
Fotoğraflardaki suratlara uzunca baktım. Hiç birinin gözünde, bir süre sonra bir toplama kampında öldürüleceklerine dair bir şüphe ya da korku ışığına rastlamadım.

Tıpkı bu gün bizim çektiğimiz hatıra fotoğrafları ve selfiler gibi…
Onlar, “Auschwitz’den üç gün öncesini” yaşadıklarını bilmiyordu, peki ya biz?
Drei tage vor Auschwitz” yani “Auschwitz`den üç gün önce” aslında bir yan ürün. İki sene önceki röportajımda bahsettigim Savaş Devam Ediyor ya da 369 hafta Viyana çalışmalarının yan ürünlerinden biri.
Son söyleşimizden bu yana iki sene geçti, bu süreç boyunca hayatında/ sanat hayatında neler oldu, bizlere kısaca bahsedebilir misin?
Vay be iki sene gecmiş! Son iki senelik özetim tıpkı son elli yıllık özetimdir, milim değişiklik yok, şarabı azaltmanın dışında. Yeni sergiler yaptım, binlerce çizim yapıp, başka coğrafyalarda-topraklarda değişik diller konuşan insanlar tanıdım. Değişik tadlar, yeni hazlar aradım. Hayat benden hoşnut sanırım, ama ben hayattan hoşnut değilim. Haşa kendi hayatım mevzu bahis değil, başkalarının hayatından-hayatlarından hoşnut değilim.

‘Sanat benim için artık yaralayıcı bir kavram. Beni yaralayanları yaralamanın aracı artık. Düşünüp çizebiliyorum, kafamdaki imajı kağıda ya da elektroniğe geçirebiliyorum.’

Birçok projenin içine balıklama daldım, kafa göz yara yara ilerliyorum. Bu sıralar faşizme giriştim, sanırım kündeye getireceğim. Sanat benim için artık yaralayıcı bir kavram. Beni yaralayanları yaralamanın aracı artık. Düşünüp çizebiliyorum, kafamdaki imajı, kağıda yada elektroniğe geçirebiliyorum. Bunun tekniklerini öğrendim. Tek tabancam var ama mermim bir dolu. En son giriştiğim iş, Bulgaristan’da yapacağımız sergi için başvurduğumuz resmi yetkililerinin benden katalog istemesi oldu. O kadar harala gürele içinde, kendim için bir katalog yapmadığımı farkettim. Hemen işe koyuldum bir haftasonu içinde, orta halli bir katalog hazırladım, adını da “eski ve yeni işler/sanat memurları için bir seçki” koydum.
Eskiye nazaran daha renkli işlere giriştiğini görüyoruz; dijital çizimler yapmaya başladın, oto-portreler, kadın figürü, silahlar ve erotizm gibi serbest anlatımlar işin içine girdi, farklı bir sayfa açtın sanırım.
Eskiye nazaran daha renkli işlere geçtiğim bir yanılsama, her zaman, dolu dolu renkli işler yaptım. Klasik bir sorun; kim ne görse onu, resmin bütünü sanıyor. Yeni kapılar açmıyorum, sadece odamın duvarlarına yeni pencereler açıyorum ve her pencereden başka tarz işler gözüküyor. Her zaman renkli işler yaparım sadece sosyal mecralarda sıklıkla göstermedim.
Geçtiğimiz günlerde Avusturya’da ‘Drei Tage vor Auschwitz’ başlıklı bir sergiye imza attın, serginin ele aldığı kavram ve sergilenen işler açısından bizlere bu sergiden biraz bahseder misin?
Bir gün bir rüya gördüm, yıllar önceydi. Çok garip bir otoportre yapıyordum rüyamda. Koskoca bir tuvale binlerce otomobil boyamışım, hepsinin direksiyonunda ben oturuyorum.

Rüyamdaki o Otoportreyi unutmadım. Hala o resmi, o otoportreyi çizmeye, boyamaya çalışırım. Bilirim nafile bir uğraş, hiç bir somut nesne rüyanın yerini tutmaz. İşte onun yerine ya da onu yapamamanın acısını azaltmak için arasıra garip otoportrelere girişirim, budur maruzatim. Defterimde sayfa bol, ömrümün sonuna kadar hergün yeni bir sayfa açabilirim. Bunu abartı olarak değil, yaratıcılığımın bir gereği olarak görüyorum. Eğer o gün yeni açacak bir sayfam yoksa, bilin ki ben ölüyüm.
“Drei tage vor Auschwitz” yani “Auschwitz`den üç gün önce” aslında bir yan ürün. İki sene önceki röportajımda bahsettigim “Savaş Devam Ediyor” ya da “369 hafta Viyana” çalışmalarının yan ürünlerinden biri. Bu çalışmaları, çizimleri yaparken gözüme bir katalog ilişti, aile albümlerinden bir fotoğraf kataloğuydu. Normalde benim için çok can sıkıcı bir şey bu tür fotoğraf albümlerine bakmak. Çünkü bütün fotoğraflar aynıdır, aynı düğün fotoğrafları, aynı bahçede toplu yemek fotoğrafı ya bir balo ya da dans salonundan bir enstantane, ailece toplu halde fotoğrafçılarda verilen pozlar, gelin adayı genç kızlarlara, damat adaylarının değişik aksesuarlarla çekildikleri fotolar, amaç müstakbel damat ve gelin adaylarına fotoğraf yollamak (bkz: seksenbeş yıl sonra facebook), gidilmiş yerlerden kartpostal türü çekilmiş hatıralar… hepsi de bana tanıdık ve can sıkıcı gelir. Dediğim gibi normalde gördüğümde sıkıntıdan içimi bayıltacak bu aile albümlerinden degişikti bu katalogta toplanmış fotoğraflar.


O katalogdaki fotoğrafların sahiplerinin bir toplanma kampında öldürüldükleri, belki de korkunç işkenceler altında azap çektiklerini bilmek, fotoğrafların çekildikleri anların masumiyeti ve sevincinin yanında bende acı bir duygu bıraktı. O kahrolası tasarlama gücüm, yaşananları gözümün önünde tek tek canlandırdı. Bu güzel kız, gaz odasına yollanmadan önce kaç kez tecavüze uğradı, bu kadının öldürülmeden önce ağzındaki altın diş kerpetenle nasıl söküldü. Ya bu yaşlı adam, işe yaramaz diye ilk öldürülenlerden miydi? diye gözümde binlerce film, sahne dolaştı. En acısı da elimde tuttuğum fotoğraflar ve albümlerdi.
Nasıl kahrolası bir duygudur ki, bir insan ölüme giderken yanına eşya diye sadece bu fotoğraf albümlerini, bu cansız hatıraları, bu uzaktaki sevdiklerini alır. Bu nasıl bir dünyadır ki şimdi ben, bu cansız hatıralara bakıp yeni desenler çizer dururum.
Olay bundan ibarettir. Orijinal fotoğrafların yanında çizdiğim desenlerin hiçbir hikmeti yoktu. Nedendir bilinmez, ben hala o katalogdaki fotoğrafların illüstratif çizimlerini bir deftere çizmeye devam ettim. Fotoğraflardaki suratlara uzunca baktım. Hiç birinin gözünde, bir süre sonra bir toplama kampında öldürüleceklerine dair bir şüphe ya da korku ışığına rastlamadım.
Tıpkı bu gün bizim çektiğimiz hatıra fotoğrafları ve selfiler gibi…
Onlar, “Auschwitz’den üç gün öncesini” yaşadıklarını bilmiyordu, ya biz?
19 Aralık 2017 Viyana

‘Geçtiğimiz yüzyıl savaşların, katliamların ve soykırımın yüzyılıydı. Bu yüzyıl da farklı olmayacak, insan ne zaman biterse, savaş da o zaman bitecek.’
Hüseyin Işık, yaptığı aksiyon, performans ve yerleştirmelerin dışında, farklı ülkelerde, ağırlıklı olarak Avusturya’da çok sayıda sergi yaptı. Bunun dışında İtalya, Fransa, Almanya, İspanya gibi ülkelerde eserleri sergilendi. 2009 yılında uluslararası Venedik bianelinde üç değişik calışma sergiledi.
Hüseyin Abi merhaba, uzunca bir süredir “Savaş Devam Ediyor Sevgili Kedi” başlıklı bir seriyle seni takip ediyoruz. Bu desen macerasının nasıl başladığını öğrenebilir miyiz?
Ben kendimi bildim bileli savaş devam ediyor, duyduğuma göre ben doğmadan önce de savaş varmış. Anladığım kadarıyla ben öldükten sonra da bu savaş devam edecek. Ruh sağlığımı korumak için bazen yüksek sesle, kendi kendime bağıra çağıra konuşurum, eskiden de kendi kendime konuşup gülerdim, delilik o günlerden kalma. Bir gün bizim eve kediler geldi. Kız arkadaşım, İranlı bir ailenin bakamadığı kedileri kaptığı gibi eve getirmiş. O günden beri sadece kendimle değil kedilerle de konuşuyorum. Onlar beni anlıyor. Bu desenler aslında başka bir projenin yan ürünleri, daha doğrusu ısınma turları.

Uzun gece yürüyüşlerimin birinde, kendimi birdenbire şehir hapishanesinin kasvetli kapısının önünde buldum. Üç beş sokak aşağısı gestaponun ünlü işkence merkezi, şimdi yerinde yeller esen boş bir park, Antifaşizm Anıtı, üzerinde “Asla unutma” yazıyor. Gestapo merkezi artık yok ancak ruhu Viyana’nın her yerinde dolaşıyor. Birdenbire gözümde her şey canlandı. Kaba bir hesapla nasyonal sosyalistlerin yani Nazilerin tam 369 hafta Viyana’da iktidar oldukları aklıma geldi. Sonra, bununla ilgili bir şeyler yapmaya karar verdim. Uzun bir araştırma sürecinden sonra elimde bir sürü fotoğraf, belge ve film birikti. Nasıl bir stil ile çalışacağımı düşünürken durmadan bir şeyler karaladım. Gördüğünüz desenler bu karalamaların ürünü, yapacağım işin asıl çalışmaları değil.





Kimi zaman toplama kamplarından iç burkucu karelere, kimi zaman da cumhuriyetin ilk yıllarını anımsatan enteresan sahnelere rastlıyoruz. Birbirinden bağımsızmış gibi gözüken bu işler nasıl bir bütünlük arz ediyor?
Dediğim gibi, bir sürü film, fotoğraf ve belge topladım. Amacım o yıllardaki hayattan kesitler görmekti, bazı çizimlerin sana cumhuriyetin ilk yıllarını anımsatması ilginç çünkü o yıllar modernleşme yıllarıydı ve bu doğrultuda bir çok etkinlikler yapılmıştı yeni cumhuriyette, ama bu çizimler aslında otuzlu kırklı yılların Viyana’sına ait. Bazen bir kentte, vahşi barbarların hüküm sürdüğü dönemlerde bile hayatın normal bir biçimde kendi mecrasında devam ettiği olur. 12 Eylül döneminde biz kan ağlarken hayat bir çok semtte, mekanda vur patlasın çal oynasın şeklinde devam ediyordu. Viyana’da da öyleydi: bir taraftan tarihin en vahşi yönetimi, diğer taraftan normal hayattan kesitler vardı ve bu durum beni cezbetti. Tabii bu söylediklerim sizin gördüğünüz çizimler için değil. Gördüğünüz çizimler yaşadığım hayattaki vahşi sahnelerden kesitleri içerir. Desenler bazen Viyana’dan, bazen İstanbul’dan, bazen de Orta Doğu’daki kanlı savaşlardan anlar sunar.
Senin için bir savaş ressamı diyebilir miyiz?
Haftanın üç günü Viyana’ya gidip ders veriyorum, haftanın diğer dört günü kendimle savaşıyorum, kendi düşüncelerimle, projelerimle dalaşıyorum. Savaşı ister istemez üzerimizde taşıyoruz. Her sabah kalkıp uyanmak, her akşam yatıp uyumak. Önce nefes alıp sonra o nefesi geri vererek, büyük bir savaşın içindeyiz zaten. Avusturya İşçi Marşı’nın ilk satırları şöyle, “Hayat denilen kavgaya girdik/ çelik adımlarla yürüyoruz”. Doğduğum günden beri savaşın içindeyim. Bazen savaş çok yakınımda, bazen çok uzaklardaydı ancak her zaman gazete, televizyon ve diğer medya araçları sayesinde yanımdaydı. Odamın içi, atölyem, uzandığım yatak, yürüdüğüm yollar, gittiğim mekanlar, her yer benim için bir savaş alanıydı. Yazıp çizmenin dışında her konuda yeteneksiz olan ben, bu savaşın bir parçası olamazdım. Ne emir vermesini bilirim, ne de almasını.
Tarihin bir cilvesi olsa gerek ki, yıllar önce Viyana’da oturduğum ev Grippenkerl sokağındaydı. Prof. Grippenkerl akademide Savaş Sahneleri Bölümü’nü (atölyesini) yönetiyormuş. O zamanlar böyle bir bölüm varmış. Adolf Hitler, Viyana’ya geldiğinde bu bölüme başvurmuş. Ama prof. Grippenkerl, Adolf’un dosyasını yeterli bulmamış ve onu tiyatro dekorları bölümüne göndermiş fakat Adolf yine reddedileceği korkusuyla buraya başvurmaya cesaret edememiş. Sonuç olarak da benim resmettiğim bu vahşeti yaratmış. Geçtiğimiz yüzyıl savaşların katliamların ve soykırımın yüzyılıydı, bu yüzyıl da farklı olmayacak. İnsan ne zaman biterse, savaş da o zaman bitecek.


Neredeyse yüzüncü çizime kadar geldin. İstikrarlı bir süreç, bu desenlere daha ne kadar devam etmeyi düşünüyorsun?
Aslında daha fazla çizimim var fakat hepsini Instagram üzerinden Facebook’a koymuyorum. Telefonun kamerası ve kötü ışıklarla çektiğim fotoğraflar bulanıklık ve koyuluklarıyla bana savaş dönemlerini hatırlatıyor. Hiçbir teknik müdahalede bulunmadan bu fotoğrafları yayınlıyorum. Bu tür çizimler tabii ki devam edecek, belki başka isimler altında. Savaş devam edecek ve biz hiç bir zaman kediyi göremeyeceğiz. Kedi sahneye girme sırasını hep bekleyecek. Şu anda bir sergi düşüncem yok. En fazla web sayfamda desenlerin bir bölümünü paylaşırım.
Viyana ve Türkiye arasında mekik dokuyan bir sanatçısın. Viyana’ya ne zaman, hangi amaçla taşındın? Seni tanımayan okuyucular için şu anki çalışmalarından, neler yaptığından bahsetmek ister misin?
Ne katil olmak istedim ne de maktul, “Ne cinnet, ne de cinayet“ deyip ülkeyi terk ettim. O yıllarda Türkiye`ye vize uygulamayan doğru dürüst tek Avrupa ülkesi Avusturya idi. Viyana şehrinin benim için bir albenisi vardı. Bunlar, seçimimde birer etken oldu. Şu sıralar, üç dört farklı projeyle uğraşıyorum. Sergi projelerim var. Uzun zamandan beri üzerinde çalıştığım Avusturya ile ilgili bir video projesi beni oldukça meşgul ediyor. Yarım bıraktığım, bana pis pis bakan işlerim var.




Viyana, 1938’den 1945’e İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına kadar Nazi Almanya’sının etkisindeydi. Başkent statüsünü kaybettiği dönemler oldu. Helnwein’in resimlerinde de benzer hesaplaşmalar görüyoruz: masum kız çocukları ve faşizmin estetik gerilimi.
Aslında Helnwein meselesi bambaşka bir söyleşi konusu. Kısaca şunları söyleyeyim: Helnwein’ı besleyen kaynaklar ve çağdaşları, bir taraftan Avusturya’nın Fantastik Realizm ressamları Ernst Fuchs, Rudolf Hausner, diğer yandan Viyana Aksiyonistleri Günter Brus, Otto Muehl, Hermann Nitsch ve Rudolf Schwarzkogler’dir ve Helnwein bunlardan etkilenmiştir. Helnwein’in bu iki farklı akımdan insanlarla da kontağı vardı. Özellikle Günter Brus ve Schwarzkogler’ in işlerinde Helnwien’ı etkileyen kuvvet açıkça görülür. Tabii ki yakın arkadaşı Deix başta olmak üzere Avusturya’nın milli karikatüristlerini de unutmamak gerekir. Bunlar savaş sonrası kuşağı sanatçılarıdır. Bu sanatçıların hepsinde bir anlatım derdi vardır ve her biri kendine göre bir yol bulup hesaplaşmalarını yapmışlardır, bazıları ise halen yapıyor.
Türkiye’den genç sanatçıları takip ediyor musun?
1999’dan 2012 yılına kadar Türkiye’ye hiç gelmedim. O yıllarda Türkiye’deki genç sanat akımlarını, arada sırada internette gördüklerim dışında takip edemedim,. Veya benim genç diye nitelediğim arkadaşlarımın çoğu müzelik olmuşlardı. Son üç yıldan beri yaptığım ziyaretlerimde en çok ilgimi çeken işler, sokaklardaki yazılar, graffitiler, afişler ve benzeri işler oldu. Özellikle gezi olayları esnasında ortaya çıkan işler mükemmeldi.
Söyleşi için için çok teşekkürler, son olarak ilave etmek istediğin bir şeyler varsa lütfen.
Son sorular bana idamı hatırlatıyor, eğer bu son soruysa bundan sonrakileri tabutumdan naklen yayınlayacağım. Şaka bir yana uzun zamandan beri önemsediğim bir alan var: Kamuya açık yerlerde sanat yapmak ve bu doğrultudaki işleri destekliyorum. Avusturya`da özellikle kamusal alanda çok sevdiğim işler yaptım, hastaneler, kütüphaneler, okullar, tren istasyonları, sokaklar, caddeler ve sınır boyları gibi yerlerde. Sanatı ayağa düşürmek niyetindeyim ki korkulan, saygı duyulan bir şey olmaktan çıkıp severek yaptığımız bir iş olsun.