
Yeşilçam’ın arka bahçesinde yürüttüğü faaliyetleri sebebiyle egzotiksiz büyüyen 2/5bz adlı gözelleştirme derneğinin, demoralize yöntemini kullanarak modern resme yansıttığı çalışması. ( 1991 – 2011 )
“ Yaptığı resmin tuvaline, yazdığı makalesine, fıkra ve şiirlerine, sanatına yansıtarak destek verenler de var. “
Bir resim yapacagiz birlikte… modern…
Saptırma yaparak, kendine göre gerekçeler uydurarak, makulleştirerek teröre destek veriyor.
Belki resim yaparak, tuvale yansıtıyor. Şiir yazarak şiirine yansıtıyor.
Doğrudan çalışmasına, yazısına, sanatına konu yaparak demoralize etmeye çalısıyor.
Terörün arkadan dolanarak, arka bahçede yürüttüğü faaliyetler – ki arka bahçe İstanbul’dur, İzmir’dir, Bursa’dır, Viyana’dır, Almanya’dır, Londra’dır, Washington’dur, her neyse…
Çağın gereği. Ne kadar sivil toplum kuruluşumuz varsa, o kadar demokratik bir ülkeyiz. vakaa bu.
Ama oraya da sızmak lazım terör açısından.
sızılır, sızarsınız, sızmışlardır.
Masum dernektir, bakmışsınız güzelleştirme derneği, bakmışsınız kültür derneği, bakarsınız eğitim derneği, bakarsınız bir think tank kuruluşu.
Düşünce üretim merkezi. silahlı terör değil.
Bir başka ayağı daha var. Psikolojik terör var. Bilimsel terör var. Terörü besleyen arka bahçe var.
Bir başka ifadeyle sanatına konu yaparak… Belki resim yaparak tuvale yansıtıyor….
Bir resim yapacağız birlikte… modern…
Vicdani Cinnet Kurbanı
REMAKE REMIX RIPOFF TURKISH REMAKES AND COPYCULTURE OF CINEMA
‘hayatta muvaffak
belinde oynak’
Serhat Köksal’la muhalif sanat üzerine
Osman Odabaş’ın 2012 senesinden hazırladığı “1990 Sonrası Türkiye’de Çağdaş Sanatta Politik Görüntü ve Eleştiri” başlıklı doktora tezinden alıntıdır :
Türkiye’de eleştirel/ muhalif bir kültür yapılanması var mı? Yoksa bu bir avuç insanın çabalamasından mı ibaret ?
Serhat Köksal: Öncelikle, “eleştirelliğin biçimi ve boyutu bu kadar önemli midirden başlayayım. “Eleştirel/ muhalif kültür yapılanması” ile “bir avuç insanın çabalaması” birbirinin ikâmesi, önkoşulu yahut zıttı mıdır? Eğer “bir avuç insanın çabalaması”nın “eleştirel/ muhalif kültür yapılanması”nın önkoşulu yahut gerekliliği olduğu düşünülüyorsa, buna pek katılmadığımı söylemeliyim. Aynı şekilde, “yapılanma”nın sürdürülebilir olma gerekliliği bulunduğunu da düşünmüyorum -bu, süreksiz, pekâlâ bir avuç muhalif insanı oluşturabilecek bir “yapılanma” da olabilir. Mesela, 2010’da Berlin’de bir sirk çadırında gerçekleştirdiğimiz ve “Urban Jealousy / Kentsel Kıskançlık” başlıklı bağımsız Gezici Tahran Bienali’nin performans sanatçılarından bir kısmının katıldığı bir program olan “Urban Lousy / Kent Berbat”ın çağrı metninde de dediğimiz gibi, bu, zaman zaman birleşip, zaman zaman dağılan bir “yapılanma”dır. Kendiliğinden, zaman zaman birleşip zaman zaman dağılma hali, “yapılanma”nın dönüşebileceği kurumsallaşma ve dolayısıyla evcilleşme tehlikesinin de bertaraf edilmesine yarar. Fakat, elbette, bu kastettiğim muhalefet etmenin tek biçimi yahut kuralı da değildir. Bana kalırsa, muhalif kültür geleneği ve bunun nasıl manipüle edildiği / unutulduğu/ unutturulduğu, muhalif/ eleştirel tavrın nasıl bir biçimde olduğundan, nasıl bir biçim alacağından daha önemli bir nokta. Bu coğrafyada, halktan yana, kurulu düzene, muktedirlere karşı olmanın, bu muhalefeti mizah da dahil çeşitli araçlarla hayata geçirmenin bir izi var. Bu iz, yine muktedirler tarafından manipüle edilen, unutturulan bir iz. Mesela, karşımıza iktidarın maskotu, milliyetçi kahraman, köyün şaklabanı, hatta yoğurt markası olarak çıkabilen Nasreddin Hoca, aslında halktan yana, mizahı kullanarak iktidara karşı duran bir muhalif. Ayrıca, öyle görünüyor ki, bu coğrafyada çeşitli yerlerde, farklı zamanlarda, baskıya karşı ortaya çıkan ve Hoca’ya atıfla anlatılan fıkraların bahsettiğim “kendiliğinden toplanıp dağılan muhalefet etme biçimi” ile de ilişkisi var. Bu izi takip etmek, bu tecrübeyi bilmek ise, her şeyden önce, her şeyi yeniden deşifre etmekle, keşfetmekle vakit kaybetmenin ve muktedirlerin yemlerini yutmanın önüne geçiyor -ki, baskının arttığı ve dolayısıyla bu yemleri yutmamanın çok daha önemli olduğu bir dönemden geçiyoruz.

Başka bir kültür, dünya, sistem istemek ve iktidar odaklı, otoriter yaptırımlara muhalif durmak neyi gerektiriyor?
Muktedirlerin attığı yemlere karşı tetikte durmayı gerektiriyor ve elbette cesur olmayı… Muktedirlerin attığı yemlere karşı tetikte durmakta, yukarıda bahsettiğini muhalefet çabasından, bu izlerin bilgi ve tecrübesinden beslenmenin ve bu çabanın nasıl manipüle edildiği, unutturulduğu üzerine kafa yormanın önemli olduğunu düşünüyorum. Bu çabanın muktedirlerin çıkarlarına göre yeniden imâl edildiği, muhalefetin piyasaya ancak tehlikesizce yahut tehlike geçince verildiği bir ortamdayız. Üstüne üstlük, devamlı kabuk değiştiren baskı, giderek ağırlaşan bir şekilde, mesela, iyiliksever parıltılarla donatılmış gözyaşları, vicdan bombaları olarak üzerimize gelmeye devam ediyor. Bu da bir dönemeçtir. Bu dönemeçte. Aziz Nesin’in “Bu bir dönüm noktasıdır. Bir dönemeçten geçiyoruz. Bu dönemeçte kişilikler zayıflar ve kişiliksizleşirler” cümlesi de aklıma gelmiyor değil. Dikkatli olalım ve yemleri yutmayalım derken de, aslında neye ihtiyacımız olduğunu yeniden gözden geçirmek, hep “daha fazla’sını istemekten vazgeçmek, vazgeçerken de, yapıcı olma zorunluluğunu bir yana bırakıp yıkımı da göze alma cesaretini göstermek lâzım diye düşünüyorum.
Senin yaptıklarına, Foucault’nun parrhesia kavramı, yani sanat aracılığıyla iktidara, güç odaklarına doğrudan hakikati, görmek istemediklerini göstermek, gerçeği dile getirmek ve “toplumsal muhalefette bağımsız bir ses olmak” diyebilir miyiz?
Bunu bu kavramlarla değil de daha yalın kelimelerle yapsak daha iyi, Bu ağır akademik referanslarla süslü kavramsallaştırmaların insana hem vakit kaybettiren hem de insanın zihnini başka iktidar biçimlerine bağlayan bir tarafı var. Muhalefeti seçkin bir akademik dil, seçkin bir referans çerçevesi peşine düşmeden, basit bir dille yapmak daha doğru. Çoğu zaman bu akademik dil ve bu akademik dilin bir üst referans çerçevesi olarak üretilmesi, bahsettiğim muhalefet geleneğinin manipülasyonundan / unutturulmasından, bu muhalefet geleneğinin bıraktığı izin üstünün örtülmesinden çok da farklı değil. Meselenin özünü kaçırıp biçimin ve şık göndermelerin peşine düşen, bunu da muhalefet etme adına yapan, okulun rendesinden parası ve vakti çalınarak geçmiş, aklı karışık okumuş cahillerden olmamak lâzım.
Kendi İşlerini politika ve sanat ilişkisi üzerinden nasıl değerlendiriyorsun?
Politika ile sanat arasında ilişkiler tarif etmenin, iktidarı ve politikayı teorize et et bitmeyen bir şeye dönüştürmek, daha da fenası, bunun üzerinden en muhalif zeminlerde dahi, orada duymayı beklemeyeceğiniz bir iktidar dili üretmek ve bunun içinden, insanların zihinlerini ve eylemliliklerini kapatmaya çalışmak gibi bir riski var zannediyorum. Böyle olunca da, akademik boğuntunun demin bahsettiğim sorunları dışında, iktidarın dilinden, sanatı politikanın taşeronu yahut şık duran vitrinine dönüştürme gibi bir sorun ortaya çıkıyor. Nitekim, bu bir yanıyla, tam olarak neyi eleştirdiği belli olmayan bir dil yaratırken, diğer yanda da asıl eleştirilmesi gereken şeyi bir hokus-pokus ile gözden kaybediveriyor. Bol bol eleştiri yapılıyor da, mesela, bunun ekonomik zemini gözden kaybediliveriyor.
Bunu da görmek gerekiyor. Bu iki itirazın birbirini beslemesi bana çok daha doğru ve beklenmedik gelişmelere açık geliyor Bu çerçevede, itirazımı, kendi dilim içinde, çeşitli araçlar kullanarak söylemeye gayret ediyorum, içinde yaşadığımız, iktidarın baskısını çeşitli araçlarla artırdığı bu dönemde, iktidarın, akademik boğuntuların da dahil olduğu yemlerine karşı geliştirilecek itirazın bazen “kör gözüme parmak’’ açıklığında olması gerektiğini düşünüyorum. Bu türden bir muhalefet tehlikesiz bir iş değil, iktidar canını yakacak ve devşiremediği türden muhalefeti ortadan kaldırmaya yönelik olarak çok ağır bedeller ödetmek için elinden geleni yapıyor.
Yahut ekonomik zeminden kaynaklanan itiraz, kendine-sivil bir toplumculuk içinde eritiliyor. Muhalefet, kerameti kendinden menkul bir üst-dil içerisinde, iktidarın işine yarayacak şekilde sulandırılıyor. Mesela, 1 Mayıs için dahi, “keşke işveren örgütleri de burada olsa’’ yahut “Türkiye’nin bütün renkleri burada” dangalaklığının etkisi altında kalmak ve mesela, “seneye de tek konuşmayı eski bir işçi lideri olarak Başbakan yapsın” gibi bir hezeyan içine girmek mümkün. At izi, fena halde it izine karışıyor. Bu türden bir karışıklığa, en basit gerçeklerin dahi görülmemesine yahut çarpıtılmasına karşı da, Aziz Nesin’in büyük bir heyecanla “bunları görmemek için insanın toplumsal gözünün kör olması lâzım” deyişi aklıma geliyor. Zaman zaman cinnete de dönüşebilen bir itiraz / muhalefet / eleştiri hali, sadece yemleri, tuzakları bol zihinsel çerçevelerden beslenmiyor, bunun hayatta somut ve ağır koşullardan kaynaklanan bir karşılığı var
Sanat ve eleştiri üzerinden kendini tanımlarken, yakın hissettiğin bir ideolojiden bahsetmek mümkün mü? Sitüaşyonistler gibi sanat yapıtı fikrine de karşı mısın mesela? Yani, politikanın estetize edilip sanat yapıtı olarak öne sürülmesindense, sanatı alternatif bir politika üretmek için bir aracı, bir araç mı görüyorsun?
Sanat yapıtı bu kadar tanımlı, belirli bir şey olmamalıdır -yani, ne“politikanın estetize edilip sanat yapıtı olarak öne sürülmesi” ne de “sanatı alternatif bir politika üretmek için araç / aracı olarak kullanmak”gibi kesin ve keskin ayrımlar doğru. Sanat yapıtı denilen şey tamamen “tanımlanamazlık” etrafından inşa edilmelidir demek istemiyorum, ama bir o kadar da belirsiz, tanımlanamayan bir tarafı, duygusu vardır bence. Ayrıca, sanat yapıtını katı bir çerçevede tanımlayıp sanatçıyı bir sanat yahut düşünce akımına yamayarak yaptığımız işi, “reklam”ı teorisyenler, küratörler, sanat eleştirmenleri eliyle yapılan, “ambalaj değeri” belli, piyasada gideri olan “mal’a yahut halihazırda patenti alınmış bir “mal”ın Türkiye bayiliğine dönüştürme fikri çok rahatsız edici.
Sitüasyonizmle macerama gelince, seneler önce, Türkiye’de ilk defa Sitüasyonizm özel sayısı yapan bir sanat dergisi benden iki sayfa istemişti. Hazırlayıp teslim ettim, ama işi yeterince Sitüasyonist bulmamışlar olacak ki, sümenaltı ettiler. Ben de böylelikle Sitüasyonizme yamanmaktan son dakikada kurtuldum.
Güncel sanat kurumsallaşma altında zoraki bir politik tavır sergiliyor, eleştirinin hakikati değil de, kurumlar tarafından öne sürülen simülasyonuyla yüz yüzeyiz gibi. Senin yaptığın işler ve yer aldığın projeler bunun tam karşısında duruyor, bunu nasıl icra ediyorsun?
Bu işleri / projeleri yapmayı bilmek ve istemek, ısrarcı olmak ve yaptığın işe inanmak gerekiyor. Yine de, yaşama koşullarından dolayı istediğini hayata geçiremeyebiliyorsun. Şanslıydım ki, ‘90’larm başlarından beri ürettiklerimi birtakım kurumlara ait sergi salonu yahut onun türevi “al gülüm ver gülüm art camialarına” muhtaç olmadan insanlara ulaştırabildim. Üretilen demo kasetler, posterler, dergiler arkadaşlarımın dükkânları vasıtasıyla ve posta yoluyla insanlara ulaştı, Türkiye’deki ve dünyadaki meraklıları, bu işleri bu şekilde elde etti. Sözünü her şeye rağmen ve samimiyetle, bağımsız bir şekilde söylemek isteyen sanatçılarla yapılan grup projelerinin de önemli olduğunu düşünüyorum. Dünyadan 650 sanatçının katıldığı, İstanbul, Berlin ve Belgrad’da konaklayan ve o şehirlerdeki arkadaşlarımızın desteğiyle bağımsız ortamlarda gerçekleşen Gezici Tahran Bienali de böyle bir deneyimdi. Zübük dergisinde 1962’de yayınlanan bir reklamda dalga geçildiği gibi, “hayatta muvaffak, belinde oynak!” olmayan, gerçek, samimi, gözükara bir muhalefete ve bu türden muhalefeti dile getiren sanatçıya, bugünün ağırlaşan koşullarında çok ihtiyaç var. Dolayısıyla, yine aynı reklamda yazıldığı gibi, “Hocasız olarak iki ayda belinizi 120 derecelik demokratik biçime sokabilirsiniz” isteğinin yakınından geçmeden, çok büyük sonuçlar beklemeden, bireysel yahut kolektif olarak, herkesin gücü, sınırları, çapı dahilinde ve bunları zorlayarak, sözünü bağımsız bir şekilde söylemeye devam etmesi gerektiğini düşünüyorum.
Bugün bienaller Türkiye’de güncel/ çağdaş sanat piyasasının temel dinamiklerini oluşturuyor. “En politik bienal bu”, “en eleştirel sergi bizimki” gibi söylemler medyada sık sık yer alıyor. Dünyada yeniden yükselen politik, eleştirel, muhalif duruşlar, toplumsal değişimler üzerine yeni bir kültür endüstrisi inşa ediliyor. Eleştiri, merkezi bir otorite tarafından tanımlanarak piyasaya sürülüyor. Bu konu hakkında fikirlerin nedir?
Kültür ve sanat kurumları bu sürecin ve küreselleşen sanat piyasasının kapı bekçiliğini yapıyor. Yani, sanatçının samimi eleştirisini olumluyormuş gibi görünerek sistemin dilini başka bir noktadan yeniden üretiyor. Böylece, doğrudan sansür yerine, daha dolaylı bir mekanizma işletilmiş oluyor -sanatçının eleştirisi, kurumun bakış açısı içinde zararsızlaştırılıyor, sanatçının dili ehlileştiriliyor. Bunun içinde, sanatçının eleştirisinin normalleştirilmesi de var, sanatçının işinin küresel bir pazarda satışa uygun egzotik mal haline getirilmesi de.
“Direnistanbul” kapsamındaki, Siemens’teki ya da 2/5bz projelerindeki İşlerin kurumsal bir himaye sisteminin içine girmeden, onun dışında durarak geliştirilen eleştirel tutuma örnek. Yaptığın o işleri sen nasıl tanımlıyorsun?
Bu eleştirel tutumu sürdürmenin ve kurumların cevabının hayattaki karşılıkları üzerinde durmak gerekiyor. Demin söylediğim gibi, kültür ve sanat kuramlarının işi doğrudan sansüre vardırmadan içeriği ve dili normalleştirmek / ehlileştirmek gibi bir işlevi var. Fakat, gayet nötr bir dille, isim vermeden, teorik yapılabilecek bir eleştiriyi, sorunun asli olabilecek unsurlarını, can alıcı noktalarını “kör gözüme parmak” yaptığında, sistemin “demokratik” ve “çoksesli” kurumlarının gerçek yüzü ortaya çıkıyor. Mesela, 2009’daki Beğenal projesi için, birçok gazete ve televizyon röportaj istediğinde, demeçlerimiz yerine işlerimiz, örneğin, yaptığımız poster görünsün istemiştik. Röportaj için peşimizde koşanlar bu isteğimi önce onayladılar, sonra “başka bir anlam yüklü kurum logolarını, isimlerini gösteremiyoruz, çünkü üstlerimiz bizi işten atmakla tehdit etti” noktasına gelindi. Yahut, bir kurum hedef alındığında, o kurumun medyada köşe kapmış sözcülerinin saldırılarına maruz kalındı. Fakat, Beğenal’e ve 2009’a gelmeden de enerji boru hatlarının kültürel diyalog zorlamalarıyla ilişkisi, uluslararası sermayenin köprü kurmayla ilgisi ve büyük sanat etkinlikleriyle bağlantısı, şehirlerin markalaştırılma çabaları üzerine, uzun süredir çeşitli ülkelerde performanslar yapıyorum. İstanbul’da da, Direnistanbul’dan önce, Gözel Geceler kapsamında böyle etkinlikler düzenliyordum. Mesela, 2007’deki “Bugün Bienal ve 2010 için Ne Yaptın” böyle bir etkinlikti. “Bienalleri niye sadece Kültür Bakanlıkları, büyük sanat vakıfları veya modern çağdaş holdingler yapar” sorusuna cevapla 2008’de gerçekleştirilen Gezici Tahran Bienali de bu kapsamda sayılabilir. 2009‘daki IMF-Dünya Bankası toplantılarından önce de, neoliberal dönüşüme ve bu dönüşümün cici vitrini olarak aynı döneme denk gelen Bienal’e dikkat çekmek için Beğenal’i gerçekleştirdik. Hatırlanırsa, açılışı 12 Eylül’e denk getirilen 2009’daki Bienal ve etrafındaki tartışmalar, emek üzerindeki baskıyı bir tarafa bırakarak, “12 Eylül ile hesaplaşıyoruz” diyen ne idüğü belirsiz bir “demokratikleşme’yi yahut kendine-sivilliği her şeyin çaresi olarak gören bir zihniyetin de doğuşu gibiydi. Bu zihniyet 2010’da “Yetmez ama Evet” şiarıyla karşımıza geldi ve zihin bulandırmanın, zemin kaydırmanın neredeyse etiketi oldu. Buradan hareketle, asıl dokunulması gereken bir başka nokta da, sistemin ve sistemin kuramlarının ürettiği, henüz kurumsallaşmamış yapılar ve bu yapılar eliyle dolaşıma sokulan gayrı-aklî /gayrı-ahlâkî düşünme biçimleri. Bu düşünme biçimleri, tartışma götürmeyecek şekilde ahlâklı ve akılcı olarak sunuluyor ve insanların düşünme biçimlerini devşirerek, GDO’lu ürünler gibi mutasyona uğratıyor. En alternatif alandan anaakım medyaya kadar “sızan” / “sızdırılan” ve benim “libertür kafası” dediğim düşünme biçimi de bu.

Siemens Sanat Galerisindeki tank işini ve sergide olanları anlatabilir misin?
25 Ocak 2005’te Siemens Sanat Galerisi’nde sergi kapsamında bir sunuş yapmak için davet alıyorum, Ön konuşmada sergiye galerinin duvarlarına posterimi yapıştırarak katılacağımı beyan ediyorum. Sunuş bu posterle sınırlı değil, ayrıca bir saat boyunca çeşitli videolarım gösteriliyor ve sunuş günü, hazırladığım bu özel posterin sekiz- dokuz tanesini Simens Sanat Galerisinin duvarlarına yapıştırıyorum. Posterin başlığı “Siemens Savaş Aletleri Sergisi”, Leopard tanklarını ve ayrıca bunların elektronik düzeneğini üreten Siemens’ın dijital kültür içindeki yerini göstermeye çalışan posterde Leopar tankı Fındıklı Simens Sanat Galerisinin önünde duruyor. Bana göre, böyle bir sunuş Siemens’in kendisi tarafından bile gelecek vakitlerde yapılabilecektir, “bakın biz ne kadar açığız” mantığıyla. Oraya gelen kitleyle bir kaynaşmamız oluyor. Bu yaptığım posteri isteyenlerle, web sitemi alıp kontaktta kalmak isteyen yeni insanlarla tanışıyorum. Ama sunuş sonunda çok ilginç bir tepkiyle karşılaşıyorum. Küratör arkadaş diyor ki: “Galerinin müdürü yaptığın poster nedeniyle zor durumda. Posteri ve galerinin içinde bu posterle ilgili çektiğin videoyu hiçbir yerde yayınlayamazsın. Siemens’in adının kapatılması lâzım. Adam işten atılacak. Çok şeker bir adam, iki çocuğu var…” Acı ve komik bir tepki. Halbuki, serginin katoloğunda ve dvd’sinde yer alması için hazırlamıştım o posteri. Hatta, olayın ilk dakikalarında serginin yardımcı küratörü de posterleri video kamerasına çekmişti, kendi dvd katalogları için. Üzülüyorum, küratör benim işimi destekleyeceğine olayı kapatmaya çalışıyor. Ben de en sonunda rüşvet olarak Leopar tankı istiyorum onlardan…
don’t forget to check for more at