artaud le Mômo”, par Gérard Mordillat et Jérôme Prieur, réalisées en 1993.
‘Poète, homme de théâtre, acteur, Antonin Artaud (1896-1948) est l’auteur d’une oeuvre immense parmi laquelle Le Théâtre et son double, L’Ombilic des limbes, Le Pèse-nerfs, Le Voyage au pays des Tarahumaras, Van Gogh le suicidé de la société, Artaud le mômo… Le 26 mai 1946, après neuf ans d’internement dans différents asiles et pour finir à l’hospice de Rodez, Antonin Artaud revient à Paris, accueilli à la Gare d’Austerlitz par ses amis Henri et Colette Thomas, Jean Dubuffet et Marthe Robert… Arthur Adamov et Marthe Robert s’étant portés garants de sa vie matérielle, il vivra désormais à la Maison de Santé d’Ivry, sous l’autorité du Dr Delmas qui mettra à sa disposition un pavillon et le laissera entièrement libre de son temps et de ses mouvements. Nous voulons refaire avec les amis d’Antonin Artaud, ses amours, ses compagnons le chemin qu’il fit, retrouver dans leur mémoire les lieux qu’il fréquenta, refaire ses parcours entre le clinique d’Ivry et Saint-Germain-des-Prés, dans le Paris de l’immédiat après-guerre. C’est-à-dire que nous voulons retrouver la voix d’Artaud, son visage, sa présence, dans la voix, le visage, la présence de ceux qui l’accompagnèrent, et dont il a bouleversé la vie : Paule Thévenin, Henri Thomas, Marthe Robert, Anie Besnard, Jany de Ruy, Rolande Prevel, Henri Pichette…’
“This moment is ours and we encourage you to see it with our eyes as well.”
Nackt Kollektiv made up of artists and activists who want to speak the truth of their minds and bodies through art.
They want to speak out art. They are at war with patriarchy and capitalism. They rehabilitate the ugly, the fat, the witches and revolutionaries to fight against what is forced upon them, to break the invisible chains of their oppressors with the nakedness of the truth.
Cristina (ViVi Black), Mariana Rodriguez Acebal & Jördis Hirsch in screen-printing studio in STATTLAB, 2022
They are Cristina (ViVi Black) from Barcelona, who is currently also studying art therapy, Mariana Rodriguez Acebal, an illustrator and comic book designer, and Jördis Hirsch, a screen printer and freelance artist at STATTLAB on Drontheimer Straße in the Soldiner Kiez.
Since Jördis and Mariana knew each other from a stay in Paris and Cristina and Mariana were friends, things soon came full circle: In 2021 they came to found the collective together -with about ten other participating artists- and are dedicated to authenticity, truth and the unembellished, which is related to being a woman; they encounter each other in a strictly authentic manner, towards themselves and together. And they support each other by planning the exhibitions together and also balancing each other out in their contributions, which can be very important when several projects need to be kept going at the same time.
Exhibit Poster R114
“Doesn’t matter from which scene you come, this need of competition and rivalry exists and it can create a very toxic behavior towards someone. We have enough repression by being a woman in this society, so let’s support each other’s success and create a beautiful net that goes on the way to overthrow the patriarchy.”
VIVIBLACK
Cristina is an illustrator and graphic designer from Barcelona based in Berlin. She finished her graphic design studies in 2016 and then moved to Berlin. Her work would be defined as feminist, surrealistic and figurative art.
A short interview with ViVi ‘Cristina’ Black, one of the founders of Nackt Kollektiv
In her artworks, she wants to grasp different types of bodies, such a woman’s body, trans, queer or intersexual bodies in various techniques, materials and coatings that represent the beauty of those bodies, and she convey the feelings and sensations that someone can feel in the course of one’s life, especially when you are an immigrant and woman. Her artworks and projects, such as feminist fanzines, illustrations and designs, seek to combine what we feel about stereotypes of the “non-standard bodies”, through paintings, texts and drawings that usually have a dual meaning and express harshness as well as beauty.
‘Androgynous Celtic Roots’ by ViVi Black dedicated to real warriors, our mothers.
A short interview with Jördis Hirsch, one of the founders of Nackt Kollektiv. Berlin 2022
Jördis Hirsch
Jördis Hirsch works as a freelance artist with a focus on screen printing in Berlin. After studying graphic design and illustration in Marburg and Paris, she has been leading workshops, exhibitions and art projects in the artist collective STATTLAB e.V. since 2015. She has received several grants for artist residency programmes in France, Italy, Tanzania and Mexico. As poster art, her interventions conquer public space.
She specialises in the graphic depiction of people and animals in an urban context. Subtle humour and socially critical commentary are set in the context of gender-specific role models and hierarchical structures. She works mostly analogue, using sustainable materials from her immediate environment that she incorporates into the printing process.
Jördis Hirsch, silk screen series
Geboren in den letzten Zügen der DDR hat Jördis ihre Kindheit im Berlin der Wendejahre verbracht. Alles schien möglich, alles war im Umbruch, alles sah neu aus, war es aber nicht. Berlin ist Jördis trotzdem treu geblieben, nach einem Kunststudium dass sie erst in den goldenen Westen und später nach Paris verschlug, kehrte sie aus Liebe zu der großen hässlichen Stadt zurück und baute hier gemeinsam mit einer Gruppe unerschrockener Idealisten ein Künstlerkollektiv auf. Druckend, zeichnend und singend bahnt sie sich seitdem ihren Weg. mit offenen Augen und der Sehnsucht im Herzen, die die Überwindung einer Grenze hinterließ.
Ihre Werke sind gekennzeichnet durch einen expressiven Ausdruck und einen kompromisslosen Strich, sie sucht darin zu fassen was uns Menschen alle miteinander verbindet. Eine wichtige Rolle spielt der Humor als Ausdruck von Lebensfreude und Furchtlosigkeit vor dem Schicksal. Im spielerischen Zugang erkennt man den Ernst der Lage. Ihre Motive, in denen tierisches häufig nur allzumenschlich, menschliches dafür umso animalischer wirkt, sind Zeichen des Aufbegehrens. Das spiegelt sich auch in Jördis Technik wieder, in der sie bewusst Elemente der Monotypie der repeptitiven Technik des Siebdrucks entgegen setzt.
A declaration of war Against this capitalist system which exploits us, Kills us, Destroy us, Oppresses us, And assassinates us.
KARPETT – Wood Cut, 2020
My art is a riposte.
I create for the women, For the faggs, For the dykes, For the trans, For the poors, For the stoners, For the unloved, For the forgotten, For the foreigners, For the refugees, and all those left behind. I create to give them a weapon, I create to teach them how to fight, I create to give them the right to exist, I create to make them believe in themselves I create to show them that they have value I create to give them back their dignity, I create to encourage them to never stop fighting, without making any concession. I create to give them hope, I create to show them that a brighter future is possible.
Mural art by KARPETT / Nackt-Kollektiv, Werkhalle Wiesenburg 2022, Berlin
Anka & Darkam at Sterput for the Darkam exhibition, 2018
ANKA
After strolling through the corridors of the Academy of Fine Arts in Liège during her training in monumental painting, followed by the study of Comics at St Luc in the same city, she left for Brussels to make new experiences. At that point she became active as an event planner in different locations, including the E2 Gallery “Le Sterput”. She became in charge of organizing various types of events, such as exhibitions, concerts, happenings, performances, editions, etc… From this rich background built through involvement and connections, she aspired to get back to her first discipline, personal and current, the art of illustration.
Anka Drawings at Berlin at Disconnect store exhibition 2020Anka Drawings 2021-2022
“I mostly focus on portrait drawing because I like capturing people’s emotions and transmitting it through my own vision, whether it might be a harder view, something more dynamic or supernatural. My drawings are the sharing of my own sensistivty, an inner emotional response to a subject or a person.”
Anka Drawings 2021-2022
Anka with her self-published E² labeled Darkam’s book
Anka also published a book of Darkam’s illustrations and recorded a -very disturbing and transgressive- live performance held as part of the exhibition.
Apart from this, we can’t help talking about the artist’s productions for many different collectives and publications such as ‘Gonzine’, ‘Alkom’x’, ‘EpOx et BoTOx éditions’. Also the latest works for the ‘Archives de la Zone Mondiale’ and of her collaboration with the editions like ‘Bongout’ Beuys On Sale (in graphzine and photo edition) are some of the artist’s remarkable works.
Mariana Rodríguez is a Berlin-based comic artist, she is best known for her symbolic, free style illustrations highly inspired by feminism. Her techniques are normally screen printing, simple drawings or watercolors. Also, she’s a member of the Berliner underground comic group “Bilderberg Konferenz”.
Mariana Rodríguez Acebal
Mariana Rodríguez Acebal ‘The Níght Citizens’
The line of the illustrations are filled with cynical humor, and the concepts touch absurdity in order to reflect the irony of reality.
Teresa is a content writer from Spain, always passionate about old cameras and analog photography. After graduating as a psychologist she moved to France where she further developed her interest in analog photography amidst a stimulating artistic environment. Teresa often shoots on 35mm film but she also experiments with medium formats and instant film cameras. She captures meditative moments, portraits of friends, apprehending the uniqueness of people, places and situations seen through the eyes of a curious observer.
Michaela is a travelling fine-art photographer with a current residency in Berlin. She has always been fascinated by the capability of a photograph to capture a moment that’s gone forever. For her, photography has a bigger meaning.
With every photo she takes, she feels the responsibility of creating something powerful, something that could eventually become a visual heritage of world cultures and urban subcultures. In her artwork, she likes to express raw emotions, often something strange yet beautiful.
MichaelaPetranova, 2020
She plays with light and bold colours, and in most cases, her photographs have a dramatic, cinematic feel to them. Whether they are ordinary people or remarkably talented artists, she finds all her subjects, in one way or another, very inspiring, beautiful, and absolutely crucial to her artwork.
Rebbeca Sauve is an artist and tattooer currently based in Berlin. Inspired by political atrocities, dystopian societies, horror movies, all things dark, and a deep love for punk.
Criminal Flowers, illustration, ink on paper, 2021
Criminal Flowers, ink on paper tattoo art, 2021
Mallie Hellström
A Northerner Storm
Mallie Hellström
Mallie Hellström is a contemporary analog collagist and interdisciplinary artist works in her own studio based in Berlin, Lichtenberg. Mallie is a young artist, but it is possible to come across an intense experience in her art already. She is synthesizing the modernist collage tradition with the surrealist attitude, bringing it to the present day and creating miracles.
She also curates regularly group-exhibitions and art-events such as Karnival Of Arts – that is a three days art-event since 2020 (with focus for flinta artists since 2022), and in solidarity from this year with artistic and cultural associations with social interests.
She has been interested in colors since her early ages, has improved herself by making detailed drawings and posters over time. In the paintings which she creates by releasing the subconscious with surrealist automatic technique, a decorative intensity, a textural elegance, interesting symbols and expressions waiting to be revealed are hidden.
Mallie Hellström, ‘Untitled’ Mixed media collage, 2022
A short presentation from Mallie Hellström, one of the participating artists of Nackt Kollektiv
These are not enough for Hellström, with the collage technique she has developed, the artist begins to create touching and critical scenes over time.
Her work honors the Dada aesthetic in the 21st century. Mallie takes the viewer on a tour through many layers of thought and history in her compositions created with the traditional method, these visual poems can also be read as serious paintings that examine many concepts.
Mallie Hellström ‘Höhenangst’ Mixed media collage, 2023
She also takes active part in many art collectives and open to receive requests for exhibitions as well collaborations under her instagram @artbyhellstrm or by email artbyhellstrm @ gmail.com
Mallie Hellström, ‘Soul Tank’ Mixed media collage on paper (made out of a older abstract painting of the artist) 19,5 x 14,0 cm, 2016-2023
Maria Mö ‘Mask relief’ exhibited at Werkhalle Wiesenburg, 2022, Berlin
Katya Yakihama’s artworks at Nacktkollektiv exhibition, 2023
Katya Yakimakha
KATYA YAKIMAHA
Katya Yakimaha, has been drawing since 2015 and loves to draw posters of festivals and art for merch, she is very active in the punk-scene in St. Petersburg and also does great tattoos.
Tattoo sketchbook by Katya Yakimaha, one of the participating artists of Nackt Kollektiv. Berlin 2023
Katya Yakimakha
Kristina Zero
Chaos in Order
KRISTINA ZERO
Kristina is an illustrator and tattooer from Greece based in Berlin.
Kristina Zero
Naava Kelo
“How do we live in this fast-paced modern society in a spiral of endless consumption, increasing right-wing politics, patriarchy and inequality?”
Naava Kelo
Naava Kelo is a photographer who thrives from the nature, but got caught in the beat of the city. When observing the life and rhythm of the developing Metropol, Naava reflects questions through the lens; How do we live in this fast-paced modern society in a spiral of endless consumption, increasing right-wing politics, patriarchy and inequality?
She combines urban scenery and elements of nature with mixed technics of analog and digital photography.
IINA, Japan, 2023
IINA
Finland based photographer and illustrator lives in Berlin.
Anarkopunk, tattoo artist/ illustrator and anarchist movie maker from Brasil based in Mexico. Part of the projects Anarco Filmes, Tormenta flegra Konspiracio -nes Nomadas- Distro y editorial, and another initiatives on punk/ anarchism.
Picture taken in Georgia of a survivor lady by ViVi Black
LONG LIFE TO OUR LADIES!
We vindicate the figure of the LADY as a perpetuator of the D.I.Y, as a survivor of a rotten system that belittled, mistreated and silenced them. Their experience and knowledge will always be an inspiration.
Their resistance is what defines them.
Let’s vindicate the figure of the LADY!
Jördis Hirsch, Cristina (Vivi Black) and Mariana Rodriguez Acebal in STATTLAB
Liberation and freedom for a life in Diversity and with creativity.
The striking red stamp-like logo Cristina made is a striking emblem. It is a circle filled with symbols of the vulva and phallus in order – as Jördis Hirsch describes it – to politically emphasize the desired and desired togetherness.
The women of the Nacktkollektiv appreciate it very much to be connected with artists also internationally, because the many feminist perspectives that are thereby brought to women’s concerns expand the insights and insights into what women today want to fight for: Liberation and freedom to live in diversity and with creativity. An insight into the work of the women artists is provided by an extensive illustrated portfolio. It is Mariana who promotes the networking of the interested international women artists and also prints their works or strengthens their acquaintances from other contexts.
Based on the article written by Renate Straetling for the Weiser magazine.
“We are a ‘Women Collective’. If so far most of our members are cis women, I would say that we are a “FLINTA” collective, we are open to women and queers, gender non conforming or trans people and we want to create a safe space for them to create.”
Vues d’ exposition ‘Un Château perpétuel’ Le Dernier cri, La friche belle de mai Photographié par REAP, Marseille, Février 2022
“Un château perpétuel est un vortex, une méta-peinture sans limites de dimensions ni de bords où l’ héritage dadaïste, expressionniste et médiéval se colisionnent avec d’ anciennes cultures et d’ autres plus modernes dans une vision fantastique.
Un château perpétuel est un fleuve de papiers peints puis découpés, un flux continu de peinture comme une fin en soi qui ne propose pas un résultat mais de multiples formes et combinaisons.Un château perpétuel se développe et étend son espace au gré des pinceaux et de leur fantaisie. Dans un chateau chaque élément fonctionne en lui même comme dans un tout fractal. Quant-au peintre d’ un château, il s’ y trouve comme Alice au pays des merveilles, il rêve et fabrique sa réalité en même temps qu’ il la traverse. Dans un château perpétuel, un peintre ne s’ autorise pas de s’accompagner de croquis préparatoires, pas plus qu’ il ne se permet une esquisse sur les supports.”
Vues d’ exposition ‘Un Château perpétuel’ Le Dernier cri, La friche belle de mai Photographié par REAP, Marseille, Février 2022
Bonjour Dave, après une longue pause, j’espère que vous pourrez nous accorder un peu de temps pour avoir une petite conversation spécialement lorsque vous serez de retour dans le cyberespace avec vos aquarelles. Tout d’abord, merci beaucoup pour vos efforts et votre soutien pour notre exposition collective “Retina Decadence” il y a 2 ans. Malgré la faible participation due à la pandémie, l’exposition a été l’un des jalons de l’histoire de l’art souterrain d’Istanbul. Nous n’avons toujours pas réussi à nous débarrasser des effets des vidéo-animations d’Acid TV.
Malheureusement, la galerie a été bientôt fermée, mais les activités clandestines continuent à plein régime, et en tant que fanzine Löpçük, je fais de mon mieux pour créer une culture graphique critique anti-impérialiste.
Peut-on parler d’un vivre-underground computer culture aujourd’hui, où même le concept de « cyberpunk » s’est éloigné de son contexte et s’est transformé en une perception techno-fétichiste et s’est vidé ?
Il semble que la scène démo est toujours et contre toute attente encore extrêmement vivace. On peut y voir des choses artistiquement significtatives par exemple dans les compétitions de démos limitées à 4kb octets. Pour donner un ordre d’ idée un CV sauvegardé sous Word pèse entre 20 Kb et 30 Kb. Dans ces 4 Ko octets des orfèvres du code peuvent faire tourner : un moteur 3D et un contenu pour le moteur 3D. Ces démos sont de véritables performances, le code est au caractère près. C’ est de la pure poésie mathématique et syntaxique. Certains codeurs ont mis au point des moteurs 3D pour des ordinateurs “obsolètes” tels que des Commodore 64 ou même des ZX spectrum tandisqu’ il étaient considérés impossibles à programmer du temps où ces machines étaient utilisées dans les années 80/90. C’ est un point important ici et qui fait écho à l’ émergence des IA génératrices d’ images (Midjourney, DALL E 2 …). Ces IA sont proposées à qui le voudra pour jouer le rôle de “directeur artistique”; il s’ agit d’ écrire une simple phrase qui sera ensuite interprêtée par l’ IA qui produira une image faisant appel à des supercalculateurs dont l’ énergie nécessaire au fonctionnement est celle d’ un avion de ligne à sa vitesse de croisière.
Dreamdealers ‘Inner Vision’ Amiga demo (1991)
Pour en revenir à nos coders architectes des mathématiques ils ont le rôle inverse de ces IA dopées aux supercs aclculateurs en codant aujourd’ hui des programmes inconcevables dans les années 80, non pas car la technologie n’était pas assez avancée pour les concevoir – un Commodore 64 est aujourd’ hui le même qu’ en 1982 – mais bien par les progrès de la connaissance humaine en matière de programmation, non par un progrès technologique. Ces rétro demo makers sont les anges maudits des industriels du tout numérique leur philosophie n’ étant non pas le progrès en ligne droite de la technologie (et jusqu’ au mur s’ il le faut) mais la compréhension des technologies qui furent en place puis trop rapidement – progrès oblige – mises au rebus et sous exploitées.
Ces demo makers proposent le progrès de la connaissance et une certaine humilité dans le caractère dit “obsolète” du matériel employé tandis-que l’ industrie propose une course à l’ armement technologique explosive infinie dans un milieu fini. Choisis ton camp camarade, surtout si tu as des gosses : )
Vues d’ exposition ‘Un Château perpétuel’ Le Dernier cri, La friche belle de mai Photographié par REAP, Marseille, Février 2022
Vues d’ exposition ‘Un Château perpétuel’ Le Dernier cri, La friche belle de mai Photographié par REAP, Marseille, Février 2022
Call from the grave II, Group Exhibition, La Pop Galerie, 2020
Call from the Grave ll (Group Exhibition, 2020) Jurictus, Sam Rictus, Zven Balslev, Dave 2000, Andy Bolus, Le Dernier Cri
“Après, vous n’achèterez jamais plus le paquet de bandes dessi nées à la con que vous lisiez d’habitude” ,avait écrit Willem. illustre dessinateur et caricaturiste, notamment dans les colonnes de “Libé”, à propos du “Dernier Cri”.
Mondo Dernier Cri, Affiche 2020
Un “graphzine” à qui. à Sète, jamais à court d’idées quand il s’agit de mettre en relief les arts graphiques modernes (qu’ils oient brut ou rock’n’roll), Pascal Saumade a ouvert les portes de la “Pop Galerie”, quai du Pavois ‘Or. Et ce en marge de l’exposition “Mondo Dernier Cri, une Internationale Serigrafike” présentée au Miam.
En tant qu’artiste de la vieille école, comment évaluez-vous les sous-cultures actuelles des jeunes par rapport aux années 90 ?
Les sous-cultures se numérisent, comme à peu près tout ce qui peut être convertie sous forme de “0” et de “1”. C’ est un constat factuel. Le numérique ne complète plus, il remplace. Les sous-cultures numérisées sont comme tout ce qui est numerisable et en conséquence révisionnable, censurable par ceux qui ont la main mise sur les serveurs. Alors maintenant que je suis barbu comme un gandalf je pense que la liberté et l’ énergie que j’ ai pu vivre dans les années pré-internet étaient bien entendu beaucoup plus riches de rencontres et de chocs artistiques intenses que ce qu’ il est encore possible de vivre aujourd’ hui. Il l’ étaient forcément d’ autant plus intenses que l’ accès à la culture – et encore plus aux sub-cultures – ne se faisait PAS par internet. Ce qui impliquait une durée, entre deux chocs esthétiques. Cette durée a été anéantie à l’ avènement des moteurs de recherche. Jusqu’ au milieu des années 90 nous n’ étions pas en fRance globalement équipés d’ internet, le monde n’ entamait alors que sa lente et exponentielle glissade vers l’ empire de la suggestion. Aujourd’ hui des algorithmes nous suggèrent de partout, nous manifestent ce que nous sommes censés aimer – ils le savent mieux que nous ou plutôt il ne le savent pas mais ont le pouvoir de nous imposer les opinions que nous sommes censés adopter. Les années 90 – 80 bien qu’ elles aussi numériques mais très peu connectée furent dispensées de cette machine à uniformiser les désirs et les comportements. Pour accéder aux sous-cultures il fallait par exemple envoyer de l’ argent et une lettre postale dans un pays lointain pour recevoir quelques semaines plus tard la démo de tel ou tel groupe. Ces groupes étaient référencés dans des fanzines papier eux même commendables de la même façon. Le façonnage d’ un goût artistique se faisait lentement, rythmé par les lenteurs de la poste, les limites des moyens financiers, les difficultés à contacter ces groupes obscurs et bien sûr le degré d’ ivenvestissement personnel (trouver des timbres étrangers, écrire une lettre et attendre un retour demandait un effort beaucoup plus conséquent que de cliquer des liens sur internet). Une démo se refilait de la main à la main entre amateurs locaux de la même musique générant du contact humain, de l’ échange verbal et un tissus culturel et social d’ initiés. Exactement le contraire du bazar illimité ultra suggestif d’ internet . La rareté et l’exception était le corolaire de l’ absence d’ un moyen de diffusion massive et nous étions suggérés et conseillés par des amis, des artistes, des amateurs forcenés, pas par des algorithmes appartenant à des entreprises cotée au premier marché.
Alors ce qu’ on peut penser de l’ état des subcultures c’ est qu’ elles survivent avec l’ élégance d’ une mauvaise herbe, du genre de celle qui sont matures à cinq mois et libère plus d’ oxygène que les tractopelles de l’ industrie et leur parterres de ronds-points.
Call from the Grave ll (Group Exhibition, 2020) Jurictus, Sam Rictus, Zven Balslev, Dave 2000, Andy Bolus, Le Dernier Cri
Synthèse & collage numérique (2018)
Dave 2000 ‘Phase 1’ Graff. 2020
Quand on regarde les réseaux sociaux, on voit tout le monde dans une attitude anticapitaliste et complaisante, mais que se passe-t-il réellement ? En tant qu’artiste, comment évaluez-vous ces extensions médiatiques qui nous sont présentées alors que « l’humanité » gémit de douleur dans la captivité des puissances impérialistes supranationales ?
Les populations sont sans défense devant des industriels, des banquiers, des militaires, des administrations et le contrôle inédit des GAFAM qui permettent de faire tourner le cirque. Mauvaise nouvelle, le monde a été kidnappé. Les medias sociaux sont des jeux vidéos dangereux, bien plus dangereux que le plus dégueulasse des FPS ou on pourrait torturer des petits chats au fer à souder. On attend Insta Kids avec une impatience à peine dissimulée. Victime de sa construction neurologique, le sapiens sapiens peut supporter sa vie vide de sens si il peut s’ en rêver une autre plus glamour sur Instagram.Echange paillettes virtuelles contre acceptation de soi même. Ca doit embaucher sec en psychiatrie en ce moment non ?
Dave 2000 ‘Phase 2’ Graff. 2020
Quatre entreprises (Twitter, Youtube, Instagram, Facebook) dominent le monde ; Si nous considérons la civilisation comme un processus qui progresse jusqu’à sa perte, que pensez-vous que la jeunesse actuelle et l’humanité sont en train de perdre ? Suis-je trop pessimiste, corrigez-moi si je le suis.
Au contraire, je te trouve même plutôt optimiste. Les populations vont perdre progressivement et par à-coups leurs libertés jusqu’ à l’ asservissement total car elles acceptent massivement (car suggérées en permanence et de plus en plus efficacement) de troquer leurs libertés contre du confort. Ce troc est rendu ludique, donc en quelque sorte distrayant (crédit social, évaluation permanente dans les écoles, permis à …,media sociaux et followers etc … ) et donc accepté sans mouvement sociaux massifs. On nous fourgue l’ objet de notre asservissement en nous ventant libertés et facilités (encore de la suggestion). Par exemple aujourd’ hui ne pas posséder de smartphone revient a accuser un déficit de connectivité aux autres, un handicap social. Ne pas posséder de smartphone est aussi un handicap lorsqu’ il faut présenter des QR codes à la chaine. Il faut se soumettre au geste de dégainer le smartphone sinon le prix à payer sera l’ inconfort d’ une exclusion d’ abord moindre et qui deviendra invivable.
J’ ai dessiné nombreuses personnes dans la rue cet été. Beaucoup avaient des smartphones, une sur deux, à la main ou nà l’ oreille … Lorsqu’ elles le regardent elles sont toutes les sourcils plus ou moins froncés et ont l’ air éberluées lorsqu qu’ elles relèvent la tête et se sortent la gueule de la matrice LCD. Ce n’ est pas drôle de dessiner ces gens, les mêmes poses, les mêmes trognes mollement accaparées, mais en même temps si moi aussi j’ étais happé par un téléphone je ne pourrais pas les dessiner. Comme eux qui ne me voient pas, je ne les verrai pas non plus et il ne se passerait rien d’ autre que le croisement de plusieurs corps en mouvement enregistrés par des caméra 360° à tous les coins de rue pour seuls témoins. Zéro conscience les uns des autres. Les zombies m’ ont toujours fascinés et lorsque je regarde cette population avec un regard curieux semblable, l’ humanité s’ ensevellissant elle même dans une matrice totalitaire parait être un spectacle grotesque qui ne manquerait pas de pépitos s’ il n’était pas aussi tragique. Le spectacle “des sidérés” même s’ il ne m’ inspire guère me fascine.
Dave’s sketchbook or Carnets ambulatoires, 2022Dave’s sketchbook or Carnets ambulatoires, 2022
Dave’s sketchbook or Carnets ambulatoires, 2022
Le serment des voraces – 80x60cm – acrylique sur toile
France – acrylique et encres sur papier craft blanc – 97×205 cm
En tant qu’artiste, comment évaluez-vous la période à venir et le “Great Reset” ? Êtes-vous mondialiste ou nationaliste, de quel domaine vous sentez-vous le plus proche ?
Je suis une personne qui regarde le cirque du pouvoir devenir dingue et les populations du monde écrasées à tous les niveaux par une oligarchie discrète dans ses agissements et disposant de moyens de contrôles des masses inédits dans l’ histoire de l’ humanité. La position nationaliste est elle encore viable lorsque les nations ne sont plus que des parts de marché divisées par cette oligarchie?
Que voudriez-vous dire sur le fait que Banksy et des artistes similaires, qui ont développé des critiques politiques radicales du siècle avec leurs œuvres, poursuivent également leur carrière avec les valeurs bourgeoises auxquelles ils s’opposent et avec de riches collectionneurs ?
A mon sens Banksy n’ est pas un artiste mais un communicant habile doublé d’ un piètre graphiste. Je laisse la parole à ses sponsors et aux trépannés du bulbe qui voient en lui une sorte de demi dieu de la suverssion pour parler de son book a défaut de parler d’ une oeuvre.
“Le Dernier Cri”, c’est d’abord une aventure artistique lancée par un artiste-punk phocéen. Pakito Bolino. Aux confins de l’art brut, du fanzine (ces petits journaux artisanaux alternatifs épris de rock, de bande dessinée, de SF…) il est l’un des fers de lance internationaux de ce mouvement rebelle qui a tenu à se libérer du marketing, en favorisant et décuplant la créativité de bon nombre d’artistes “underground”, pour beaucoup fans de métal et musiques extrêmes.
La Pop Galerie ‘Call from the Grave ll’ 2020
Vous souhaitez parler de l’exposition ‘Call From the Grave’ qui se tient à La Pop Gallery ? Cela ressemble à une exposition impressionnante et fantastique qui réunit les grands noms de la culture Grafzine, je me demande si l’événement n’a pas été un peu éclipsé par la pandémie ?
C’ est très flatteur, je suis sûr que Sam Rictus et Jurictus qui y ont participé auront une érection telle en lisant tes mots qu’ espérons qu’ elle ne leur soit pas fatale. Andy Bolus et Zven Balslev ont aussi exposé des peintures, dessins et collages. Bien sûr l’ exposition fut rendue difficiles par les règles arbitraires sans cesse changeantes de notre gouvernement fantoche mais ce fut l’ occasion de rencontrer Pascal Saumade, curateur au Musée International des Arts Modestes et qui tient la Pop Galerie. Il se définit non pas comme un collectionneur (au sens de “qui voudrait tout” comme il le dit) mais un amateur de pièces singulières. Je m’ arrêterai vite ici sinon je me perdrais sur la rivière étoilée du souvenir : l’ alerte à la bombe en gare de Sète; le couvre feu déclaré à Montpellier qui empêche les habitants de venir jusqu’ à Sète, l’ imitation sonore du chanteur de Pantera par Sam Rictus avant le premier café … Le mime de la copulation du diable de Tazmanie par Judex qui nous avait rejoint et les truculents récits liégeois de Cha Kinon qui ont pour héros des sacs de sport, des étrons et des belges …
Call from the Grave ll (Group Exhibition, 2020) Jurictus, Sam Rictus, Zven Balslev, Dave 2000, Andy Bolus, Le Dernier Cri
Zven Balslev, Call from the Grave ll (2020)
Andy Bolus, Call from the Grave ll (2020)
Dave De Mille, Sam Rictus, Jurictus, Call from the Grave ll (2020)
l’exposition est une excuse, la conversation est merveilleuse
“A la Pop Galerie de Pascal Saumade, une rencontre du troisième type”
“La preuvre à travers le panel d’œuvres, pour la plupart dessinées à l’encre de chine, qui ornent les cimaises de la Pop Galerie. Elles sont signées Jurictus, Sam Rictus, Zven Balslev et Dave 2000. El elles envoient… grave.”
Citations d’Marc Caillaud mcaillaud@midilibre.com
Call from the Grave ll (Group Exhibition, 2020) Jurictus, Sam Rictus, Zven Balslev, Dave 2000, Andy Bolus, Le Dernier Cri
Article de Marc Caillaud
Dave De Mille, Call from the Grave ll (2020)
Call from the Grave ll (Group Exhibition, 2020) Jurictus, Sam Rictus, Zven Balslev, Dave 2000, Andy Bolus, Le Dernier Cri
Comment trouvez-vous Zven Balslev et Cult Pump, êtes-vous intéressé par son travail ? Il semble très bien garder l’esprit Underground Comix vivant à Copenhague.
C’ est un des dessinateurs les plus drôle et les plus poétique de notre époque. Le Docteur Good a rendu son energy drink par le nez en tournant les pages de son livre YAMA HAHA . Tous les dessins se composent de figures qui évoquent plus qu’ elles explicitent, et quand elle le font on se demande bien des pourquoi ? Des mais ? Bref, on s’invente une histoire contrairement aux comics qui nous en raconte une. On se marre de la naiveté décidée de ces compos en forme de mini poèmes absurdes, énigmatiques comme des figures de tarots sous LSD. Ses dessins me renvoient à une enfance intérieure, de jeu, de décodage, de figurines en plastiques sorties des tirettes mystérieuses de fêtes foraines. C’ est généreux, sans complexe, faussement évident et enfantin, comme tout ce qui est génial.
Qu’as-tu fait depuis ‘Call From the Grave’, tu sembles être sérieusement dans l’aquarelle, l’acrylique, les dessins et tu n’hésites pas à porter l’aventure aux graffitis ; en même temps, compte tenu du Kaizer Satan 3 sorti de LDC, nous dirions que vous êtes dans une période très productive où vous avez beaucoup développé votre art.
Dans le parc d’ attractions qui me sert d’ esprit et d’ agenda j’ ai mis en place plusieurs manèges. Les aquarelles de mes carnets sont la résultante de mes errance dans la ville de Marseille ou ailleurs. L’ aquarelle est une technique fabuleuse à bien des égards. Elle est très nomade, une boite de couleurs de la taille d’ un paquet de cigarettes, un carnet , un pinceau à réserve et en route pour l’ aventure. J’ observe dans la rue, dessine parfois d’ après nature pour capturer des formes, des rythmes. Me sert globalement de l’ ambiance urbaine pour dessiner ce qui me passe par la tête durant ces immersions. Ca a pour effet de radicalement changer mon rapport à la ville et de rendre ludique la réalité sordide des zombies ultra-connectés, des arbress coupés pour être remplacés par des sucettes publicitaires automatisées etc … L’ épouvante normale devient un jeu et ce jeu m’ appartient.
“Un château perpétuel” est une des attraction phare de mon esprit. Il s’ agit d’ une méta-peinture sans limite de bord ou de format composée de grands papiers peints à l’ acrylique. Chaque élément étant indépendant des autres mais fonctionnant dans un tout. Un château perpétuel n’ a pas non plus de nombre d’ éléments définis. Ainsi un peintre se lève le matin et si il se trouve désoeuvré après sa deuxième cafetière il n’ a qu’ à se dire à lui même “un peintre va perpétuer un château perpétuel”. “Un château …” n’ est donc pas un Work in progress comme on dit dans la société globale car un WIP a un début et une fin mais une peinture sans fin si ce n’ est la mort du peintre ou la cessation de sa pratique. Cette idée de peinture sans fin, sans bords et sans cadre m’ est venue d’ un ras le bol des expositions montrant des formats A5/A6 diposés orthogonalement dans des cadres Ikea et parfois même avec le sur-cadre d’ une Marie-Louise. Je trouve à titre tout à fait personnel indigne d’ artistes qui se réclament d’ une expression brute, sans tabou de se fourvoyer avec ce genre d’ accrochage standardisé. Je veux montrer de la peinture brute, sans fards, sans ce dispositif de mise en exergue ridicule soumis aux codes des galeries. De la peinture qui dit au spectateur “regarde, je ne suis qu’ un bout de papier peint qui est beau en lui même et par lui même”. Cette nudité dans la scénographie permet aussi au spectateur grâce aux relatifs grands formats de s’ immerger dans une oeuvre qui sans apparats semble alors accessible dans le sens d’ un “moi aussi je peux le faire, ce n’ est que du papier, de la peinture, des brosses, le coeur, l’ esprit et la main” au contraire des cadres et sur-cadres qui signifient “c’ est encadré, c’ est précieux, c’ est expert, voila ce que tu dois admirer et ne pourras jamais faire pauvre spectateur”.
Dave 2000, drawing, 2021
Dave 2000, drawing, 2021
J’ imagine en ce moment un nouveau manège urbain qui s’ intitulera “7074L GLO34L” et consistera à coller des peintures ironiques qui nieront ou détourneront les affiches de politiciens ou d’ annonceurs qui envahissent les panneaux d’ expression dites “libres”.
Pour finir et en prévision de l’hiver il me reste à terminer une animation 3D noir et blanc dans la lignée de “5 automates” et basée sur le roman “Le maître et Marguerite” de Mikhaïl Boulgakov.
Brown posca on paper – A4
Dans ce nouvel épisode, on pousse les portes du dernier cri, maison de micro-édition underground pilotée par le terroriste graphique Pakito Bolino. Basé à la Friche depuis 1995, cet atelier s’attache à promouvoir des auteur·trice·s en marge de l’industrie et de l’art contemporain.
Qu’aimeriez-vous dire à propos de l’exposition NAROK, je pense que cet événement était plus une exposition essayant de capturer l’atmosphère Asian Extreme. Comment trouvez-vous ces idées créatives de Pakito ; il synthétise les mouvements graphiques et d’illustration modernes avec des écoles excentriques qui ont germé dans des contrées lointaines (comme le japonais Heta-Uma), et il arrive toujours à nous surprendre ; Selon vous, qu’est-ce qui le rend si créatif comme ça, pensez-vous qu’il a un vrai côté malveillant et négatif ? Ou ne montre-t-il que cette facette de lui-même dans ses œuvres artistiques ?
Je pense que Pakito n’ a pas besoin de chercher d’ idées, les intermittents de l’ art “cherchent”, Pakito “trouve” sur son chemin artistique car pour lui l’ intermittence de l’ artiste n’ existe pas. Quand il n’ est pas à imprimer pour le DC, il est en vadrouille pour on ne sait quelle intervention, rencontre, ou salon d’ édition. Hors des heures ou il n’ est pas pris dans le courant des activités du DC il dessine quotidiennement ce dont il parle comme d’ un défouloir. Ce qui le rend si créatif est d’ avoir dédié sa vie à l’ art sans calcul, sans carrière et dans ce que l’ art a de plus humain, énergique, partageur, inventif, et résistant au formatage global. Avec Odile de La Platine (chargée des impressions en offset pour le Dernier cri et à la tête d’ une des dernières imprimerie artisanales de Marseille) le Dernier cri possède ses propres moyens de production autonomes ce qui est aussi une pièce maitresse de la créativité car ces moyens permettent la liberté, autant dans le propos que dans des choix techniques (nombre de couleurs, formats, pages si il s’ agit de livres).
Il y a quelques années, grâce à Mavado Charon, il m’a envoyé le livre Graphzine Graphzone. Comme le livre est en français, je n’ai pas pu tout lire, mais il est évident que des études sérieuses ont été faites en France depuis les années 70, quand on regarde les artistes de l’ancienne génération comme Pascal Doury, Bruno Richard, Olivia Clavel , et des magazines de contre-culture comme Elles Sont de Sortie et Bazooka. En tant que l’un des artistes phares de ce domaine aujourd’hui, de quelle école vous sentez-vous plus proche ? Et de combien de générations peut-on parler ?
Je me trouve bien mal placé pour en parler car avant le début des années 90 je vivais dans un bled situé dans les montagnes vosgienne en fRance et ce que je connaissais de l’ underground se limitait à la musique, à la scène démo et au piratage informatique. Je ne connaissais presque rien aux sous mondes de l’ art si ce n’ est des jaquettes photocopiées de démos de metal ou de punk et des cracktros des jeux vidéos piratés avec leurs lettrage délirants. C’ était déjà très fort, d’ autant plus que ces choses difficiles à se procurer révelaient à mes oreilles et mes yeux l’ existence d’ un monde d’ autonomie et de liberté jusqu’ alors complètement absent de ma réalité colonisée par la télévision et les livres sur les vainqueurs (souvent post-mortem) de l’ histoire de l’ art. Lorsque je rencontrais le travail des artistes dont tu parles plus haut j’ avais déjà une culture sub-graphique construite sur ma pratique et aussi les rencontres faites à Strasbourg, notamment avec Vida Loco qui préparait alors son premier livre “8Pussy” qu’ il serigraphiait lui même. Pour en revenir aux artistes que tu évoques, même si leur travail n’ a pas eu d’ influence sur moi je sentais cette vivacité, cette volonté libertaire et ce refus des limites de l’ industrie. Tout ça m’ inspirait énormément et cette même énergie continue à porter ma pratique et définir mes choix actuellement.
Quand on regarde Stéphane Blanquet et l’UDA, on voit une attitude surréaliste, élitiste qui vient surtout de l’école de Roland Topor ; Bien qu’il y ait aussi des artistes très talentueux chez LDC, c’est comme une équipe qui travaille plutôt dans une ambiance rock’n roll. Pakito a-t-il une attitude ou une position contre l’art élitiste dans un sens réel, dans un contexte idéologique, ou est-ce que tout le processus fonctionne comme ça à cause de son style de vie ou de celui des artistes collaborateurs ?
UDA et LDC ne proposent pas la même chose. UDA permet à des artistes underground de voir leurs oeuvres diffusées par exemple dans “La tranchée racine”, un hebdomadaire au format d’ un quotidien d’ information imprimé en quadrichromie par une entreprise en sous-traitance. Les moyens de productions sont ici ceux de n’ importe quel éditeur mainstream en somme. UDA organise aussi des expositions collectives dans des lieux prestigieux tels que la Halle Saint Pierre à Paris tournant autour de la personnalité de Stéphane Blanquet, CF : “Stéphane Blanquet et ses invités” à Aix en Provence.
LDC quant-à lui propose à des artistes de venir dans son atelier avec des originaux, de les scanner, les mettre en couleur si nécessaire, de choisir un papier, un format, des encres. Le DC permet aussi d’ apprendre à imprimer en sérigraphie si les artistes ne savent pas le faire eux même et pour finir de monter une exposition dans l’ espace dédié pour célébrer la sortie de leur livre. Tout comme UDA, les artistes se voient proposé de participer à des expositions collectives mais qui ne tournent pas autour du personnage d’ un leader mais de la structure elle même par exemple “Mondo DC” ou d’ une idée générique – “Heta Huma” ou “Narok”. De plus chaque année a lieu le festival de micro-édition Vendetta qui fait se converger de nombreux artistes, éditeurs et qui est organisé par le DC.
On a donc deux éditeurs/producteurs d’ artistes underground et deux moyens de production fondamentalement différents, l’ un va dans le sens d’ une production assistée relativement massive et impressionnante en terme de format, d’ exposition dans des lieux prestigieux, de technique quadri et de nombre de multiples permis par la sous-traitance. L’ autre avance dans le sens d’une auto suffisance de production, de liberté de choix d’ édition, de qualité et de savoir faire artisanal, d’ élévation et d’ émulsion artistique. Bon nombre de structures tendent vers cette autonomie salvatrice et cette liberté courageuse initiée et perpétuée par LDC, comme Epox et Botox, Le Garage Hell, Cult Pump, Meconium, Turbo Format, Papier Gachette etc … Ils sont légion car l’ intégrité fait des enfants.
UFOE ‘Exhibit’ 3D video animation by Dave 2000
Je demande cela parce que, cela me rend triste que de si bons artistes comme vous soient coincés uniquement dans le domaine de la bande dessinée. Quand on regarde l’art contemporain et les biennales exposées aujourd’hui dans le monde, on voit bien la crasse bourgeoise. Et je pense que vous avez essayé de peindre cette aliénation synthétique et cette dévaluation dans votre tournée d’exposition d’animation 3D que vous avez récemment publiée.
Cette animation dont tu parles montre une exposition virtuelle dans un futur assez proche et qui me met en scène (bien que j’ y sois invisible) en tant qu’ artiste inutile et donc à réhabiliter socialement Dans cette courte fiction animée les moyens de réhabilitation font l’objet d’ un vote du public – le travail forcé dans les mines de siliciums, la castration au laser, la lobotomie etc … exactement comme on vote pour le départ d’ un participant à une émission de télé-réalité. La visite virtuelle est faite par un guide, lui même en cours de réhabilitation et sérieusement alcoolique, chargé de montrer au public les oeuvres dégénérées d’ un artiste nuisible au bon fonctionnement sociétal selon le pouvoir en place. Je vois ce film comme une à peine parodie gentillette de ce que l’ oligarchie globalisée et son armada numérique nous préparent en termes de surveillance, de contrôle, d’ uniformisation, de formatage des esprits et bien entendu de violence.
Quant aux artistes conceptuels du milieu dit de “l’art contemporain” que tu évoques je vais faire court à leur sujet. A mon sens un artiste plastique est un pantin méprisable si il n’ est pas capable une fois jeté nu dans une cellule de tapisser de graffitis les murs de sa prison et de les transformer en une oeuvre merveilleuse à faire Michel Ange se lever de sa tombe pour aller repeindre les plafonds de la chapelle Sixtine avec l’ enthousiasme d’ une jeunesse retrouvée. Partant de ce postulat, ces fifrelets, ces remplisseurs de dossiers de demande de subventions, ces branles-verbe ne m’ intéressent guère, tu t’ en doutes et ce qu’ ils pourraient penser de mes activités artistiques n’ a pas la moindre importance en comparaison du rire d’ un enfant qui me regarde dessiner un “père noël qui fait caca”.
Dave de Mille à son atelier
Merci beaucoup Dave d’avoir pris le temps de parler, et merci de partager les dernières nouvelles de France ; nous suivons votre travail avec enthousiasme, au revoir pour l’instant, mon ami, prenez soin de vous !
Bon courage mon ami prends soin de toi !
Pour suivre les dernières évolutions de l’artiste :
“The world wasn’t as aggressively polarized since the late 30’s of the last century. It is ruled by bankers, ethical castrates, fanatics, megalomaniacs, hypocrites, opportunist, tyrants, technocrats & computer nerds. It’s getting gloomier by the minute.”
Miron ZownirSpecial Interview
Burak Bayülgen & Erman Akçay, March 2022
Istanbul, 2019
“Modern skyscrapers, multiple ethnic neighbourhoods, alternative cultural institutions and clubs, independent underground papers and galleries, street venders, transgender prostitutes, freaks, slums, seagulls, alley cats and its magic light, Istanbul is definitely one of the most exciting cities in the world.”
Hello Zownir, we’ve been surprised to see you in Istanbul again two years after your last visit in 2019. What has drawn you here again within these hard pandemic conditions?
After my first two visits to Istanbul in September and November 2019, it was clear to me that my visual output would amount to a photobook. But with the outbreak of corona and a new dimension of existential pressure on the health and economics of its citizens I decided to go back. It was December 2021, the city was blessed with a soft and pleasant glow of winter sunlight and on the surface, you couldn’t detect any changes of spirit. However, roaming around the city at night the increasing level of misery was more than apparent. It was shocking to see how many seemingly unattended children, were begging in the middle of overcrowded streets, facing for hours thousands of unanimous legs and feet. Beggars exposing their amputated limbs, homeless families sleeping in drifty doorways or cardboard boxes. Old women and men groaning and whining for a modest aid.
As you have worked in many capitals of Europe, what can you say about your visit in Istanbul as an artist in terms of Muslim geography and a cosmopolitan capital? What have you noticed in comparison with the West?
With its location at the Golden Horn and the Bosporus, many traces of its long history, impressive sacred and secular buildings, modern skyscrapers, multiple ethnic neighbourhoods, alternative cultural institutions and clubs, independent underground papers and galleries, street venders, transgender prostitutes, freaks, slums, seagulls, alley cats and its magic light, Istanbul is definitely one of the most exciting cities in the world. It may be too overcrowded, polluted, segregated between believers and non-believers, free spirited people and those believing in secular, holy and political authorities. The economic pressure to survive is immense and the division between people with very different outlooks, values and dreams is incredible. But I didn’t sense anywhere any hostility against me as a stranger. And I never witnessed any open hostility between people of different faith. In a way Istanbul surprised me as a reasonably tolerant, open minded and extremely lively, cosmopolitan and exciting city.
‘Istanbul Noir’ article by Georgia Hart, Zoo Magazine, 2022İstanbul 2019
Have you found anything interesting in terms of daily and social life?
Of course, that would have been unavoidable. I lived in different areas on the European and the Asian side. Private accommodations and hotels. Safe and unsafe arias. I was always on the move and hardly slept a couple of hours a day. I was on a mission and high on adrenaline.
Just to mention some unusual incidents: Once a pimp attacked me. He hit me with his best shot on the chin while I was photographing two transgender prostitutes hustling for customers. He was a head smaller than me but a trained boxer. Probably a welterweight. But since he didn’t shake or impress me, he got scared and run away. One prostitute yelling after him, probably calling him a coward, the other one yelling at me, in English to erase my photo. Not knowing that I work analogue.
Another time a beggar threw his crotch at me, missed and wasn’t able to reach it anymore by himself. I picked it up and brought it back to him. He thanked me for it and tried to hit me again, just missing my legs.
Another time I got almost arrested for making a photo of a police officer, but I talked my way out of it, though he did not understand much of what I was saying. There were other incidents but most of the time it was reasonably relaxed and civilised.
Odessa 2013
“That level of state propaganda in Russia is exactly the same one that Trump used in the States to demonise people. Only taken to another extreme to rationalise a genocide…”
As a son of an Ukrainian father, what would you like to say about the war in Ukraine? You had serious studies in Odessa, Kiev and Majdan between 2012-2014. Have you ever noticed the signs of the current crisis in that period?
Yes, my father was Ukrainian and I still have many relatives and friends in the Ukraine…
To answer your question. Before Majdan there weren’t any detectible signs for an up rise or a revolt. But in late November 2013 Ukrainians took to the streets in peaceful protests after Viktor Yanukovych chose not to sign an agreement that would have connected the country more closely to the EU. The consequences was a brutal retaliation from the then government with more than a hundred lethal victims. After Yanukovych’s flight to Russia the situation in the Ukraine was very uncertain but most Ukrainians had a strong commitment to democracy and a potential integration into the EU. With the annexation of the Crimea and the increasing military involvement of the Russians in the Donbass, it should have been obvious that Putin was planning to punish, humiliate and defeat the Ukrainians for choosing their own fate.
As to this senseless slaughter in Ukraine, I’m totally outraged! Putin is lying, thieving and killing as if he was untouchable in his megalomaniac crusade against freedom and democracy. He is an imperialistic glutton who has to be stopped any way possible. But what about the Russians? Those openly outspoken against his monstrosities immigrated, are dead, or imprisoned. But much too many seem to support or tolerate him. That level of state propaganda in Russia is exactly the same one that Trump used in the States to demonise people. Only taken to another extreme to rationalise a genocide…
The pandemic, the war in Ukraine, famine and immigration based on global warming have all been discussed in Turkish media. How are the conditions in Europe? As an artist, how do you evaluate the upcoming period and “Big Reset”?
I’m no Nostradamus, but to be honest I’m not optimistic. The world wasn’t as aggressively polarized since the late 30’s of the last century. It is ruled by bankers, ethical castrates, fanatics, megalomaniacs, hypocrites, opportunist, tyrants, technocrats & computer nerds. It’s getting gloomier by the minute. Everything seems to collapse at once. We’re approaching a potentially darker age than we experienced in our lifetime. Nobody knows what’s ahead of us. Wars, famines, inflations, overpopulation, pollution, droughts, impoverishments, fires, storms, pandemics, unknown diseases and catastrophes. Certainly, the future looks bleak. But we only live once and as long as we have a choice to determine our own fate, it’s up to us what we give, take, wish, express, create or accept.
Simferopol 2012
“We only live once and as long as we have a choice to determine our own fate, it’s up to us what we give, take, wish, express, create or accept.”
How do you find the vision of Bene Taschen as a young entrepreneur and gallery owner? In the past few years, Hardhitta Gallery has exhibited the works of Jamel Shabazz, Joseph Rodriguez Gregory Bojorquez and you.
I have only the highest admiration for Bene Taschen. He is a great gallerist with a strong conviction, representing a wide range of world-class photographers. Having the strongest bonds to each of them, only showing images he is a hundred percent of convinced. Regardless of its commercial or controversial context.
Can we equate the portraits of famous people which appeal to the marginal collectors with the documental works? Which field do you feel more close?What does determine the photography scene in Europe in general?
Goya portrait rich, famous and powerful people as well as the freaks, the poor and the dammed. Some photographer choose still-life’s, landscapes, portraits, collages or whatever. I have no prejudice against any style, some I like more some I like less. Of course, I prefer hard-core street and documentary photography. I guess that’s obvious!
Miron Zownir – Absturz Trailer
“My movies are psychotic, raw, iconoclastic and anti-cinematic nightmares far of any mainstream enjoyment. You got to have a twisted mind or strange sense of humour to appreciate them.”
As an artist who reached at maturity period, do you think your literature, poetry, photography and cinema can say anything to the world? After all these years, how could you summarize the story you have manifested fearlessly throughout the all kinds of states and darkness which were immanent to be a human?
Well, it’s hard to judge the value of your own work, creative output or impact. My goal was never to please, become rich or famous. I was always expressing my personal viewpoint in any genre I was productive in, regardless of its potential consequences. Things that were important for me to show or express, whether others would appreciate, ignore or condemn it. I was never mainstream and are still controversial to this day. Even so, some of the great galleries and museums of this world exhibited me. I guess I’ve documented the Zeitgeist of the last 40 years in all its aspects, without glorifying or condemning the sometimes bitter truth I discovered. I might have influenced and encouraged quite a few younger photographers to ventures into the darker areas of our existence.
I wrote some novels, poems and short stories, which won’t be fully appreciated until they are translated into English and into many other languages. My movies are psychotic, raw, iconoclastic and anti-cinematic nightmares far of any mainstream enjoyment. You got to have a twisted mind or strange sense of humour to appreciate them. But everything I did is out there, will stay and grow in its attention.
Artist Portrait by Michele Corleone
Istanbul Noir
Georgia Hart, Zoo Magazine, 2022
Since President Erdogan’s election. Turkey has experienced severe restrictions on democratic freedoms and civil rights, causing growing tensions between the EU and Turkey. Since the mid-2010s Turkey has experienced severe stagflation – low rates of economic growth combined with inflation. These consequences on its economy and trade have led to Western tourists being rare, as well as Istanbul becoming a city non grata. Furthermore, coinciding with the devaluation of the Lira, collapsing construction industry, misinformation, women’s rights abuses, and many other factors have resulted in high percentages of unemployment and a high ranking in the world misery index. German photographer Miron Zownir wanted to explore more of this, and from his impressions from collaborating with alternative subcultural Istanbul magazines, assumed it would be reasonably safe to visit. This led to the beginning of the artist’s upcoming photobook “Istanbul Noir”. The focus of Zownir’s trip was primarily on the down and outs, homeless, transgender prostitutes, street vendors, and beggars but also on what he described as the energy and magic atmosphere of the city as well as the light and shadow over the Golden Horn and Bosporus. The imagery throughout depicts his multiple expenences during three different visits to Istanbul, where he lived in a variety of different areas on the European and Asian sides. After a few hours of sleep each night, the images are shot on a high of adrenaline. Various experiences prevail through these images, through discussions with artists, musicians, writers, poets, and publishers, all of whom Zownir describes as having a strong commitment to freedom and democracy. Many of these talents screened his films, published photos, and organized public events that in the West would be deemed radical. This conveys that in Istanbul there are still loopholes for alternative anti-establishment activities, but many of these could be discovered and classified as dangerous. Both “Istanbul Noir” and photos exhibited at the Gallery Bene Taschen will be presented in winter 2022/23.
A short clip from Zownir’s 2019 İstanbul reading.Some Posters of Zownir’s events in 2019, İstanbul
Istanbul 2019
ISTANBUL NOIR
Georgia Hart, Zoo Magazine, 2022
Türkçesi: Burak Bayülgen
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçilmesinden bu yana, Türkiye demokratik özgürlükler ve insan hakları açısından Avrupa Birliği ile gerilimin artmasına sebep olan katı kısıtlamalara maruz kaldı. 2010ların ortasından beri yoğun fiyat artışlarıyla boğuşan Türkiye’de ekonomik büyümedeki düşük oranlar enflasyonla birleşti. Bu ekonomik ve ticari sonuçlar Batılı turistlerin azalmasına ve aynı zamanda İstanbul’un istenmeyen bir şehir haline gelmesine sebep oldu. Daha da ötesinde, Türk lirasının değer kaybıyla birlikte çöken inşaat sektörü, dezenformasyon ve kadın hakları ihlali gibi pek çok etken işsizlik oranlarının yüksek oranda artmasına ve Türkiye’nin dünya sefalet endeksinde üst sıralarda yer almasına neden oldu. Alman fotoğrafçı Miron Zownir tam da bunu araştırmak üzere, alternatif alt-kültür dergileriyle yaptığı ortak çalışmalarından edindiği izlenimlere dayanarak İstanbul ziyaretinin makul ölçüde güvenli olacağını düşündü. Bu da sanatçının fotokitabı ‘Istanbul Noir’a başlamasını sağladı. Zownir’in ziyaretinin odak noktası kendi tabiriyle şehre Haliç ve Boğaz’ın gölge ve ışıkları kadar enerji ve büyülü bir atmosfer veren fakir fukaralar, evsizler, trans seks işçileri, seyyarlar ve dilencilerdi. İmgelemi İstanbul’a yaptığı üç farklı seyahati ve Asya ve Avrupa yakası gibi şehrin çeşitli bölgelerinde yaşarken edindiği tecrübeleri tasvir etmektedir. Fotoğraflar geceleri sadece birkaç saatlik uykunun ardından yüksek adrenalinle çekilmiştir. Zownir’in özgürlük ve demokrasiye sonuna dek bağlı kaldığını belirttiği sanatçılar, müzisyenler, yazarlar, şairler ve yayıncılarla yaptığı tartışmalar gibi pek çok deneyim bu fotoğraflarda baskın çıkmıştır. Bu yetenekli insanlar Zownir’in filmlerini göstermiş, fotoğraflarını çeşitli dergilerde yayınlamış ve Batı’ya göre bile oldukça radikal organizasyonlar düzenlemişlerdir. Bu da İstanbul’da hala düzen karşıtı eylemlerin olduğuna dair bir umut vadetmekte, ancak pek çoğu tehlikeli sayılmaktadır. Hem ‘Istanbul Noir’ hem de Bene Taschen Galerisi’ndeki fotoğrafları 2022-23 kışında sergilenecektir.
Odessa 2013
Savaş Günlerinde Zownir ile…
Erman Akçay & Burak Bayülgen 1 Mart 2022
Portrait by Nico Anfuso
“Putin yalan söylüyor, soyuyor ve öldürüyor; sanki bu özgürlük ve demokrasiye olan megaloman savaşında dokunulmazmış gibi. Putin emperyalist bir açgözlü ve bir şekilde durdurulması gerek.”
Ukraynalı bir babanın oğlu olarak yaşanan Ukrayna savaşına ilişkin neler söylemek istersin? 2012-2014 yılları arasında Odessa, Kiev, Majdan gibi Ukrayna’nın çeşitli bölgelerinde ciddi çalışmalar yaptın. Şu anki krizin sinyallerini o dönemden alıyor muydun?
Evet, babam Ukraynalıydı ve halen Ukrayna’da pek çok akrabam ve arkadaşım var… Soruna cevap vermem gerekirse, Majdan’dan önce bir isyan ve ayaklanmanın belirgin işaretleri ortada yoktu. Ama 2013 Kasım’ında Viktor Yanukovych ülkeyi AB’ye yakınlaştıracak anlaşmayı imzalamayı reddedince Ukraynalılar barışçıl bir protesto için sokaklara indi. Sonuç, o zamanki hükümet tarafından yüzden fazla kişinin öldüğü vahşi bir misillemeydi. Yanukovych Rusya’ya gittikten sonra durum oldukça belirsizdi ama çoğu Ukraynalı’nın demokrasiye büyük bir bağlılığı ve AB’ye potansiyel bir entegrasyonu söz konusuydu. Kırım’ın ilhakı ve Rusya’nın Donbass’taki askeri müdahalesiyle bariz bir biçimde görüldü ki Putin kendi kaderlerini seçtiği için Ukraynalıları cezalandırmayı, aşağılamayı ve yok etmeyi planlıyordu. Ukrayna’daki bu anlamsız katliama gelince, inanılmaz öfkeliyim. Putin yalan söylüyor, soyuyor ve öldürüyor; sanki bu özgürlük ve demokrasiye olan megaloman savaşında dokunulmazmış gibi. Putin emperyalist bir açgözlü ve bir şekilde durdurulması gerek. Peki Ruslara ne demeli? Putin’in gaddarlığını açıkça beyan edenler ya kovuldu ya öldürüldü ya da hapsedildi. Fakat pek çok kişi de onu destekliyor gibi görünüyor. Rusya’da devlet propagandası Trump’ın Amerika’da insanları şeytanlaştırmak için yaptığı propagandayla tıpatıp aynı. Sadece başka bir radikal tarafından soykırım rasyonel gösteriliyor.
Kiev, Majdan 2014
Fakat bu dünyaya bir kere geldik ve kendi kaderimize kendimiz karar verdiğimiz sürece ne alıp ne verdiğimiz, dilediğimiz, ifade ettiğimiz, yarattığımız ve kabullendiğimiz bize bağlı.
Türkiye medyasında pandemi, peşi sıra gelen Ukrayna savaşı, yakın dönemde küresel ısınmaya dayalı kıtlık ve bu durumun tetikleyeceği göçler tartışılıyor. Avrupa’da durum nasıl? Bir sanatçı olarak önümüzdeki süreci ve ‘Big Reset’i nasıl değerlendiriyorsun?
Ben bir Nostradamus değilim ama dürüst konuşmak gerekirse pek iyimser de değilim. Dünya geçen yüzyılın 30’lu yıllarından beri hiç bu kadar agresif bir biçimde kutuplaşmamıştı. Sarraflar, ahlak düşkünleri, fanatikler, megalomanlar, riyakarlar, fırsatçılar, tiranlar, teknokratlar ve bilgisayar uzmanları tarafından yönetiliyor. Her dakika daha da kasvetli bir hale bürünüyor. Sanki her şey, bir anda çökecekmiş gibi. Potansiyel olarak hayat boyu deneyimlediğimizden çok daha karanlık bir döneme giriyoruz. İleride ne olacağını kimse bilmiyor. Savaşlar, kıtlıklar, enflasyon, nüfus artışı, hava kirliliği, kuraklık, yoksulluk, yangınlar, fırtınalar, pandemi, bilinmeyen hastalıklar ve felaketler. Kesinlikle gelecek umutsuz görünüyor. Fakat bu dünyaya bir kere geldik ve kendi kaderimize kendimiz karar verdiğimiz sürece ne alıp ne verdiğimiz, dilediğimiz, ifade ettiğimiz, yarattığımız ve kabullendiğimiz bize bağlı.
Those Days Are Over · Mona Mur · Miron Zownir
O GÜNLER GEÇTİ ARTIK
Türkçesi: Burak Bayülgen
Eğer ölmezsen gencecik Bir trafik kazasında Boğularak küvetinde Yahut bir zombiden görerek işkence Yaramaz şiirlerin bir boka Boğduğu sürece seni refaha Kimseyi çekmez sıkıcı maceraların Ve eğer bir sabıka kaydın yoksa Sömüremezler seni bir diğer Tatort’ta* Ve kitleleri büyüleyen bir karizman yoksa Gönderirler geri Dönerci Dükkanına Yahut güzellik salonuna Ve bok gibi olduğunu anlarsın Kapmak için bir pay pastadan Haklısın Bassalar keyfe keder Time’ın kapağına Yahut kıyaslasalar seni Shakespeare’le Kimse paylaşmaz zaferini, ününü ve talihini Bundan böyle Bu siktiğimin şairiyle O günler geçti artık
* Tatort, Türkçe “Olay-Yeri” anlamına gelen, Almanya’da 1970’den beri kesintisiz olarak yayınlanan polisiye dizidir.
Istanbul, 2019 September
Sesin ve İmgelemin Radikalizmi
Songül Eski
Zownir’in poetikası, zihnimizde imgeler canlandıran bir müzikten farksızdır. Onun sanatındaki anlayış, şiirlerini okuduğumuzda daha da derinleşir ve çok boyutlu bir açıyla dönüp fotoğraflarına tekrar bakarız. Zownir’in şiirlerinde ampirik anlatımları güçlendiren biraz da empatik dilidir ki kullandığı temalarda her zaman ya birinci tekil ya ikinci tekil olan Zownir’in olayların içinde kendine yer açan bu anlatımı, ampirik olanı güçlendirirken bir o kadar da tinsel kılar ve okur kendini üçüncü tekil olarak çekim alanında, olaylara şahitlik ederken bulur. Bir başka deyişle yönetmen’liğinden şiirlerinde de kopmaz Zownir. Şehrin arka sokakları, izbe yerlerin geç saatlerde büründüğü buğulu atmosfer, kamerasından süzülen ışıkla gözlerimizin önüne serilirler. Onun fotoğraf karelerine baktığımızda dünyanın gürültüsünün bütünüyle kulağımıza çalınması ve bu durumun bizi rahatsız etmesi gayet doğaldır. Zownir’in sanatsal faaliyetlerindeki amaç da tam olarak budur zaten: Rahatsız etmek! Duyuları harekete geçirmenin kimine göre en keskin, kimine göre en acımasız yolu. Öyle ya da böyle insanca bir eylem, insanca bir tavır. Çektigi hardcore fotoğraf karelerinden bu tavrı kolaylıkla sezinliyoruz. Uyuşturucu bağımlıları, fuhuş sahneleri, suç mahalleri gibi çalışma sahası olarak seçtiği temalardaki estetik kaygı, şiirlerinde de göze çarpan bir unsurdur. Konuyu dize yerine bir bütünde anlatmayı tercih etmesini ve ses uyumundaki dikkatini buna örnek verebiliriz. Yeraltı söyleminin endüstriyel kasvetini ve hatta daha da uçlara giderek bu karanlığın uhrevi derinliğini ele alması, Zownir’in sanatını gözler önüne seren bir münacattır. İnsanı ruh ve madde olarak irdelemeyen Zownir için Cennet ve Cehennem denilen yer çok boyutlu olduğu gibi bazen de yoktur veya hiç olmamıştır. Şiirlerinde kullandığı evren, onun olaylara, olaylarla birlikte insana bakışını da yansıtır. Zownir, uçlarda bir sanat sergilese de aslında bütün uçlara karşı başkaldırıda bulunur, dolayısıyla para ve şöhret dahil bütün bağımlılıklara da. Tüm bu radikalizm, esasında insanı iyilik ve güzellikleriyle ön plana çıkartmayı amaçlar. Varetmeyi ve yoketmeyi haince Tanrıdan araklayan insanı suçlar; riyakârlığını yüzüne vurur ve karanlıkla beslenmiş bir tazelikte tıpkı fotoğraflarında olduğu gibi gözlerimizin önüne bir yapıt gibi diker.
İstanbul, 2019 September
2019 yılındaki ziyaretinden iki sene sonra seni tekrardan İstanbul’da görmek bizleri şaşırttı. Zorlu pandemi koşullarında seni tekrardan buraya çeken şey neydi?
2019 Eylül ve Kasım’ında İstanbul’a yaptığım iki ziyaretin ardından görsel birikimim bir photobook için oldukça zengindi. Fakat koronanın patlak vermesiyle, sağlık ve ekonomi üzerinden vatandaşlara kurulan varoluşsal baskının yeni bir biçim almasıyla geri dönmeye karar verdim. 2021 Aralık’ıydı. Şehir ılık ve tatlı bir kış güneşiyle kutsanmıştı ve görünürde herhangi bir değişiklik yoktu. Gel gör ki, geceleyin şehirde gezerken sefaletin artışı görünenin de ötesindeydi. Başıboş çocukları o tıklım tıklım sokaklarda binlerce bacağın ve ayağın arasında görmek şok ediciydi. Dilenciler sakat uzuvlarını teşhir ediyor, evsiz aileler kapı boşluklarında ve kolilerde uyuyor, yaşlı kadınlar ve erkekler bir lokma için sızlayıp inliyordu.
İstanbul, 2021 December
Avrupa’nın birçok kentinde çalışmış bir sanatçı olarak İstanbul ziyaretine ilişkin kabaca neler söylemek istersin? Müslüman bir coğrafya, kozmopolit bir kent, batıya kıyasla ne tip farklılıklar dikkatini çekti?
Haliç ve Boğaz’daki konumuyla, uzun tarihinin bir çok iziyle, o hem kutsal hem de seküler etkileyici mimarisiyle, modern gökdelenleri, çeşitli etnik mahalleleri, alternatif kültür kuruluşları ve kulüpleri, bağımsız yeraltı gazeteleri ve sergileri, işportacıları, trans seks işçileri, ucubeleri, gecekonduları, martıları, sokak kedileri ve o büyüleyici ışığıyla İstanbul kesinlikle dünyanın en muhteşem şehirlerinden biri. Çok kalabalık, havası kirli, inançlı ile inançsız, özgür ruhlu/seküler ile kutsal/politik otoriteye inananlar arasında bölünmüş de olsa ekonomik baskıya direnmesi ve çok farklı bakış açılarına, değerlere ve hayallere göre ayrışması muazzam. Aynı zamanda bir yabancı olarak hiçbir yerde bana karşı bir düşmanlık sezmedim. Ve farklı inançtan insanlar arasında hiçbir zaman açık bir düşmanlığa tanık olmadım. Kısacası İstanbul hoşgörüsü, açık fikirliliği, ziyadesiyle yaşanabilirliği, kozmopolitizmi ve heyecanıyla beni oldukça şaşırttı.
Istanbul, 2021 December
Gündelik hayat ve sosyal açıdan ilgini çeken farklı konular bulabildin mi?
Tabii ki, kaçınılmaz olarak. Asya ve Avrupa yakalarında çeşitli yerlerde yaşadım. Özel pansiyonlar ve oteller. Hem güvenli hem de güvensiz yerler. Hep hareket halindeydim ve zar zor bir kaç saat anca uyuyabiliyordum. Bir misyonum vardı ve adrenalin yüklüydüm. Bir kaç tuhaf olaya değinirsem: Pezevengin biri bana saldırdı. Müşteri peşinde koşan iki trans seks işçisini fotoğraflarken çeneme kuvvetli bir darbe indirdi. Benden kısaydı ama antremanlı bir boksçuydu. Sanırım ortasikletti. Fakat beni pek de korkutamadığından kaçtı. Bir seks işçisi arkasından haykırdı, muhtemelen “korkak” gibi bir şeyler dedi, diğeri de bana İngilizce fotoğrafı silmem için bağırdı. Halbuki ben analog çalışırım. Başka, bir dilenci bana çatalını fırlattı, ıskaladı ve uzanamadı. Çatalı yerden aldım ve geri verdim. Teşekkür etti ve tekrar bana saldırmaya çalıştı, bu sefer de bacaklarımı ıskaladı. Bir diğer sefer de az kalsın bir polisi fotoğrafladığım için tutuklanıyordum, fakat konuşarak yırttım, zaten ne dediğimi de anlamadı. Daha başka şeyler de oldu ama genellikle huzurlu ve rahattı.
King Kahn, Berlin 2013
Genç bir girişimci ve sanat adamı olarak Bene Taschen’nin vizyonunu nasıl değerlendirirsin? Hardhitta Galeri olarak geçtiğimiz yıllarda Jamel Shabazz, Joseph Rodriguez, Gregory Bojorquez gibi fotoğrafçıların işlerini sergilediler.
Bene Taschen’e çok büyük bir hayranlık duyuyorum. Derin fikirleri olan, geniş bir yelpazede birinci sınıf fotoğrafçıları sergileyen harika bir galerici. Bu saydığın isimlerle güçlü bağlar kuran, sergilediği sanatçıların ticari veya tartışmalı yönlerine önem vermeden yüzde yüz ikna olan biri.
Marjinal koleksiyonerlere hitap eden ünlü simaların portreleriyle belgesel nitelikli işleri aynı kefeye koyabiliriz miyiz? Sen kendini daha çok hangi alana yakın görüyorsun?
Goya ucube, fakir, lanetliler gibi zengin, ünlü ve güçlü insanları da resmetti. Bazı fotoğrafçılar natürmort, manzara, portre veya kolaj çalışmayı seçer. Hiçbir stile karşı bir ön yargım yok, bazılarını az bazılarını çok severim. Tabii ki esas olarak sokak ve belgesel fotoğrafçılığını tercih ediyorum. Zaten belli değil mi?
Zownir, Germany
Olgunluk dönemine yaklaşmış bir sanatçı olarak edebiyatın, fotoğrafların ve sinemanla dünyaya bir şeyler söyleyebildiğine inanıyor musun?
Tabii ki insanın kendi eserinin kalitesini, yaratıcı birikimini ve etkisini tartışması güç. Amacım hiçbir zaman memnun etmek, zengin ya da ünlü olmak değildi. Hangi türde çalıştıysam, her zaman bireysel bakış açımı potansiyel sonuçları kale almadan ifade ettim. Bana önemli gelen şeyleri başkalarının takdirine, hiçe saymasına ya da yargılamasına aldırmadan. Hiçbir zaman anaakım olmadım ve bu da halen tartışma konusu. Böyle olmasına rağmen, büyük galeriler ve müzeler benim eserlerimi sergiledi. Sanırım son kırk yılın ruhunu tüm çıplaklığıyla belgeledim ve o keşfettiğim acı gerçeği ne yücelttim ne de yargıladım. Bazı genç fotoğrafçıların varoluşumuzun karanlık taraflarına yönelmesine etki etmiş olabilirim. Romanlar, şiirler, kısa öyküler yazdım ve hiçbirinin değeri İngilizce veya başka dillere çevrilmeden bilinmeyecek. Filmlerim anaakım zevklere meydan okuyan psikotik, ham, put kırıcı ve anti-sinematik filmlerdir. Beğenmen için hasta bir ruha ya da garip bir mizah anlayışına sahip olman gerekiyor. Ama yaptığım her şey burada, kalıcı ve dikkat çekici olacaktır.
Miron Zownir’s second feature film ‘Back to Nothing’ teaser (2015)Mariupol 2013
UKRAINIAN NIGHT
Zownir toured several parts of the Ukraine and met with a wide range of realities of urban life in different regions. Through close contact with local activists he obtained insights into the often abysmal social life of different marginalized groups, for example drug addicted homeless adolescents dwelling in run down houses and ruins in Odessa. In the course of their photographic journey Zownir, whose father was Ukrainian, photographed also TB patients, HIV-positive orphans or residents of various Roma camps, showing the fringe of society that has been invisible so far in the Ukrainian and foreign media. In his b/w photographs signs of the revolution are already perceptible. The images demand a social and political reflection of the now ubiquitous nationwide crisis. In 2014 Zownir again went to visit Kiev and documented the Majdan as the central square of the visible chaos of the post-revolution, as a place of desolation, great perplexity and silent grief about the people who lost their lives in the uprise.
Odessa 2013- Homeless juveniles
Kiev 2012- Celebration at Majdan
Kiev/ Majdan 2014 – Funeral rite for victim of Majdan uprise
Lemberg 2012– Nuns demonstrating for the preservation of their convent
Sewastopol 2013– Celebration of the WWII victory
Odessa 2012
Jalta 2013- Lenin memorial
Kiev /Majdan 2014
Not to Exist for a While
Listening to a sad symphony Didn’t pick up my mood I turned it off and listened To the sound of the City Not wanting to listen To anything Not to exist for a while Not to eat breath or think Is as good a vacation As any As long as you have your return-ticket To your meaningless virtues Countless secrets Solitary petting orgies And nine to five job Once you have been Where you should have never returned from You know it doesn’t matter If you lived your life with a hard on Or a fist up your ass And that’s as sad as it gets Sadder than the saddest symphony Or the birth of your offspring
Mona Mur & Miron Zownir – Live at Theater Metropolis, 2018
Bir Süre Var Olmamak
Türkçesi: Burak Bayülgen
Dinlerken hüzünlü bir senfoni Getirmedi yerine keyfimi Kapattım ve dinledim Şehrin sesini İstemiyor canım bir şey Dinlemek Bir süreliğine var olmak Yememek, solumamak ve düşünmemek Güzel herhangi bir tatil Kadar Gidiş-dönüş biletin olduğu sürece Anlamsız erdemlere Sayısız sırlara Tek başına orjilere Ve dokuz-beş işine Oradaydın bir zamanlar Hiç dönmemen gereken yerde Ne fark eder ki, bilirsin Hayatını yaşadıysan erekte Yahut bir yumrukla kıçında Ve bu da hüzünlüdür olabildiğince En acıklı senfoniden Yahut oğlunun doğumundan.
Aboriginal man using newly installed phone for the first time in Arnhem Land, Australia. (1975)
Zamanın Başlangıcı,Zamanın Sonu
John Zerzan
Çeviren: Cemal Atila, Kaos Yayınları
Günümüzün en saplantılı kavramlarından biri nasıl ki zaman denen maddi gerçeklik ise, kendinden menkul zaman anlayışı da sosyal yaşamın ilk yalanı olmuştur. Başka türlü söylemek gerekirse, insan doğadan kopmadan önce zaman diye bir şey yoktu. Bu can alıcı şeyleşme -zamanın başlangıcı- İlk Günah’ı; yani yabancılaşmanın ve tarihin başlangıcını teşkil eder.
Spengler bir kültürü başka bir kültürden ayıran özelliklerin zamana atfedilen sezgisel anlamlar olduğunu gözlemlerken, Canetti, zamanı düzenlemenin tüm yönetimlerin başlıca özelliği olduğunu belirtmiştir. Öte yandan, topluluktan yola çıkıp uygarlığa varan akışın kendisi de zamana dayandırılmaktadır. Zaman teknolojinin temel dili ve tahakkümün ruhudur.
Zamanın günümüzde kazandığı erişilmez hız ve buna ek olarak zamanı uzamsallaştırma doğrultusundaki “çözümlerin” uğradığı başarısızlık, baskıcı bir güç olan zaman ile ona eşlik eden İlerleme ve Gelişmenin yapaylığını apaçık biçimde gözler önüne sermektedir. Daha somut konuşmak gerekirse, zamanın aleni boyunduruğunu, teknoloji ve çalışma çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır. Nereden bakılırsa bakılsın, tarihi ve zaman düzenini ortadan kaldırma isteği Orta Çağlardan beri, hatta daha da önce, tarımı doğuran Neolitik devrimden beri, bugünkü kadar güçlü olmamıştır.
Teknoloji ile çalışmanın insancıllaştırılmasının kuşkulu bir önermeye dönüştüğü günümüzde, zamanın insancıllaştırılması da bizzatihi sorgulanmaktadır. En can alıcı sorulardan biri şudur; zamanın yarattığı temel baskı etkin bir şekilde nasıl kontrol altına alınabilir veya reforme edilebilir? Oysa bunu yapmak yerine, neden bu baskıyı tamamen ortadan kaldırmayalım?
Hegel’i onaylayarak ondan alıntı yapan Debord şöyle yazmıştı; “Varlığı bastırdığı ölçüde var olan negatif bir varlık olarak’ insan, zamanla özdeştir.” Artık reddedilen bu denklemi aydınlatmanın en iyi yolu belki de zamanın kökenine, evrimine ve mevcut konumuna bakmaktır.
Horkheimer ile Adorno’nun anlamlı bir şekilde dile getirdiği gibi, eğer “her türlü şeyleşme bir unutuş”ise, zamanın bulunmadığı kökenimizden kopuşumuz ve ebedi bir şekilde “zamana yenilmemiz” bağlamında her türlü “unutuşun” bir şeyleşme olduğu da bir o kadar doğrudur. Esasen tüm diğer şeyleşmeler buradan doğmaktadır.
Zaman denilen nesneleşme ve onun akışının şimdiye dek hiç kimse tarafından tatminkar bir şekilde tanımlanmaması, konunun bir hayli karmaşık olmasından kaynaklanıyor olmalı. Zamandan başlayarak tarihe, oradan ilerlemeye, ilerlemeden de ölümcül bir gelecek putperestliğine dönüşen bu akış günümüzde türleri, dilleri, kültürleri ve neredeyse tüm doğal dünyayı öldürmektedir. O nedenle, daha baştan niyet ve stratejiyi vurgulamak istiyorum; teknolojik toplum ancak zamanın ve tarihin ortadan kaldırılmasıyla tasfiye edilebilir (ve yeniden ortaya çıkması da ancak bu şekilde engellenebilir).
Spengler tarafından da belirtildiği gibi, “Tarih öncesiz sonrasız bir oluştur ve bu yüzden öncesiz sonrasız bir gelecektir; Doğa ise var olandır ve bu yüzden sonsuz bir geçmiştir.” “Tarih doğanın inkandır” diyen Marcuse, neredeyse insanı insan olmaktan çıkaran ve giderek daha da hızlanan bu ilerleyişi iyi yakalamıştır. Bu sürecin odak noktasını, ilk insanlarda var olmayan hükmedici bir zamansallık anlayışı oluşturur.
Levy-Bruhl konuya şöyle girer: “Zaman anlayışımız, insan aklının doğal bir niteliğiymiş gibi görünüyor. Oysa bu bir yanılgıdan ibarettir. Zira ilkel düşünüş tarzının söz konusu olduğu yerlerde, böyle bir anlayışa nadiren rastlarız…” Frankfurt okulunun mensupları ise şu sonuca varmıştı ; “eski çağların düşüncesi, zamanı tekdüze bir süreklilik veya nitel olarak farksız anlardan oluşan bir ardışıklık olarak ele almaz.”Bunun yerine ilk insanlar, “her an bir arada var olan ve böylece hem nicel hem de nitel bakımdan sürekli olarak değişen olaylar bütününü beraberinde getiren bir iç ve dış deneyim akışı içinde yaşamıştır.”
Ovalarda yaşamış olan avcı-toplayıcı kadın kafatasları üzerinde çalışan Jacquetta Hawks, “ovadaki tüm günlerin, tüm mevsimlerin direşimli bir birlik oluşturduğu öncesiz sonrasız bir şimdiyi” tasavvur etmiştir. Gerçekten de yaşam, sürekli bir şimdi içinde yaşanmaktaydı; bu ise, tarihsel zamanın gerçekliğe içkin olmadığı, tersine gerçeklik üzerinde bir dayatma olduğu anlamına gelmekte dir. Kendisi olaylardan bağımsız kalarak tüm olayları birbirine bağlayan o sonsuz ilerleme içinde açılan bir “yumağı” andıran böylesine soyut bir zaman anlayışına tümüyle yabancıydılar.
Henri-Charles Puesch’ün “eklemli zamandışılık” terimi, örneğin belirgin bir zaman anlayışının olmadığı dönemlerde, zaman aralığı bilincinin var olduğunu yansıtan yararlı bir terimdir. Açıktır ki, zamansal mesafe davetsiz bir misafir gibi insan aklına girmeden önce, özne ile nesne arasında tamamen farklı bir ilişki vardı. Algı dediğimiz şeyin, doğanın dışlanmasına ve tahakküm altına alınmasına yol açan uzaklaşmayı yaratan günümüzdeki tek boyutlu eylemle herhangi bir benzerliği yoktu.
Şüphesiz bu özgün durumun yansımalarını, varlıklarını hala sürdüren kabilelerde farklı derecelerde görebiliriz. Wax on dokuzuncu yüzyıl Pawnee Kızılderililerinden söz ederken şöyle der; “Yaşamlarında bir ritim var, ama ilerleme yok.”Hopi dili ne geçmişi ne şu anı ne de geleceği çağrıştıran hiçbir referans içermez. Tarih doğrultusunda biraz daha ilerlemiş olan Tivlerin düşüncesinde ve konuşmasında zaman öğesi göze çarpmakla birlikte ayn bir kategori oluşturmamaktadır; bir diğer Afrikalı grup olan Nuerler de bağımsız bir dü şünce olarak herhangi bir zaman anlayışına sahip değildir. Zamana yenilme aşamalı bir yenilgidir; tıpkı eski Mısırlıların, biri gün dönümlerini diğeri ise tekbiçimli “nesnel” zamanı ölçen iki ayrı saat geliştirmesi gibi, Balililerin takvimi de “zamanın birimini değil, daha ziyade ne tür bir zamanda olunduğunu gösterir.”
Yukarıda genel olarak değinilen ilk avcı-toplayıcı insanlık bağlamında birkaç şey daha söylemek yararlı olabilir; hele de 1960’lı yılların sonlarından beri “antropolojik ortodoksluğun neredeyse tamamen tersyüz edildiği” olgusu dikkate alındığında. Yaklaşık 10.000 yıl önce ortaya çıkan ilk tarım toplumları öncesindeki yaşam uzunca bir süre boyunca çirkin, kısa ve hayvani bir varoluş olarak görülmüştür, ancak Marshall Sahlins, Richard Lee ve diğer araştırmacıların yaptığı çalışmalar bu yaklaşımı kökünden değiştirdi. Asgari bir çabayla yaşamın idame edilmesini sağlayan ve çok çeşitli hazlar veren yiyecek toplayıcılığı artık özgün ve varlıklı bir toplumu temsil etmektedir; çalışma katı bir sosyal maliyet olarak değerlendiriliyor ve armağan etme ruhu ağır basıyordu.
İşte zaman dışı olma böyle bir yaşama dayanıyordu ki bu da akla Whitrow’un sözlerini getiriyor; “İlkel insanlar mevcut an içinde yaşarlar, tıpkı bizlerin de eğlenirken mevcut anda yaşaması gibi.”ıs Benzer bir yaklaşımı Nietzsche şöyle dile getirir; “Tüm zevkler sonsuzluğu arzular; derin, çok derin bir sonsuzluğu.”
Bir zamanlar zevklerin ve mükemmelliğin hüküm sürdüğü özgün bir yaşam olduğu düşüncesi oldukça eski ve neredeyse evrensel bir düşüncedir. Sadece birkaç örnek vermek gerekirse, “Kaybedilmiş Cennet” anılan, sonraki varoluşun yıkımını talep eden bir eskatologya* ile birlikte, Taocu Altın Çağ düşüncesinde, Roma’daki Kronia ve Saturnalia bayramlarında, Yunanlıların Elizyum’unda ve Hıristiyanlık’taki Cennet Bahçesi ile Cennetten Kovulma söylencesinde rahatlıkla görülebilir (ki muhtemelen bu düşünceler, efendisiz bir toplumdaki eski mutluluğun yitirilişini konu alan Sümer ağıtlarından kaynaklanmaktadır). Zamanın ortaya çıkışıyla birlikte yitirilen bu cennetvari varoluş, zamanın Cenneten Kovulma’nın getirdiği bir uğursuzluk, tarihin ise İlk Günah’ın sonuçlarından biri olduğunu göstermektedir. Norman O. Brown’a göre “Ayrılmışlık Cennetten Kovulma’ya, yani bölünmeye tekabül eder ve o ilk yalana yenik düşme anlamına gelir.” Walter Benjamin’e göre ise, “soyutlamanın kökeni… İlk Günah’ta aranmalıdır.” Buna karşılık, şaman faaliyetlerinde bir “cennet nostaljisi” keşfeden Eliade’a göre, “bir şamanın ancak kendisinden geçerek yapabildiği şey”, zamanın hegemonyasından önce, “tüm insanlar tarafından somut bir şekilde yapılabiliyordu.”Öyleyse Loren Eisely’nin “yüce bir zamansızlıkla, hiçbir değişimin olmadığı o mutlu ülkeyle bağdaşmayan her şeyi kararlı bir şekilde ortadan kaldırmak veya göz ardı etmek üzere yoğun ve etkin bir çaba gösteren” yerli halklardan bahsetmesinde şaşıracak bir şey yok.Hakeza, ilkel toplumların “kendi aralarında tarihi doğurabilecek her türlü yapısal değişikliğe karşı amansız bir direniş sergilediklerini” gören Levi-Strauss’un bu tespiti de pek şaşırtıcı olmasa gerek.
*Ölümden sonraki hayattan söz eden bir doktrin. Ç.n.
Eğer tüm bu anlatılanlar zaman gibi ciddi bir konu hakkında fazlaca sert görünüyorsa, bilgeliğin hangi noktada yitirildiğini göstermeleri bakımından, bazı modern klişeler bize soluk aldırabilir. “Zaman yaşantıyı düzenlemeye yarayan bir biçimdir” diyen John G. Gunnell, teknolojinin tarafsız olduğunu savunan mantık dışı yaklaşımla mutlak bir paralellik oluşturmaktadır. Zamana çok daha aşırı bir sadakat gösteren yaklaşımlardan biri de Clark ile Piggott’nun tuhaf iddiasıdır; “insan topluluklarını hayvan topluluklarından ayıran şey, son tahlilde, insanların sahip olduğu tarih bilincidir.” “İlkel halklar bireysellik duygusuna hemen hemen hiç sahip olmadıkları için, özel mülkiyetleri yoktur” diyen Erich Kahler’in bu düşüncesi de tıpkı Leslie Paul’un “İnsan doğanın dışına adım atmakla kendisini zaman boyutundan özgürleştirmektedir” biçimindeki sözleri gibi kökten yanlıştır. Şunu da eklemek gerekir ki, ilk insanın “kendi evrenine ve topluluğuna ilkel bir şekilde katılımının, zamanın devreye girmesiyle birlikte çatırdamaya başladığını” gören Kahler daha sağlam bir zemin üzerinde durmaktadır.Bu kaybediş Seidenberg’ in gözünden de kaçmamıştır; Seidenberg’e göre atamız “kendi içgüdüsel armonisinden tamamen koparak, istikrarsız sentezlerden oluşan tehlikeli bir yola sapmıştır. Tehlikelerle dolu olan bu yolun adı tarihtir.”
Mitik boyuta yeniden dönmek gerekirse, pratikte avcı-toplayıcı yaşama tekabül eden genelleşmiş antik bir Cennet Bahçesi’ne duyulan özlemlerde, tüm ırklarda ve tüm ilk toplumlarda izine rastlanılan büyü faaliyetleriyle karşılaşmaktayız. Zamana dayalı teknolojik tarzlarda olduğu gibi, bu faaliyetlerde de gözümüze çarpan şey, “doğanın olağan düzenliliğini yeniden sağlamayı” amaçlayan zaman karşıtı bir müdahaledir. Böylece asıl vurgulanması gereken olgu, doğanın süreçlerinin aşılması değil, bu süreçlerdeki düzenliliğe ilk insanlar tarafından gösterilen ilgidir. Büyünün bir diğer boyutu da, bütün canlı varlıklar arasındaki akrabalığı en yüce değer olarak gören totemciliktir; büyü ve onun totemsel çerçevesine göre, doğaya katılım her şeyin temelidir.
“Gerçek totemcilikte,” der Frazer, “… totem [ata, koruyucu] asla bir tanrı değildir ve ona hiçbir zaman tapılmamaktadır.” Katılımdan dine, doğa ile özdeşleşmeden dışsallaşmış tanrı tapıncına doğru atılan adım, zamanı doğuran yabancılaşma sürecini teşkil eder. Ratschow, büyünün çöküşünden ve onun yerine dinin geçirilmesinden, bu can alıcı ilişkiyi sağlayan tarihsel bilincin yükselişini sorumlu tutmuştur. Durkheim tam da böyle bir anlayıştan yola çıkarak zamanı “dinsel düşüncenin bir ürünü” olarak değerlendirmiştir. Eliade artık iyice su yüzüne çıkan bu ayrışmayı görmüş ve onu sosyal yaşamla ilişkilendirmiştir; “en mantıksız efsaneler ve ritüeller, Tanrı ve Tanrıçaların hemen hemen tüm çeşitleri, Atalar, maskeler, gizli topluluklar, tapınaklar, papazlıklar ve benzerleri; tüm bunlar, toplayıcılık ve oyun tarzı avcılık aşamasının ötesine geçen kültürlerde ortaya çıkmaktadır… “
Elman Service, avcı-toplayıcı dönemde gruplar halinde yaşayan toplulukların “şaşırtıcı ölçüde” eşitlikçi olduklarını fark etmiştir; bu eşitlikçiliğe damgasını vuran şey yalnızca otoriter şeflerin yokluğu değil, ama aynı zamanda, uzmanların, her türlü aracı unsurun, işbölümünün ve sınıfların bulunmayışıdır. Freud’un tekrar tekrar işaret ettiği gibi, özü yabancılaşma olan uygarlığın, ilk çağlardaki bu zaman dışı ve üretken olmayan mutluluğu ortadan kaldırması gerekiyordu.
Bu uzun ve bozulmamış çağda, yabancılaşma önce zaman biçiminde ortaya çıktı; ne var ki, zamanın mutlak zafere ulaşıp tarihe dönüşebilmesi için, on binlerce yıl süren bir direnişin kırılması gerekiyordu. Teknolojinin motoru olan uzamsallaştırmanın izi, zamanla birlikte ortaya çıkan ilk acı yoksullaşma deneyimlerine, zamana geçişi sağlamak üzere yaşam alanlarının genişletilmesini hedefleyen ilk çabalara dek sürülebilir. Eski Ahit’te geçen “Verimli ve üretici olun” emri Cioran tarafından bir “suç” olarak değerlendirilmiştir. Muhtemelen Cioran bu emirde ilk uzamsallaşmayı -bizzat insanların kendi kendilerini uzamsallaştırmalannı- görmüş olsa gerek; zira ilerlemeci bir müdahaleyle yıkılan avcı-toplayıcı yaşamdan sonra ortaya çıkan işbölümü ve onu takip eden diğer ayrışmaların, insan nüfusundaki hızlı artıştan kaynaklandığı söylenebilir. Bu yıkımı burjuva tarzda dile getiren klişeleşmiş söyleme göre, tahakküm (yani yöneticiler, şehirler, devletler vb.) “nüfus baskısının” doğal bir sonucudur.
Avcı-toplayıcılıktan göçebeliğe geçilirken, uzamsallaşma, yaklaşık olarak i.ö. 1200 dolaylarında, iki tekerlekli savaş arabası (ve yan insan yan at biçimindeki bir figür) olarak karşımıza çıkmaktadır. Zamanı kontrol altına almanın bir telafisi olarak, yayılmanın ve hızlanmanın getirdiği zafer sarhoşluğu artık belirgin bir şekilde varlığını hissettirmektedir. Bir tür gurur vesilesidir bu durum; zaman anlayışının yarattığı tedirgin edici enerji, en basitinden uzamsal tahakküme kanalize edilmiştir.
Göçebe yaşamın sona ermesiyle birlikte, toplumsal düzen, yeni bir uzamsallaştırma olan sabit mülkiyet üzerinde inşa edilmiştir. Tam da bu noktada Euclid sahneye çıkar; Euclid tarafından geliştirilen geometri, ilk tarım sistemlerinin ihtiyaçlarını yansıttığı gibi, yaşam alanlarının ölçülüp biçilmesini başlıca ilke olarak kabul etmekle, bilimi yanlış bir zemin üzerine oturtmuştur.
Eşitlikçi bir toplum portresi çizmeye çalışan Morton Fried, böylesi bir toplumun hiçbir şekilde düzenli bir işbölümü sergilemediğini (ve böylece politik bir iktidar için hiçbir temel yaratmadığını) belirtir; “Bu toplumların neredeyse tümü, avcılık ile toplayıcılığa dayanmaktadır ve büyük yiyecek rezervlerinin depolanmasını sağlayan önemli hasat dönemlerinden yoksundurlar.” Artı ürünü ve uzmanlaşmayı geliştirerek üretimi doğuran tarım uygarlığı her şeyi temelden değiştirdi. Kendisine sunulan artı ürün sayesinde, rahip zamanı ölçmeye, gökyüzü hareketlerini tanımlamaya ve gelecekteki olayları öngörmeye başladı. Güçlü bir elitin denetimi altında olan zaman, doğrudan, devasa sayılardaki erkek ve kadının yaşamlarının kontrol altına alınmasında kullanıldı. Lawrence Wright’a göre, ilk takvim ustaları ve onların bilgili yardımcıları “bağımsız bir rahip sınıfı haline geldi.” Bunun en çarpıcı örneklerinden biri, yoğun bir şekilde zaman saplantıları olan Mayalar’dı. G.J. Whitrow şöyle der; “tüm antik halklar arasında, en ayrıntılı ve en doğru astronomik takvimi geliştirenler ve böylece kitleler üzerinde muazzam bir denetim kuranlar Maya rahipleri olmuşlardır.”
Biçimsel zaman anlayışının tarımın gelişimiyle birlikte ortaya çıktığını söyleyen Henry Elmer Barnes haklı görünüyor. Eski Ahit’te, çalışmanın ve tahakkümün habercisi olan Cennetten Kovulma sahnesinde geçen ünlü tarım bedduasını hatırlamamak mümkün değil (Eski Ahit 3: 17-18). Çiftçilik kültürünün ilerlemesiyle birlikte, zaman düşüncesi daha ayrıntılı bir şekilde tanımlanıp algılanabilir hale geldi ve zamanın yorumlanmasında ortaya çıkan farklılıklar, doğa ile uygarlık, eğitimli sınıflar ile kitleler arasında kesin bir sınır çizgisi oluşturdu. Bu ayrım, yeni Neolitik olgunun tanımlayıcı niteliği olarak kabul edilir. Nilsson’a göre, “uygarlaşmış antik halklar, tam anlamıyla geliştirilmiş bir zaman hesaplama sistemiyle tarih sahnesine çıkarlar,” Thompson’a göre ise, “takvimin yapısı, uygarlığın yapısına temel teşkil eder.”
Babilliler günü 12 saate, İbraniler haftayı 7 güne böldü ve kısmen de olsa yeniden başlangıç noktasına dönme iddiasında olan eski döngüsel zaman anlayışı, adım adım, çizgisel doğrultuda ilerleyen bir zaman anlayışına boyun eğdi. Zaman ve doğanın evcilleştirilmesi, ağır bir bedel pahasına ilerledi. “Tarımın keşfedilmesi,” diye iddia eder Eliade, “modern aklın hiçbir şekilde algılayamayacağı muazzam alt üst oluşlara ve ruhsal çöküntülere yol açmıştır.” Bu zehir zemberek ortaklık koca bir dünyayı yıktı; tabii ki inanılmaz bir mücadeleyi yenilgiye uğrattıktan sonra. Öyleyse, Jacob Burckhardt’ın deyimiyle tarihe “sanki tarih bir patologmuş gibi” yaklaşmalıyız; Hölderlin’e göre ise, “Her şeyin nasıl başladığını, kötülüğün kim tarafından icat edildiğini” öğrenmek üzere çaba sarf etmeye devam edeceğiz.
Öykümüze tekrar devam etmek gerekirse, zamana yönelik direnişin izleri Yunan uygarlığına dek bile gitmektedir. Gerçekten de, Sokrates’te, Platon’da ve sistematik felsefenin öne çıktığı dönemde bile, zamanın dizginleri henüz tamamen serbest bırakılmamıştı; çünkü zaman dışı ilk çağların “unutuluşu” hala bilgeliğe ve kurtuluşa giden yolda önemli bir engel olarak değerlendiriliyordu. J.B. Bury’nin The Idea of Progress (İlerleme Düşüncesi) adlı klasik eseri, insan ırkının başlangıçtaki “yalın bir altın çağdan” kendi isteğiyle vazgeçerek yozlaştığını savunan ve ilerleme düşüncesinin ilerleyişi önünde uzun vadeli bir engel oluşturan inancın Yunan’da “son derece yaygın olduğuna” işaret eder. Christianson, ilerleme karşıtı tutumun daha sonraki önemlerde de sürdüğünü keşfetmiştir: “Romalılar da, Yunanlılardan ve Babillilerden daha az olmayacak ölçüde, zamandaki döngüsel tekrara işaret eden çeşitli anlayışları terk etmemişlerdir…”
Ne var ki, Yahudilik ve Hıristiyanlık’la birlikte, zaman son derece belirgin bir şekilde keskinleşerek çizgisel bir ilerlemeye dönüştü. Radikal bir kopuş söz konusuydu ve zamanın ivediliği insanlığı ele geçiriyordu. Bu kopuşun standart özellikleri, hiç de rastlantısal olmayacak biçimde, tarihin en feci anlarından birinde, yani antik dünya ile Roma’nın çöktüğü bir dönemde, Augustin tarafından özetlenmiştir. Geri dönülmez bir biçimde zaman içinde ilerleyen tekil bir insanlık tablosunu tasavvur eden Augustin, açıkça döngüsel zamana saldırmıştır; yaklaşık olarak İ.S. 400 yıllarında ortaya çıkan bu yaklaşım, kayda değer ilk tarih teorisidir.
Galip gelen çizgisel zamana damgasını vuran Hıristiyanlığın göstergelerinden biri olarak, kısa bir süre sonra feodal Avrupa’ da, katı bir zaman tarifesi altında yönetilen ilk günlük yaşam örneğiyle karşılaşıyoruz; bu örnek manastırdır. Adeta bir saat gibi işletilen, katı bir şekilde düzenli ve mutlak olan manastır, bireyi, tıpkı duvarlarıyla kuşatır gibi zaman içine hapsetmiştir. Kilise, zamanın ölçülmesine katılan ve zamana göre düzenlenmiş bir yaşam tarzını dayatan ilk güç olmuş ve bu projesini katı bir şekilde uygulamaya devam etmiştir. Bu yüzden, vurmalı ve yelkovanlı saatin Papa 11. Sylvester tarafından 1000 yılında icat edilmesi hiç de şaşırtıcı değildir. Özellikle Benediktin tarikatı, Coulton, Sombart, Mumford ve diğer tarihçiler tarafından, modern kapitalizmin ilk kurucusu olarak değerlendirilmiştir. İktidarlarının zirvesinde oldukları Ortaçağ’da yaklaşık olarak kırk bin manastırı yöneten Benediktin papazları, insanları “saatinde” çalışmaya zorlamakla, insan yaşamının bir makinanın doğal olmayan ritimlerinin boyunduruğu altına girmesine yardım etmişlerdir. Bu ise, saatin yalnızca zamanı gösteren basit bir araç olmadığım, ama aynı zamanda insan eylemini eşzamanlı hale getiren bir araç olduğunu göstermektedir.
Orta Çağlarda, özellikle de 14. yüzyılda, zamanın yürüyüşü, muhtemelen Neolitik tarım devriminden beri sürmekte olan benzersiz bir direnişle karşılaştı. Bu iddia, zaman ile toplumsal ayaklanmaların temel gelişimleri arasında yapılacak bir kıyaslamaya dayandırılabilir; böyle bir kıyaslama, zaman ile toplumsal ayaklanma arasındaki mutlak ve derin çatışmayı gözler önüne serecektir.
1300’lü yıllara gelindiğinde, niceliği artan resmi zaman, modern yaşamı tahakküm altına alma talebiyle gelip kapıya dayanmıştı; bu noktadan itibaren zaman tamamen soyutlanarak, anlardan ve bölümlerden oluşan tekdüze bir birimler silsilesine dönüşüyordu. Tüm kaçış yollarım tutan teknoloji tarafından, söz konusu yüz yılın başlarında üretilen ilk mekanik saat, nitel bakımdan yepyeni bir tutsaklık çağını temsil ediyor ve böylece zamansal öğeler doğadan tamamen kopuyordu. Avrupa çapında yayılan çeşitli kullanım tarzlarına ek olarak, 1345 yılı civarında kamusal zamanlama ortaya çıktı ve ardından bir saatin altmış dakikaya, bir dakikanın da altmış saniyeye bölünmesi yaygınlaştı. Evcilleştirmenin kazandığı yeni boyut için gerekli olan bu mutlaklaştırma, çok daha katı bir eşzamanlılığı da beraberinde getirdi. Zamanın elde ettiği yeni gücün “kişisel deneyimlerdeki şiirselliğin ve yakınlığın yitirilmesine” yol açtığını savunan Glasser’a göre, kendisini bu şekilde ortaya koyan zaman, gündeki akışın ve sevincin yerine geçerek, günü kullanılabilir zamansal bir birime indirgemiştir. Böylece günler, saatler ve dakikalar, birbirinin yerine geçebilen standart parçalara ve öncülük ettikleri çalışma süreçlerine dönüşmüş oluyordu.
Öte yandan bu tayin edici ve baskıcı değişimler, bizzat döneme denk düşen büyük toplumsal ayaklanmaların tam ortasında gerçekleşmiş olmalı. Sadece en çok bilinen üç örneği hatırlatmak gerekirse, 1323 ile 1328 yılları arasında Belçika’da, 1358 yılında Fransa’daki Jacquerie ayaklanmasında ve 1381 yılında İngiltere’de patlak veren ayaklanmalarda, tekstil işçileri, köylüler ve kent yoksulları, toplumun normlarını ve bariyerlerini yıkımın eşiğine getirecek ölçüde sarsmıştı. Bohemya ve Almanya’ da 16. yüzyılın başlarına kadar bile ısrarla süren bu dönemdeki devrimci başkaldırının binyılcı karakteri, şaşmaz bir zaman öğesine işaret etmekte ve dolaylanmamış özgün bir yaşama duyulan özlemin eski örneklerini çağrıştırmaktadır. Örneğin, İngiltere’deki Free Spirit’in mistik anarşizmi doğallığı arıyordu, aynen isyancı John Ball’ün ünlü sözünde vurgulandığı gibi; “Adem ekip Havva biçerken, efendi kimdi?” Oldukça öğretici olan örneklerden biri de, Kölnlü radikal mistik Suso’nun yaklaşık 1330’daki kurgusudur: “Nereden geldin sen?” Suso’ya görünen “Hiçbir yerden geliyorum” diye cevap verir. “Söyle bana, nesin sen?” “Ben yokum.” “Ne istiyorsun?” “Ben istemem.” “Bu bir mucize! Söyle bana, adın ne?” “Bana İsimsiz Vahşilik derler.” “Senin anlayışın nereye varır?” “Dizginsiz bir özgürlüğe.” “Söyle bana, dizginsiz özgürlük dediğin nedir?” “Bir insanın geriye ve ileriye bakmaksızın ve kendisi ile Tanrı arasında herhangi bir ayrım yapmaksızın geçici heveslerine göre yaşamasıdır…”
“Her şeyi olduğu gibi tutma,” sınıfları ve hiyerarşileri ortadan kaldırma arzusu, tıpkı Suso’nun açıkça zaman karşıtı olan sözcesinde olduğu gibi, 14. yüzyıl toplumsal ayaklanmasının en uç arzularını yansıtmakta ve bu toplumsal ayaklanmadaki zaman karşıtı öğeleri ortaya koymaktadır. Ortaçağın son dönemlerine denk gelen bu dönüm noktası, perspektifin ölçülen alanının saatlerin ölçülen zamanını takip ettiği sanat aracılığıyla da anlaşılabilir. 14. yüzyıldan önce herhangi bir perspektif girişiminde bulunulmamıştı. Çünkü ressam şeyleri göründükleri gibi değil, oldukları gibi resmetmeye çalışıyordu. Ancak 14. yüzyıldan sonra, güçlü bir zaman anlayışı sanata damgasını vurmaya başlar; Bronowski’nin tanımladığı gibi, “Tıpkı an gibi, hiçbir yer bizim için sabit değildir; ve anın hızlanması ile bakış açısının ortaya çıkması daha ziyade zaman içinde gerçekleşmektedir.” Benzer şekilde Yi-Fu Tuan, ancak 15. yüzyılda ortaya çıkan manzara resminin, hem zamanın hem de resmin perspektifinin tamamen yeniden düzenlenişini temsil ettiğine işaret etmiştir.
Alanlar arasındaki benzerliği zaman içinde cereyan eden bir olaya dönüştüren perspektif, devinimi baskı altına almaktadır; bu ise, uzamsallaştırma teması dikkate alındığında, zamanda ortaya çıkan “nitel sıçrayışı” gösteren bir başka örnektir. 14. yüzyılda zamana karşı sergilenen direnişin yenilgiye uğramasıyla birlikte, ileriye yönelik akış bir kez daha değerlerin çıkış noktası haline geliyordu; 15. yüzyılda ortaya çıkan modern haritadan ve onu takip eden büyük seferler çağından da rahatlıkla anlaşılacağı gibi, yeni bir uzamsallaştırma boyutu söz konusuydu. Bu veriler ışığında bakıldığında, Braudel tarafından kullanılan modern uygarlığın “boşluğa yönelik savaşı” biçimindeki terim yerli yerine oturmaktadır.
Kantorowicz, zamanın yeni ve güçlenmiş hegemonyasını şu sözlerle ifade etmiştir: “Artık iyice su yüzüne çıkan zamana atfedilen bu yeni değer, Batı düşüncesinin Orta Çağın sonunda dönüşüme uğratılmasını sağlayan en güçlü etmenlerden biri haline geldi.” Bu resmi, legal ve olgulara dayalı objektif aktif zamansal düzende yalnızca uzamsal zaman gerçek ifade olanağını yakalayacağına göre, her türlü düşünme tarzı zorunlu olarak biçim değiştirecek ve aynı zamanda yoksullaştırılacaktı. Bu yeni yönelimin özü, 15. yüzyılın ilk dönemIeri hakkında yalın bir değerlendirme yapan Le Goffun şu Hiizlerinden de anlaşılabilir; “hümanistin ilk erdemi bir zaman anlayışına sahip oluşudur.”
Öyle ya, zaman ile teknolojinin beraberce kazandığı yeni boyutlar olmaksızın, bu iki öğe arasındaki özel ve mükemmelleşmiş birleşme olmaksızın, moderniteye başka türlü nasıl varılacaktı? Lilley, “Orta Çağda üretilen en komplike makinaların mekanik saatler olduğunu” belirtirken, Mumford, “modern endüstriyel çağın kilit aletinin buhar makinası değil, saat olduğu” sonucuna varmıştır. Hakeza, Marx da makina sanayisinin ilk temelini burada görmüştür; “Saat, pratik amaçlara uygulanan ilk otomatik makinadır ve düzenli devinime dayalı üretim sisteminin genel teorisi saat üzerine inşa edilmiştir.” Bir başka şaşırtıcı çakışma da, 15. yüzyıl ortalarında, Gutenberg’in matbaa makinasında basılan takvimin bilinen ilk basılı belge olmasıdır (takvim İncil’den bile önce basılmıştır). Ayrıca, 15. yüzyılda Bohemya’da patlak veren Taborites ayaklanması ve 16. yüzyıl başlarında Münster’de gerçekleşen Anabaptist ayaklanması türünden binyılcı başkaldırıların, mekanik saatlerin yaygınlaşmasına ve mükemmelleşmesine denk düşmesi de dikkate değer bir olgudur. Peter Breughel’in The Triumph of Time (Zamanın Zaferi, 1574) adlı eserinde betimlenen pek çok nesne ve düşünceye modern saat figürü hakimdir.
Yukarıda değindiğimiz bu zafer, büyük bir uzamsal tutkuyu alevlendirerek, bazı ganimetleri de beraberinde getirdi; yerkürenin dört bir yanına düzenlenen seferler ve geniş kara parçalarının aniden keşfedilmesi bu ganimetin bir göstergesidir. Ancak en az bunun kadar gerçek olan bir diğer olgu da, Charles Newman’ın deyimiyle, söz konusu dönemden başlayarak “dünyanın ilerlemeci bir mantıkla gözden çıkarılması” olmuştur. İfadesini tahakkümde bulan ve modern tarihin şafağına tamı tamına uyan bu yayılmacı tutum, dünyadan yabancılaşmaya belirgin bir önem atfediyordu.
İnsanların birbirlerine söylediği her sözü filtresinden geçiren ve çarpıtan resmi zaman böylece hem gözle görülen hem de tüm çıkış noktalarını tutan bir engel haline geliyordu. Bu noktadan itibaren resmi zaman, şaşmaz bir şekilde, insanlar arasındaki ilişkilere yeni bir mesafe dayatarak duygusal tepkileri dizginlemeye başladı. Rönesansın zirvesinde, sıra dışı el yazmalarını ve klasik antikiteleri arayıp bulma çabası, bir bakıma, böylesine güçlenmiş bir zamana karşı koyma arzusunu ifade eder. Ne var ki bu savaşın sonu artık tayin edilmiş ve soyut zaman, yaşamın çehresi ve yeni çerçevesi haline gelmişti. Ellul, “varoluşun bir bütün olarak” artık “mekanik soyutlama ve değişmezlik” tarafından yönlendirildiğini söylerken, kesinlikle zaman boyutunu kastediyordu.
Tüm bu gelişmeler 1600’lü yıllarda kaydedildi; modernitenin doğa üzerindeki tahakkümünü ilk kez ilan eden Bacon ile; Descartes’ın, “doğa üzerindeki emperyalist denetimi öngören ve ifadesini modern bilimde bulan” maıtres et possesseurs de la nature (doğanın efendileri ve sahipleri) biçimindeki formülasyonuyla; ve de Galileo ve söz konusu yüzyılda gerçekleştirilen bilimsel devrimler silsilesi ile. Yaşamı ve doğa basit bir niceliğe dönüşmüş, biriciklik gücünü kaybetmiş ve bundan kısa bir süre sonra da, dünyayı saat gibi işleyen bir mekanizmaya benzeten Newtoncu imge galibiyetini ilan etmişti. Asıl modeli tek biçimli bir zaman olan eşdeğerlik, “benzersiz olanı soyut bir niceliğe indirgeyerek kıyaslanabilir hale getiren” bir dizi gelişmeyle beraber başlıca ilke oldu.
Şair Ciro di Pers, saatin zamanı azalttığını ve yaşamı kısalttığını fark etmişti. Pers’e göre saat, Kaçmakta olan yüzyılın akışını hızlandırır, Ve onun yolunu açmak için, Her saati mezara gömer. Daha sonra, 17. yüzyılda, Milton’ın Paradise Lost (Kayıp Cennet) adlı eseri, zamanın bulunmadığı ihtişamlı yaşantıya çamur atacak ölçüde, muzaffer zamanın tarafını tutar:
emekle kazanmalıyım Ekmeğimi; ne acı değil mi? Ama aylaklık daha kötüydü.
Öyleyse zaman, endüstriyel kapitalizmin ortaya çıkışından çok önce, yaşamı tamamen boyunduruk altına alıp eşzamanlaştırmıştı; bu açıdan bakıldığında, ilerlemekte olan teknolojinin, daha önce zaman tarafından yaşamda açılan gediklerden doğduğu söylenebilir. Octavio Paz şu sonuca varmıştır; “Teknolojinin hızını mümkün kılan şey, modern zamanın ortaya çıkışıydı.” E .P. Thompson’ın “Zaman, Çalışma Disiplini ve Endüstriyel Kapitalizm” adlı ünlü eserinde, zamanın endüstriyelleşmesi ele alınmaktadır, ancak bunun daha da ötesinde, endüstriyelleşmeyi sağlayan şey bizzat zamanın kendisiydi; tabii, 18. yüzyıl ile 19. yüzyıl başlarında fabrika sistemine karşı girişilen büyük günlük yaşam mücadelelerini de unutmamak gerekiyor.
Modern döneme geçmek gerekirse, her ne kadar yanın kalmış olsalar da, toplumsal ayaklanmalardaki aleni zaman karşıtlığı boyutu rahatlıkla ayırt edilebilir. Örneğin 18. yüzyıl sonlarında gerçekleşen iki devrimin çerçevesinin Kant’ı etkilediği düşünülebilir; zira Kant’a göre, uzam ile zaman ampirik dünyanın öğeleri değildir, tersine, edindiğimiz özneler arası yeteneklerden kaynaklanmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, Fransız Devrimi’nin yeni ve kısa ömürlü bir takvim yaratmış olması, karşıdevrimci bir sapmadır; zamana karşı direnmek yerine, zaman yeni bir yönetim altında yeniden düzenlenmiş oluyordu! Çatışmanın ilk anlarında “saat kulelerindeki saatlere, Paris’in birkaç yerinden eşzamanlı ve bağımsız bir şekilde ateş edildiği” olgusuna dikkat çeken Walter Benjamin, 1830’daki Temmuz Devrimi’nde ortaya çıkan fiili zaman karşıtlığını kaleme almıştır. Benjamin’in canlı bir tanıktan yaptığı alıntı aşağıdaki mısraları içerir:
Buna kim inanırdı ki? Bize söylendiğine göre her kulenin dibindeki yeni Yusuflar, sanki zamanın kendisine öfkelenmiş gibi, günü durdurmak üzere saat kadranlanna ateş ediyordu.
Üstelik zamanın tiranlığına karşı sergilenen duyarlılık bu kısacık ayaklanma anlarıyla da sınırlı değil. Poulet’ye göre hiç kimse, zamanın başkalaşarak aşağılayıcı bir olguya dönüşmesini, eserlerinde, “çalışmanın getireceği kurtuluşu reddeden” ve “Cenneti hemen şimdi, bu dünyada isteyen” doyumsuzları işleyen Baudelaire kadar derinden hissetmemiştir; bu doyumsuzları, “Zaman tarafından şehit edilen Köleler” olarak adlandıran Baudelaire’in bu görüşü, zaman içinde var olmanın bir skandal olduğunu savunan Rimbaud tarafından da tekrarlanmıştır. Bu iki şair, 19. yüzyılın ortasında ve sonunda şahlanan sermayenin uzun ve karanlık gecesinde bir hayli acı çekmiştir; öte yandan onların eriştiği zaman bilincinin, 1848 Devrimi’ne ve 1871 Komünü’ne aktif bir şekilde katılmaları sayesinde netleştiği söylenebilir.
Samuel Butler’ın Erewhon adlı ütopyası, makinalar kendilerini ortadan kaldırmasın diye, makinaları ortadan kaldıran işçileri betimler. Eserin giriş konusu bir saat takma olayından başlar, ardından bir ziyaretçinin saati zorla, geçmişteki kötülüklerin sergilendiği bir müzeye kaldırılır. Robert Louis Stevenson’un aynı ruhu fazlasıyla yansıtan aşağıdaki sözleri de yine aynı dönemde kaleme alınmıştır: Yolun kenarında istediğiniz kadar oyalanabilirsiniz. Sanki saatlerimizi çöplüğe atıp artık zamanı ve mevsimleri hatırlamayacağımız yeni bir bin yıl gelmiş gibi. Diyecektim ki, saatlerden ömür boyu vazgeçmek, sonsuza dek yaşamak anlamına gelir. Sadece açlıkla ölçülen ve uykunun çökmesiyle sona eren bir yaz gününün nasıl sonsuz bir şekilde uzun olduğunu denemeden anlayamazsınız.
Büyük siyasal olaylar gibi fenomenlerden söz eden Benjamin, “Mekanik Üretim Çağında Çalışma Sanatı” adlı eserinde şu sonuca varır; “Kitlesel üretim özellikle kitlelerin üretilmesinden destek almaktadır… “Ancak bunun da ötesine geçerek, üretimin bizzat kitlelerin veya kitle insanının üretilmesi olduğunu söyleyebiliriz. Birbiri yerine geçen standart parçalardan oluşan ve değeri ücretli emek ile belirlenen kitlesel üretimin bizzat kendisi, Benjamin’in zihnini kurcalayan faşist gösterilerden çok daha önce, günlük yaşamdaki faşizmi yaratmıştır. Yukarıda da belirtildiği gibi, bu faşist gösterilerden birkaç yüzyıl önce, yaşamı düzenleyen tekdüze ama parçalı birimlerde ifadesini bulan kategorik kitlesel üretim paradigmasını yaratan şey, bizzat zamanın kendisi olmuştur.
Stewart Ewen’a göre, 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başında, “baş göstören toplumsal huzursuzluğun özünü, endüstriyel bir şekilde tanımlanan sosyal zaman ve uzam teşkil etmektedir,” ki bu kesinlikle doğrudur; ne var ki, modernitenin yarattığı kitle çağını iyi anlayabilmek için, zamanın genişliği ve uzam “sorununa” geniş bir tarihsel perspektiften bakmak gerekiyor.
Başka bir çalışmamda savunduğum bir tezde de belirttiğim gibi, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesindeki yıllar, ancak ürkütücü bir savaşla gerçekleştirilebilecek katliamların saptırıp yok edeceği radikal bir meydan okuyuşu ifade ediyordu. Bu meydan okuyuşun derinliğini kavramanın en iyi yolu, ona zaman karşıtlığı açısından bakmaktır. Yaşam alanı ile zamanın alanı arasındaki çağdaş gerilim ilk defa, savaş öncesi dönemde, mekanik zamanın öğütücü ve baskıcı karakterine karşı çıkan Bergson tarafından dile getirilmiştir. Bilime itimat etmeyen Bergson, nitelikli bir zaman anlayışının, yaşanmış bir deneyim veya durée anlayışının, resmileştirilip uzamsallaştırılan zamana karşı direnmeyi gerektirdiğini savunmuştur. Bir parça sınırlı olsa da, Bergson’un bu yaklaşımı, esaretin pek çok öğesini doğurma noktasına gelen bir tiranlığa karşı sergilenecek muhalefetin önüne yeni bir çığır açıyordu.
Bu yüzyılda ortaya konulan zaman karşıtı istemlerin önemli bir kısmı, ifadesini en eksiksiz biçimde, savaşın hemen öncesinde gelişen hareketlerde buldu. Kübizmin görünümleri acilen yeniden incelemesi elbette bu hareketlere ilişkin bir olgudur; Kübistler, Rönesansın ilk önemlerinden itibaren hakimiyetini sürdüren görsel perspektifi ortadan kaldırmakla, gerçekliği, zamanın herhangi bir diliminde göründüğü gibi değil, olduğu gibi kavramaya çalışıyorlardı. Böyle bir kavrayış tarzı John Berger’ın şu yorumu yapmasına yol açmıştı; “Kübist formül tarihte ilk defa… doğadan yabancılaşmamış bir insanlığı öngördü.” Mutlak zamana ve uzama dayalı ünlü Newtoncu evren saçmalığı ile çatışan Einstein ve Minkowski de zaman karşıtı bir bağlamı savunmuştur. Müzik alanında ise, Arnold Schoenberg ahenksizliği, müziğe hakim olan yapay bir pozitivitenin baskılarından kurtarırken, Stravinsky, tıpkı aynı şeyi edebiyat alanında yapan Proust ve Joyce gibi, zamansal sınırlamalara karşı bir dizi yeni yöntemle cepheden saldırıya geçti. Donald Lowe’a göre, tüm bu ifade biçimleri, ” 1905 ile 1915 arasındaki o sarsıcı on yıl boyunca, çizgisel görsellik perspektifini ve Arşimendci aklı reddediyordu!”
1920’li yıllarda Heidegger, çağdaş metafiziğin odak noktasını oluşturan ve öznelliğin temel yapısını biçimlendiren faktörün zaman olduğunu vurguluyordu. Ancak savaşın doğurduğu yıkıcı sonuçlar, toplumsal gerçeklikteki olanaklara ilişkin anlayışı derinden değiştirmişti. Bu anlamda, Heidegger’ in Being and Time (Varlık ve Zaman, 1927) adlı eseri, zamanı sorgulamak şöyle dursun, varlığın anlaşılmasını sağlayacak yegane faktör olarak tamamen zamana teslim oluyordu. Benzer bir paralellik de Adorno tarafından kurulmuştur; “emirlere fiilimsi cümle kılıfı giydiren askeri komuta hilesi… ‘Ölüm vardır’ cümlesindeki yardımcı fiili italik olarak yazan Heidegger de kamçıyı şaklatmaktadır.”
Hakikaten de, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki kırk yıl boyunca, zaman karşıtı ruh neredeyse tamamen bastırılmıştı. 1930’lu yıllara gelindiğinde, örneğin Sürrealist harekette ya da Aldous Huxley’in romanlarında88 hala bu ruhun izlerine rastlamak mümkündü, ancak döneme damgasını vuran asıl olgu, teknoloji ile tahakkümün yenilenen telaşıydı. Bunun yansımaları, Katayev’in Beş-Yıllık-Planı konu alan Time, Forward! (Zaman, İleri!) adlı romanında veya edebi bir binyılcı sembol olan Bin Yıllık Reich’ta ifade edilen acımasız deformasyonda görülebilir.
Sözü çağdaş durumumuza getirmek gerekirse, yeni bir mücadele evresine girilmesiyle birlikte, rahatsız edici bir zaman bilinci yeniden ortaya çıkmaya başladı. 1950’li yılların ortalarında bilim adamı N.J. Berrill, oldukça tarafsız bir kitapla, tartışmanın seyrini değiştirerek, topluma hakim olan “hiçbir çıkışı olmayan hiçbir yerden hiçbir yere gitme” arzusunu yorumluyor ve şöyle bir gözlemde bulunuyordu; ”Ve buna rağmen bir dakika sonsuzluğu kucaklayabiliyorken, bir ay tamamen anlamsız olabiliyor.” Berrill daha da ileri giderek ürkütücü bir çığlık atıyordu; “Uzun süre boyunca, tıpkı bir kaçış yolu bulmaya çalışan bir mahkum gibi, zaman tarafından kapana kıstınldığımı hissetmişimdir.” Bilim gibi beklenmedik bir alandan böylesine rahatça dile getirilen düşünceleri duymak şaşırtıcı olsa gerek, ancak Berrill’den kırk yıl önce başka bir bilim insanı, tam da Birinci Dünya Savaşı’nın onlarca yıllık başkaldınları ezdiği bir dönemde benzer bir açıklamada bulunmuştu. Şöyle diyordu Wittgenstein; “Zaman içinde değil, sadece mevcut an içinde yaşayan insan mutludur.”
Yalnızca mevcut anın bütün olabileceği düşüncesini ille de örneklendirmek gerekirse, çocukların mevcut an içinde yaşadıklarına ve mutluluğu hemen şimdi istediklerine şüphe yok. Zaman tarafından yabancılaştırılma, zamanın “yabancı” bir öğe olarak ortaya çıkışı, oldukça erken bir dönemde, annenin koruyuculuğu altındaki ilk bebeklik döneminde başlamaktadır. Öte yandan Joost Meerloo’nun şu sözleri de şüphesiz doğrudur; “Yaşamdaki her travmayla, her yeni ayrımla birlikte, zaman bilinci de artmaktadır.” Eğitimin işlevini mükemmel bir şekilde özetleyen Raoul Vaneigem, zaman bilincini yaratan öğeyi yakalamıştı: “Çocuğun günleri büyüklerin zamanından yakasını sıyırır; çocukların zamanı, düşsellikle, tutkuyla ve gerçeklik tarafından tutsak edilen düşlerle doludur. Dışarda ise, kolları saatli eğitimciler çocukları izlemekte ve onların gelip saatlerin devrine ayak uyduracakları anı beklemektedirler.” Şartlandırmanın eriştiği bu düzey, elbette, zamanın mevcut anı bizden tamamen çaldığı, son derece anlamsızlaştırılıp yabancılaştırılan bir dünyayı yansıtmaktadır. “Geçen her saniye beni, bir sonraki anın öncesi olan andan koparıyor. Her saniye ruhumu benden çekip alıyor; şimdi denilen an asla var olmuyor.”
Endüstriyel yaşamın tekrardan ibaret olan rutin doğası, zamanın ve teknolojinin en somut ürünlerinden biridir. Zaman dışı avcı-toplayıcı yaşamın önemli boyutlarından biri de, bu yaşamdaki etkinliklerin, tekrarı içermeyen biricik ve benzersiz niteliğiydi; kısacası, sayılar ve zaman, nitel olana değil, nicel olana uygulanabilen olgulardır. Bu noktaya dikkat çeken Richard Schlegel’e göre, eğer yaşantı hep bir romandaki gibi olsaydı, sadece düzen ve rutin imkansız hale gelmekle kalmayacak, ama aynı zamanda zaman nosyonu da ortadan kalkacaktır.
Couverture Kronik Komiks, 15 Jurg
Beckett’ın Godot’yu Beklerken adlı oyunundaki iki önemli karakter, bir ziyaretçiyi ağırladıktan sonra, karakterlerden biri şöyle iç çeker; “Eh, en azından zamanın geçmesine yardımcı oldu.” Diğer karakter şu cevabı verir; “Saçmalıyorsun, zaman zaten geçecekti.” Modern yaşamın ürkütücü dehşeti bu yavan diyalogdan bile anlaşılabilir. Artık bir metaya dönüşmüş olan zaman, günümüzde, esaret altına aldığı bireylerden gayet bağımsız bir şekilde var olan son derece baskıcı bir güç olarak karşımıza çıkmaktadır. George Morgan’ın şu yorumu her şeyi yerli yerine oturtuyor: “yenilikten yeniliğe koşan huzursuz bir hareketlilik ve ‘zaman öldürmek’ gibi sıkıntı dolu bir meşguliyet, dört bir yanı saran beyhudelik ve saçmalık duygusunu gizliyor. Modern insan bu sonsuz kazanımların göbeğinde, aslında insan yaşamının özünü kaybetmektedir.”
Bir zamanlar Loren Eisely, bir arkadaşıyla birlikte bir kafatasını incelerken, kendilerini adeta “her şeyi silip süpüren bir fırtınanın ortasında” bırakan “anlatılamaz bir terör duygusu”na kapıldığından söz etmişti. Eisely’nin bu duygusunu gayet iyi anlayan arkadaşı, onun durumunu şu sözlerle ifade eder; “zamanı bilmek zamandan korkmak anlamına gelir, uygar zamanı bilmek ise terör kurbanı olmak anlamına gelir.” Zamanın tarihi ve bizim bu tarih içindeki mevcut esaretimiz dikkate alındığında, bundan daha çarpıcı bir mesaj düşünmek hemen hemen imkansızdır.
Robert Lowell 1960’lı yıllarda, zamanın getirdiği yabancılaşmayı az ve öz bir şekilde ifade etmişti:
Tarih içinde yaşamayı öğreniyorum. Tarih ne peki? Tarih kendisine dokunulamayandır.
Neyse ki, yine 60’lı yıllarda, kol saati ve keyif verici madde kullanmaktan vazgeçen pek çok kişi, tarih içinde nasıl yaşanılacağını öğrenmekten vazgeçmeye başlıyordu. Bu eğilimin belki de en paradoksal göstergelerinden biri de, Fransız isyancılar tarafından Mayıs 1968’de haykırılan tek kelimelik popüler slogandı; “Çabuk!” zaman karşıtı güçlü öğeler içeren 60’lı yılların başkaldınsı, zamanda ortaya çıkan yeni ve aşın uzamsallaştırmalarla çekişmesine rağmen, bu başkaldırının -aynen çalışmaya yönelik direniş gibi- giderek derinleştiğini gösteren pek çok işaret var. Marcuse’ün “zaman ile baskı düzeni arasındaki ittifak” hakkında yazdıklarından, Norman O. Brown’ın zaman veya tarih anlayışını baskının bir işlevi olarak tanımlamasından beri, bu ilişki etkin bir şekilde güçlenmiştir.
Christopher Lasch, 70’li yılların ortalarında şu gözlemde bulunur; “Zaman anlayışımızda meydana gelen köklü değişim, iş alışkanlıklarını, değerleri ve başarının tanımını önemli bir dönüşüme uğratmıştır.” Nasıl ki çalışma zamanın kilit bir bileşeni olarak reddediliyorsa, tüketimin zamanı nasıl diri diri yediği de aynı çıplaklıkla ortaya çıkmaya başlıyor. Tüketim tarafından yutulan zamanın günümüzdeki en mükemmel uzamsal sembollerinden biri, zamanı öldürmek üzere abartısız bir şekilde uzayı yiyen Pac-Man video oyunundaki figürdür.
Milyonlarca kişi, tıpkı Aldous Huxley’in romanındaki Bay Propter gibi, zamanı “özü gereği dehşet saçan bir şey”olarak görme noktasına geliyor. Lasch ve diğerleri tarafından da belirtildiği gibi, yaş saplantısı ve yaşam süresini uzatma çabaları, zamanın dayattığı esaretin yalnızca iki göstergesidir. Adorno bir zamanlar şöyle demişti: “Kullar daha az yaşadıkça, ölüm daha dayanılmaz, daha ürkütücü bir hale gelmektedir.” Giderek daha somut hale gelen zaman 60’lı yıllardan itibaren daha da hızlandığı için, neredeyse her üç-dört yılda bir, gençlik arasında yeni bir kuşağın ortaya çıktığı anlaşılıyor.
Bilim zamana karşı gösterilen direnişi en azından iki fenomenle popülerliğe kavuşturdu; şu veya bu ölçüde kara delikler, zaman eğrilikleri, uzay zamanının tuhaflıkları türünden fiziksel teorilerden doğan zaman karşıtı anlayışlara gösterilen yaygın rağbet ile; John McPhee’nin Basin and Range (Havza ve Menzil, 1981) adlı eserinde olduğu gibi, sözüm ona jeolojik öykülerdeki “derin zaman”a gösterilen rahatlatıcı rağbet.
Benjamin, “insanın tarihsel ilerleme ilkesinin, homojen bir zaman içinde ilerleme ilkesinden koparılamayacağını” belirtirken, hem zaman hem de ilerleme ilkesinin eleştirilmesi çağrısında bulunuyordu ve bu çağrısının bir gün ne kadar çok yankı bulacağının pek de farkında değildi. Hakeza, “Kendisi tarihi bizzat yaşamamış olan hiçbir insan tarihi sorgulayamaz”108 diyen Goethe de, bu öngörüsünün, zamanın en gerçek ve en ağır boyut olduğu günümüzde, nasıl böylesine toptan pazarlanacağını öngöremezdi. Bu yüzden zamanı ve tarihi ortadan kaldırma projesinin, insan özgürleşmesinin biricik umudu olarak geliştirilmesi gerekecektir. Zaman ve zamanın uzamsallaştırılması olmaksızın bilincin mümkün olamayacağını savunmaya devam eden ve insanlığın zaman dışında var olduğu uzun bir dönemi ellerinin tersiyle bir kenara iten bilgelerin kıt olması gibi bir sorunumuz şüphesiz yok. Böylesi tahakküm bilgelerine verilecek en iyi cevap, William Morris’in Hiçbiryerden Haberler adlı eserinden kısa bir alıntı yaparak sözü bağlamaktır: “Efendilik bir gün dostluğa dönüştüğünde, gününüzün tüm şaşmaz özdeyişlerine rağmen, yine de koca bir dünyaya yetecek kadar zaman kalacaktır geriye.”
Reinhard Scheibner ‘Der Fall Nietzsche’, 1991, 150 x 210 cm, Oil, Tempera on Canvas
LOCUS ANIMI
(AB)ORT DER SEELE
“Il Faut Risquer Les Indigestions, Si L’on A Envie De Manger!” Francis Picabia
“L’etre Ideal? Un Ange Ravagé Par L’ Humour.” E. M. Cioran
Seit nunmehr über zwanzig Jahren bemühen sich die Stadt Berlin, als auch das restliche Deutschland mit Erfolg Reinhard Scheibner zu übersehen. Und dabei ist man hierzulande nicht gerade allzu üppig mit guten Malern bestückt. Man bedient sich lieber der weniger sperrigen, braven Geniedarsteller und pseudointellektuellen Klugscheißer, toilettenrein, geistiger Dünnschiss auf Hochglanz poliert, Hauptsache ohne Aussage. Schön alles auf Zwergen-Niveau herunterköcheln. So ist es nicht verwunderlich, dass die umfassenderen Publikationen auch ex patria erscheinen. Die deutschen Schreiberlinge und Kuratoren, seit der Eliminierung der jüdischen Intelligenz immer mehr zu Handlangern des Raubtiers Kunstmarkt verkommen, haben seit jeher äußerste Schwierigkeiten mit Bildern gehabt, die die Grenzen zum Karikaturhaften, zum Comic zu überschreiten wagen: Die hehre Kunst hat im Land der Dichter und Denker gefälligst ernst zu sein und Comic hat darin als angeblich schiere Unterhaltung aber auch gar nichts verloren, und basta! Lachen verboten! Wer lacht, kann nicht ernst sein, doch wer zu ernst ist(und das sind die Germanen leider nun mal), hat auch nix zu lachen. Also lieber Kopfschmerzen im Wasserkopf als erlösenden Humor. Wie absurd und verbohrt selbstbeschneidend diese Denkweise ist, soll hier nicht Thema sein. Schließlich gäbe es keinen Plautus, keinen Rabelais, Jarry, Rops, Ensor, Grosz, Crumb et cetera. Ein Robert Combas oder Herve di Rosa müssten in Germanien ebenso beim Sozialamt mit anstehen.
Reinhard Scheibner ‘Amok’, 1978, 130 x 200 cmReinhard Scheibner ‘Derision’, 1979, 180 x 250 cm
Desparet narcissus, 1982, 150 x 100 cm
Ende der Siebziger, Anfang Achtziger entstehen meist großformatige Leinwände in zeitgemäß wildem Duktus, doch seine Arbeiten unterscheiden sich grundlegend von den verhuscht dahingepinselten Flachheiten der „Moritzboys”. Wie viele Künstler ist er fasziniert von der radikalen Konsequenz des Verbrechers, dem bewussten Verstoß gegen die bürgerliche Moral. Das Abgründige, Abwegige, Albtraumhafte, “das schrecklich Schöne der Tat” (Nietzsche) sind bei weitem ergiebiger als das Schöne, Wahre, Gute. Die Niederungen der menschlichen Existenz werden hier ausgelotet, es geht stets sofort zur Sache. Rohe Gewalt beherrscht die Szenerie. Die Täter sind Ärzte, Polizisten, Lustmörder, Punks , Skinheads, scheißende Köter. Der verrückt gewordene Spießer von nebenan – er löscht gerade seine Familie systematisch aus. Riesenweiber, die sich an ihren mickrigen Männlein austoben. Perverse, die Hand an sich legen und legen lassen. Ein nettes Pandaimonion der Neuzeit wird sarkastisch mit viel Liebe auf dem Präsentierteller gereicht.
Es ist auch die Zeit des Häuserkampfes. In Ermangelung an Polizeipräsenz , haut man sich in den Kaschemmen bisweilen gegenseitig aufs Maul. Polizisten und Autonome gleichen sich in Aussehen und Gehabe immer mehr an, wer ist Täter, wer ist Opfer ?. Der Wahnsinn ist allgegenwärtig und beinahe physisch spürbar in der Frontstadt des Kalten Krieges. Reagan, schon vor seinem Alzheimerausbruch schwachsinnig genug, sinniert laut über die Gewinnbarkeit eines Atomkrieges (first-strike-capability!), 1984 steht vor der Tür, der Horla geht um. No Future – Geraunz dringt aus jedem Loch. Dann kocht auch noch Tschernobyl über, und das Affentheater ist perfekt. Die Realität ist wie immer nicht zu toppen. Scheibner versucht sich lediglich an diese heran zu tasten, sie malerisch zu begreifen. Daher die akribische Detailfreude, die barocke Fülle an Gegenständen und Personen, von denen es auf den Arbeiten häufig wimmelt. Er erzählt Geschichten aus der Großstadt, der kranken Hektik des Sommerschlussverkaufs, der Vereinsamung des Einzelnen in der Masse, dem Gebrüll in den Destillen, dem Gewusel auf den Straßen; die Architektur ist abstoßend, lebensfeindlich, monströs und bedrohlich. Natur existiert so gut wie nicht, wird höchstens angedeutet 1991 kommen während der „Operation Desert Shield” zu den apokalyptischen Darstellungen des Alltags noch Schlachtenbilder mit Panzern, Scud-Raketen und Gasmasken tragenden Soldaten hinzu, wie immer dicht am Zeitgeschehen. Auch entsteht ein fantastisches Gemälde über Nietzsches Zusammenbruch in Turin. Der das Pferd peinigende Kutscher trägt karikaturhaft Scheibners Gesichtszüge – hochrot vor Wut, drischt er auf die wehrlose, ausgemergelte Kreatur ein. Obwohl er sich auch mit dem verrückt werdenden Philosophen identifiziert, ist er Täter und Opfer zugleich, also keinen Deut besser als die Arschlöcher, die er darstellt Eben ein Arschloch unter Milliarden Bekloppter, und ein jedes bildet sich ein, irgend einem vermeintlichen Sinn hinterher traben zu müssen. Alles nur Blutbeutel voller Scheiße, ferngesteuert durch die Geißel der biologisch bedingten Hinfälligkeit, stets darauf bedacht, andere zu zerstören, bis sie selber an die Reihe kommen.
Reinhard Sceibner ‘Die Strecke des Jägers’, 1979, 120 x 180 cmReinhard Scheibner ‘Entartender Rockabilly’, 1982, 100 x 120 cmReinhard Scheibner ‘Flammenwerfer’ – flamethrower, 1996, 31 x 46 cm
In der ersten Hälfte der Neunziger werden die Bilder zunehmend plakativer, haben scharf umrissene Konturen, manchmal gibt es nur eine einzige Farbe außer schwarz und weiß. Er versucht sich zu reduzieren, sich auf das Wesentliche zu konzentrieren. Die Gesellschaft hat sich unterdessen natürlich nicht geändert, nur alles mit anderen Vorzeichen im ewigen Kreislauf. Man sitzt rauchend und saufend in Kneipen, während im Hintergrund fleißig geschossen wird, ist Opfer der Medizin, scheißt Bettlern in den Hut, Augenlose kaufen beim Neger am Imbiss Augen, die sie sich, obgleich auch noch ohne Münder, versuchen einzuverleiben. 1996 tauchen die Schließmuskelgesichter in wieder malerischer werdenden Bildern auf. Der Kopf ist zum Arschloch geworden, die Umkehr der Verdauung angesagt. Es entstehen zahlreiche Aquarelle. Die Arschlochköpfe haben anstatt Beinen oft nur einen Riesenphallus, erigiert oder schlaff, Därme schwirren durch die Lüfte, die Szenen werden aberwitziger. Aber auch eins zeichnet sich ab. Scheibners Sicht wird distanzierter und er entdeckt für sich die Flora. Es gibt auf einmal grünes Gras, Bäume und gepflegte Landschaften, eine gewisse Form von Bejahung schleicht ein. Nun ja, im Hintergrund wird immer noch gemordet, geschändet und gebrandschatzt. Er ist von der Realität bewegt, aber nicht mehr erstaunt, der ganze Quatsch der Erdianer eher amüsant als tragisch. Man wähnt sich in seinem Humor bestätigt oder lehnt ihn als zu ekelhaft ab, klare Positionen, wie bei jeder großen Kunst. Und als Konsequenz der Arschlochköpfe, die manchmal aus dem Rosettenmund Verdautes absondern, haucht Scheibner den Kotstangen Leben ein. Sie enthalten Menschenphysiognomien und entwickeln sofort ein Eigenleben. Der Mensch in seiner lächerlichen Vermessenheit, als Abfallprodukt der Evolution. Die Krone der Schöpfung eines selbsterdachten Gottes hat sich als solche disqualifiziert, wird eins mit ihrem Exkrement. Die Erde scheißt man mittels Übervölkerung, durch zu zahlreiches Da-Sein förmlich zu, wird zum eigenen Produkt sozusagen. Kloakenanbetung, Ausscheidungskämpfe, Mastdarmidylle, willkommen beim Kongress der Koprophagen. Die Köttel tummeln sich so arglos, heiter und ausgelassen in der Meeresbrandung, am Rodelberg, in Parkanlagen, in einer immer positiv erscheinenden Natur .hängen aber auch gerne in Bauhausmöbeln (zweite Natur) rum. Rollstuhlfahrerkackwürstchen werden liebevoll durch die Gemarkung geschoben. Das Künstlerhäufchen im Rollstuhl darf da selbstverständlich nicht fehlen. Die Freizeit-, Spaß- und Arbeitslosengesellschaft feiert fröhliche Urständ als Fäkalie. Man hat auswendig gelernt, Leben vorzutäuschen. Der Mensch ist auf seine einzigen wahren Beitrag in der Natur reduziert, als Düngemittel für kommende genauso nutzlose Lebensformen. Irgendwann wird der Planet nicht mehr von der Seuche Mensch befallen sein, scheißegal – können wir uns doch bei einem schönen Gläschen Wein den lustigen Artefakten eines Reinhard Scheibner hingeben und somit unser eigenes Siechtum im Geiste vorverdauen.
Klaus Theuerkauf Berlin, den 3.12.2000
Reinhard Scheibner on Most Interesting Person (2010)
Reinhard Scheibner ‘Invasion’, 1999, 130 x 100 cm
LOCUS ANIMI
LIEUX D’AISANCES DE L’ÂME
KLAUS THEUERKAUF. TRADUCTION PAR FRANÇOISE CACTUS.
“Il Faut Risquer Les Indigestions, Si L’on A Envie De Manger!” Francis Picabia
“L’etre Ideal? Un Ange Ravagé Par L’ Humour.” E. M. Cioran
Depuis plus de vingt ans, Berlin mais aussi le reste de l’Allemagne s’efforcent avec succès d’ignorer Reinhard Scheibner. Pourtant dans notre pays, on ne peut pas se vanter d’être pourvu d’un nombre exubérant de bons peintres. Au lieu de cela, on se satisfait de prétendus “génies” – plus sages et moins encombrants -et de pseudo-intellectuels arrogants, propres comme des toilettes, et qui brillent de leurs diarrhées spirituelles. L’essentiel, c’est qu’il n’y ait pas de message: laisser réduire la soupe jusqu’à néant. Il n’est donc pas étonnant que les plus amples publications paraissent ex patria.
Reinhard Scheibner ‘Heldenplatz’, 1999, 20 x 25 cm
Depuis l’élimination de l’intelligence juive, les gratte-papiers et curateurs allemands ne sont plus que des manœuvres au service de ce rapace qu’est le marché de l’art. Depuis lors, ils ont d’extrêmes difficultés devant des tableaux qui osent passer la frontière de la caricature ou de la bande dessinée : Au pays des poètes et penseurs, l’Art sublime est tenu de rester sérieux, et la caricature n’a rien à voir là-dedans, basta ! Interdiction de rire. Evidemment, qui est trop sérieux – et malheureusement, les Germains le sont – n’a aucune raison de rire. Ces hydrocéphales donnent leur préférence aux migraines plutôt qu’à l’humour libérateur. Que cette façon de penser soit absurde, obstinée et auto-cas-tratrice, ce n’est pas ici notre sujet. Sans humour il n’y aurait ni Plautus, ni Rabelais, ni Jarry, ni Rops, ni Ensor, ni Grosz, ni Crumb etc. En Germanie, un Robert Combas ou un Hervé di Rosa seraient obligés de faire la queue pour le R.M.I.
Reinhard Scheibner ‘Pissbrunnen’, 1999, 20 x 25 cm
A la fin des années 70 et au début des années 80, Reinhard Scheibner peint essentiellement des tableaux grand format à la manière ” sauvage ” propre à cette époque, pourtant ses toiles diffèrent fondamentalement des platitudes rapidement peinturlurées des ” Moritzboys ” ou ” Neue Wilden “. Comme beaucoup d’artistes, il est fasciné par le radicalisme du criminel, par son offense consciente à la morale bourgeoise. L’insondable, le cauchemardesque, ” la terrible beauté de l’acte ” (Nietzsche) sont bien plus féconds que le beau, le vrai, le bon. Il examine jusqu’au bout les bas-fonds de l’humanité et entre immédiatement dans le vif du sujet. Les décors de scène sont définis par la pure violence. Les auteurs en sont des médecins, des policiers, des criminels sadiques, des punks, des skinheads, des chiens qui chient. Le bourgeois d’à coté, devenu fou, élimine systématiquement tous les membres de sa famille, des femmes gigantesques se défoulent sur leurs bonshommes maigrelets, des pervers se masturbent ou se laissent masturber : Un joli pandémonium des temps modernes nous est présenté sur le tableau de service.
Reinhard Scheibner ‘Gassi Gehen’, 1996, 23 x 32 cmReinhard Scheibner ‘Sich in die Wolle kriegen’, 1997, 18 x 24 cm
C’est l’époque des squatts et des bagarres de rue. Quand les policiers ne sont plus là, on se démolit respectivement la gueule dans des bistrots. Les policiers et les autonomes se ressemblent de plus en plus par leur apparence et leur comportement ; Qui est l’auteur ? qui la victime ? La folie est omniprésente, on la ressent presque physiquement dans la ville de la guerre froide. Reagan, rendu idiot bien avant sa maladie d’Alzheimer, médite tout haut sur les bénéfices à gagner d’une guerre atomique (first-strike-capability !), 1984 est planté devant la porte, le Horla passe en courant. No future – de chaque trou sortent des gémissements. Puis Tschernobyl se met à trop bouillir, à déborder, et c’est le cirque complet. Comme toujours, on ne peut surpasser la réalité. Scheibner essaie seulement de s’en approcher, de la comprendre par son art. De là l’attachement aux détails méticuleux, l’abondance baroque d’objets et de personnages qui fourmillent dans la plupart de ses œuvres. Il raconte des histoires de grandes villes, documente le stress des soldes de fin de saison, l’isolement de l’individu dans la masse, les hurlements dans les distilleries, la confusion dans les rues ; l’architecture est répugnante, inhumaine, monstrueuse et menaçante ; la nature n’existe pratiquement pas, tout au plus y fait-il allusion. Aux représentations du quotidien s’ajoutent en 1991 – pendant I’ ” Opération Désert Shield ” – des images de batailles avec des tanks, des fusées ” scuds ” et des soldats qui portent des masques à gaz : Scheibner reste comme toujours proche de l’actualité. C’est à cette époque qu’il compose un fantastique tableau sur l’effondrement de Nietzsche à Turin. On reconnaît dans la caricature du cocher qui fouette le cheval les traits du visage de Scheibner. Rouge de fureur, il frappe la pauvre créature squelet-tique et sans défenses. Bien qu’il s’identifie aussi au philosophe devenu fou, il est à la fois auteur et victime, donc pas meilleur que les salauds qu’il représente : Lui-même n’est qu’un salaud parmi des milliards de cinglés, et chacun s’imagine devoir trotter à la poursuite d’un présumé but vital. Ils ne sont tous que des sacs de sang remplis de merde, mis en mouvement par le fouet de leur caducité biologique, obsédés par le désir de détruire les autres avant que ne vienne leur tour.
Dans la première moitié des années 90, les tableaux ressemblent de plus en plus à des affiches aux contours nets, parfois Scheibner n’utilise qu’une seule couleur mis à part le noir et blanc. Il tente de se réduire, de se concentrer sur l’essentiel. Entre-temps évidemment la société ne s’est pas transformée -des nouveaux signes précurseurs pour le même cercle perpétuel. On fume et picole dans les bistrots, tandis qu’à l’arrière pian des coups de feu sont tirés avec ardeur, on est victime de la médecine, on chie dans le chapeau d’un mendiant, des hommes sans yeux s’en achètent au kiosque du coin et tentent de les incorporer à leur visage qui d’ailleurs n’a pas de bouche non plus. En 1996 apparaissent les ” visages-anus “dans des tableaux à nouveau plus colorés. La tête s’est transformée en un cul, on annonce l’inversement de la digestion. Scheibner peint de nombreuses aquarelles : A la place des jambes, les êtres au visage-anus n’ont souvent plus qu’un phallus gigantesque, flasque ou en érection, des intestins flottent dans les airs, les scènes deviennent de plus en plus bizarres.
Mais quelque chose de nouveau fait son apparition. La vision de Scheibner se distancie et il découvre la flore. Tout d’un coup il y a de l’herbe, des arbres et des paysages soignés, une certaine forme d’approbation s’insinue. Bon, à l’arrière-plan, on continue de s’entretuer, de profaner et de mettre le feu. Scheibner est touché par la réalité, mais ne s’en étonne plus, il trouve toutes ces imbécillités terrestres plus amusantes que tragiques. On s’imagine complice de son humour ou bien on le réfute car on le trouve trop répugnant : devant Scheibner comme devant tout grand artiste, toute prise de position est extrême. Il donne un souffle de vie à ces visages-culs qui chient les aliments digérés par leur bouche en forme de rosette : oui, ils ont des physionomies humaines et soudain ils se mettent à vivre.
Reinhard Scheibner ‘Gewürm’, 1997, 23 x 32 cmReinhard Scheibner ‘Kitzelschlange’, 1997, 23 x 32 cm
L’homme avec sa ridicule audace, transformé en déchet de l’évolution. Le meilleur de la création d’un Dieu imaginaire s’est disqualifié et ne fait plus qu’un avec son excrément. Par la surpopulation, par la surabondance de l’existence, on chie trop sur la terre, et soudain la merde vit. Adoration des égouts, crampes de l’élimination, idylle du rectum, bienvenue au Congrès des copro-phages. Avec candeur et gaieté, les crottes prennent leurs ébats à la mer, sur la piste de luge, dans les parcs, dans une nature qui se montre de plus en plus optimiste, elles aiment aussi s’accrocher à des meubles Bauhaus (seconde nature). Bien sur, les crottes-artistes dans des fauteuils roulants ne manquent pas. La société des loisirs, du plaisir et du chômage fête joyeusement sa résurrection, c’est-à-dire sa défécation. On a appris par cœur à faire semblant de vivre. L’homme est réduit à sa véritable fonction dans la nature : celle d’un engrais pour d’autres formes de vie à venir, exactement aussi inutiles que lui. Un jour, la planète ne sera plus atteinte de cette maladie qu’est l’homme, peu importe, en attendant savourons un bon verre de vin, mais aussi l’art de Scheibner et ruminons ainsi notre propre état de langueur incurable.
Reinhard Scheibner ‘Honky Tonk Gina’ 2011
Interview mit Reinhard Scheibner
Er wurde 1953 in Bamberg geboren. Lebt und arbeitet in Berlin.
Interview Februar 2014
Willst du mit deiner Kunst etwas aussagen oder stellst du nur deine Fantasien dar?
Sowohl als auch, letztlich ist jedes Kunstwerk ein Werk der Fantasie, der Imagination. Aber bloße Fantasien sind sie dennoch nicht, da fliesen allerlei Beobachtungen mit ein, Überlegungen zum Inhalt, zur Form, Intuitives, Gefühltes auch Körperliches. Ich zeichne meistens mit der rechten Hand, manchmal aber auch mit links, den Füßen oder mit geschlossenen Augen. Dann wieder recherchiere ich vorher erst einmal gründlich, wie bei der Serie von Radierungen über die dunkleren Seiten unserer jüngeren Vergangenheit. Das jeweilige Verhältnis kann ich nur am einzelnen Bild aufdröseln, sonst bleibt es hier bei Allgemeinplätzen. Im Laufe der Jahre habe ich ja viele verschiedene Sujets gemalt, unterschiedliche Themen, Genres und nach unterschiedlichen Methoden gearbeitet. Darunter sind einige reine Fantasiestücke, aber meist gibt es einen Bezug zur Wirklichkeit. Schließlich sind auch unsere Fantasien wirklich, drängen zur Verwirklichung. Aber das ich vorher schon exakt weiß was ich wie darstelle kommt selten vor. Das wäre auch reizlos, das Bild muss zu erst einmal mich selbst überraschen, sonst stimmt etwas nicht damit.
Du hast schon merkwürdige Zeichnungen, besonders deine Frauen mit Penissen sind schwer zu verstehen. Ist das eine persönliche Fantasie oder soll es die Ermächtigung der Frau symbolisieren indem du ihr einen Schwanz anhängst?
Nein das soll kein Beitrag zur Gleichstellung der Geschlechter sein oder die späte Erfüllung des Freudschen Penisneids. Die Figur des Hermaphroditen gibt es ja schon lange im Mythos und so auch der Kunst. Im Internet findet man heutzutage als eine zeitgemäße Variante derselben Idee jede Menge Fotos und Filme von Shemales und Ladyboys.
Obwohl, einmal gestand mir eine Frau, die ich damals sehr begehrte, dass sie gerne einen Schwanz hätte. Also erbot ich mich sie mit einem solchen zu malen. Das tat ich dann auch. Aber so richtig begann ich damit erst, als ich mit Mitte 50, gelangweilt von meinem immer gleichen alten Selbst, beschloss die Wechseljahre zu nutzen und ein zweites Leben als Mädchen zu beginnen. Nur auf mein wertvollstes Teil verzichten wollte ich dabei doch nicht. Erst machte ich nur ein paar Fotos und und Videos von ihr, ganz schlicht und trashig, nur zu meiner Unterhaltung. Entwarf dann in schlechtem Englisch eine kurze Biografie für das Mädchen, um so vielleicht ein „Second Live“ auch im Internet zu beginnen. Als ich 2011 vom „Museum of Porn in Art“ in Zürich für eine Ausstellung eingeladen wurde begann ich dafür die Geschichten der beiden in einer Serie von Tuschezeichnungen zu illustrieren. Anders als ich hat das Mädel sogar eine Philosophie, hier ein kurzer Auszug:
Reinhard Scheibner ‘Little Gina’ 2011
“You may ask yourself how old is little Gina? Now let me tell you nobody knows this exactly, nobody needs to know this, because I will always be between thirteen and fifteen and discover sex for the first time. Like Peter Pan, in fact you can see me as his older sister, I will never grow up. I don’t want to grow up; I have no interest in your grownup world, your awful grownup politics and affairs, all your stupid money grabbing business, I only want to fuck with grownups. Even so grownups do not allow other grownups to fuck little Gina. But that’s just another one of your silly problems. I don’t need to be protected. You may need to be protected from me. Nooo, that’s not true, I am not evil, I am all sweet and nice. You may need protection from your laws and desires, but not from little Gina. I want you to have a good time with me and as I said it before, I don’t mind how you look or what’s your age. I am the sunny, the all-loving type, a real people pleaser, I want everybody to be happy with me. I don’t mean loving in the way most people, especially most other woman use it when they talk about love. Do you love me, will you always love me, why don’t you love me anymore… I don’t wont to have anything to do with this sentimental, possessive, jealous kind of love. This is just a emotional disease to me. I talk of acceptance, affirmation; I don’t cling to anything, I hop from one person to another, from young to old to a mosquito. Yes, it is all the same for little Gina, I do not charge things or people. I enjoy you playing with my girl-cock and I get excited if a cued little mosquito sits on my gland and sucks blood from me girl-cock. I have never fallen in love and I hope I never will. I also don’t wont you or anyone else to fall in love with me. I get all annoyed when I see this sheepish look on peoples faces when they do. A good fuck is all I need and want.”
Ende 2011 begann ich an dem Buch „Horny“zu arbeiten und schickte dafür die Göre erst einmal in das Berliner Nacktleben** zum recherchieren. Je mehr Wirklichkeit um so besser. Ich habe sie ja nicht als unbeteiligten Beobachter dort hingeschickt, sondern um etwas zu erleben von dem ich dann aus erster Hand berichten kann.
Erzähl mir etwas über Engelbert Kievernagel, ward ihr eng befreundet oder habt ihr euch nur für bestimmte Projekte getroffen?
Nein, wir waren nicht so eng befreundet, mich hat mehr seine Kunst und der Künstler interessiert, der Außenseiter. Zu Beginn hatte er mir auch ein paar Mal Modell gestanden. In seinem letzten Lebensjahr, als er wegen seiner Krebserkrankung seine Wohnung nicht mehr verlassen konnte oder wollte, habe ich ihn öfters besucht und ein wenig nach ihm gesehen. Er hatte ja keine Freunde, außer seiner Schwester die ihn pflegte. Seine Briefe an mich klingen vielleicht sehr persönlich, sogar intim, aber tatsächlich hat er sie so oder ähnlich an jeden geschrieben der auch nur entfernt dafür in Frage kam. Wenn er noch am Leben wäre würde er jetzt wohl auch an dich so schreiben. Für mich sind die Briefe Teil seiner Kunst, sonst hätte ich sie nicht veröffentlicht.
Vielleicht hätte er auch keine mehr geschrieben, denn inzwischen hat sich hier einiges verändert. Engelbert wurde seinerzeit noch von der berittenen Polizei nackt durch den Wald gejagt, wenn er dort nackt spazieren ging, heute kann sich jedermann nackt in irgend einem Park mitten in Berlin sonnen und kaum jemand stört sich noch daran. Dies ist eine der Segnungen die die Wiedervereinigung mit sich brachte, die ehemaligen Ostdeutschen, streng materialistisch erzogen, hatten keinerlei religiöse Hemmungen, sich in der Öffentlichkeit zu entkleiden. Auch ist die Szene heute bestens organisiert, es gibt kaum noch eine Fantasie die man nicht an irgend einem Ort in der Stadt mit gleichgesinnten ausleben kann.
Bist du eher ein sozialer Mensch oder lebst du in intellektueller Isolation?
Ja, manchmal fühlt es sich so an. Ich neige dazu mich selbst zu isolieren. Die einen versuchen wie ein Balzacer Held mit ihrer Kunst die Welt zu erobern, ich ziehe mich lieber aus derselben in die Kunst zurück.
Ich war nie in Berlin, es ist bestimmt schön dort. Was würdest du über Berlin sagen?
„Schön“ würde ich nicht sagen, das ist kein Wort welches ich benutzen würde um Berlin zu beschreiben, schon gar nicht in den langen kalten und nassen Wintermonaten. Selbst die Sommer sind ja oft genug noch nass und kalt. Aber es gibt so viele verschiedene Berlin, da müsstest du schon genauer fragen was du wissen willst.
Was machst du noch außer malen?
Im Sommer faulenze ich gerne in der Sonne, wenn sie denn einmal scheint; schwimme in den Seen in und um Berlin, lese, skizziere, fotografiere und filme ein bisschen oder ich gehe Nachts aus und besaufe mich dann meist.
Reinhard Scheibner ‘Piss Pot Swingers’ 2012
In deinem Brief sprichst du von Klaus Theuerkauf und endart, einem Kunstkollektiv aus den 80er Jahren. An welchen Aktionen hast du dich beteiligt und was machen sie heute?
Das Künstlerkollektiv hat sich 1980 oder 81 gegründet und eine große Ladenwohnung in Kreuzberg gemietet. In den hinteren Räumen haben sie zusammen gearbeitet, vorne im Laden ihre Arbeiten ausgestellt. Der Erfolg, weit über Berlin hinaus, kam dann sehr schnell. 1988 haben sie sich als Gruppe schon wieder aufgelöst. Einige machen weiter Kunst, andere gingen danach in andere Berufe. Ich kannte und schätzte ihre Arbeit, war aber nie Teil der Gruppe, persönlich lernte ich sie überhaupt erst in den 90 er Jahren kennen. Anfang der 90 er Jahre begann Klaus Theuerkauf auch befreundete Künstler auszustellen oder Künstler deren Arbeiten ihn überzeugten. Ich hatte von 1994 bis 2005 an etlichen Gruppenausstellungen teilgenommen und auch ein paar Einzelausstellungen dort gemacht. Eine Galerie im gewöhnlichen Sinne war es nie, dazu ist er zu sehr Künstler und Chaot, kein Geschäftsmann zu unserem Leidwesen. Aber es war ein dennoch ein guter Ort, auch um andere Künstler zu treffen die in eine vergleichbare Richtung arbeiten. Heute ist der Laden meist geschlossen und zeigt wieder nur endart Arbeiten. Am Samstagnachmittag kommt dort das Oberkreuzberger Nasenflötenorchester, der Grindchor, zusammen zum üben. Dabei fliest immer auch viel Bier.