Beautiful Losers (Doc.2008)

Beautiful Losers (2008)

Sanatçıların kişisel duygu ve inançları doğrultusunda şirketler için çalışmalarının sokak kültürüne ters düştüğü tartışılsa da film, genel anlamda bu sanatçıları çağdaş sanat dünyasının dışında bir alanda tasvir ediyor.

1990’lardan bu yana gelişen amerika’da kaykay, grafiti, punk rock ve hip-hop gibi yeraltı müzikleri ekseninde D.I.Y. tekniklerinde ustalaşmış bir grup sanatçının kariyerlerini ve çalışmalarını konu alan film, aynı zamanda sanatçıların sanat dünyasında nasıl bir etki yarattıklarına da dikkat çekiyor. Röportaj yapılan sanatçılar arasında Thomas Campbell, Cheryl Dunn, Shepard Fairey, Harmony Korine, Geoff McFetridge, Clare Rojas, Barry McGee, Margaret Kilgallen, Mike Mills, Steve “Espo” Powers, Ed Templeton, Deanna Templeton ve Mark Gonzales bulunmaktadır.

Sanatçılar, yapılan bir dizi röportajda, sokak sanatındaki “kendin yap” tarzlarının ardındaki mantığı açıklıyorlar. Bazı sanatçılar popüler kültür sahnesindeki gelişimlerini, bazıları da çeşitli sokak kültleriyle olan bağlantılarını anlatıyor veya sadece kendileri için sanat yapmaktan başka dertlerinin olmadıklarını dile getiriyorlar. Filmde aynı zamanda ünlü birçok sanatçının ticari başarıları da masaya yatırılıyor: popüler markalar için reklam yapmak, kendi ürünlerini tasarlamak, film sektöründe çalışmak, hip mekanlar için sanat icra etmek ve sanat piyasasının çeşitli oyunları da ele alınıyor. Her ne kadar bazı sahnelerde sanatçıların kişisel duygu ve inançları doğrultusunda şirketler için çalışmalarının sokak kültürüne ters düştüğü tartışılsa da film, genel anlamda bu sanatçıları çağdaş sanat dünyasının dışında bir alanda tasvir ediyor.


Beautiful Losers (Full Documentary)

Filmin öncesinde Beautiful Losers adlı bir kitap yayımlandı. Kitabın yayımlanmasının amacı, filmin konusu ve mekânlarından biri olan gezici müze sergisini tamamlamak ve anmaktı.

Iconoclast Editions ve Distributed Art Publishers tarafından ortaklaşa yayınlanan kitap, filmin yönetmenliğini yapan Christian Strike ve Aaron Rose tarafından hazırlandı. Sergi, filmdeki sanatçıların yanı sıra farklı sanatçıların da yer aldığı büyük ölçekli bir grup sergisiydi ve Mart 2004’te Ohio, Cincinnati’deki Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde açılan sergi, 2009 yılına kadar Avrupa’da devam etti. Sergi, Iconoclast tarafından hazırlandı ve gerçekleştirildi. Iconoclast’ın kurucuları Christian Strike ve Aaron Rose, serginin ortak küratörlüğünü üstlenirken, kitabın editörlüğünü ve yayıncılığını da yaptılar.

From Stagemass to Noirgazer: Feel the Purge

Engin Saatçılar ‘Purgegazing’ Moda All Saints Kilisesi, 2022

“Sanatı ve sanatçıyı önemseyen, müziği para kazanma aracı olarak görmeyen bütün kolektiflerle bir araya gelip bir şeyler yapmak isteriz. Bu mentaliteyi koruduğumuz ve bu şekilde ilerlediğimiz müddetçe güzel işler başaracağımıza inanıyoruz.”

Noirgazer’ın kurucusu Mert Uzbay anlatıyor:

Noirgazer oluşumunun temelleri 2021 Aralık ayında atıldı. Fakat aktif bir şekilde faaliyete geçmesi için gereken adımları atmak zaman aldı. Özellikle görsel dilimizi oluşturarak ve gerekli planlamaları yaparak titiz bir şekilde ilerlemek istiyorduk. Böylece hayata geçmesi 2022 Mayıs’ını buldu. Bizim için önemli olan müzisyenin ortaya çıkardığı işten memnun kalması. Düzenlemiş olduğumuz etkinlikler kapsamında yazılı literatür ve görsel medyatik işlere kadar imkânlarımız dâhilinde bizimle birlikte çalışan sanatçılara elimizden geldiğince destek olmaya gayret ediyoruz. Etkinliklerden müzisyenlerin de dinleyiciler kadar memnun ayrılması bizim için önemli.

Temel motivasyonumuz görünmeyen ya da görmezden gelineni görünür kılmak. Örneğin, röportaj yapacağımız vakit ya da sanatçıları etkinliklerimzeı davet ederken Spotify’da kaç dinleyicisi olduğuyla ya da bir kitlesi olup olmadığıyla ilgilenmiyoruz. Bizim için önemli olan sanatçının ortaya koyduğu eser; eğer ortaya konulan eserde emek olduğuna ve sanatçının da yaptığı işe saygısını hissedersek hiç vakit kaybetmeden işe koyuluyoruz.

Bunun dışında tematik organizasyonlarımıza devam etmeyi düşünüyoruz. Bu organizasyonların ilk ayağını 27 Mayıs 2022’de Taner Yücel, Engin Saatçılar ve Varteres Durise’nin katılımlarıyla Purgegazing ismiyle All Saints Moda Kilisesi’nde gerçekleştirdik. Dinleyicilere ve sanatçılara farklı bir mekansal deneyim sunmak bize heyecan veriyor. Bu yüzden yakın gelecekte bir bar ya da performans merkezi gibi bir yerde konser vermeyi düşünmüyoruz.


Engin Saatçılar Live at Purgegazing, Mayıs 2022

Engin Saatçılar Live at Noirgazer Presents: Purgegazing, Moda All Saints Kilisesi, Mayıs 2022

Müzisyen ve prodüktörlüğüyle tanıdığımız Engin Saatçılar, daha önce hiç dinlemediğimiz gizemli besteleriyle Moda All Saints Kilisesi’ndeydi.


‘Purgegazing’ Moda All Saints Kilisesi, Mayıs 2022

Varteres Durise Live at Noirgazer Presents: Purgegazing, Moda All Saints Kilisesi, Mayıs 2022

M4NM etiketiyle çalışmalarına aşina olduğumuz esrarengiz sanatçı Varteres Durise, sıradışı imajını güçlü bir soundscape’ye dönüştürdüğü performanslarıyla dikkat çekiyor. Mondkopf ve Aho Ssan gibi ambient elektronikanın önemli müzisyenleriyle birlikte hazırladığı remix albümü yayınlayan Varteres Durise aynı zamanda Ares ekibinin de en güçlü üyeleri arasında yer alıyor.


Noirgazer 2022 / Poster by Gloom Works

Ortak Bir Ses

2000’li yılların başında müzisyen ve sanatçılara daha fazla mekân kapılarını açarken son yıllarda bu rakam gittikçe azaldı. Organizasyonlar ve mekânlar daha çok ticari düşünmeye başladılar ve bunun sonucu olarak organizasyonlarda hep aynı line-up’ları görmeye başladık. Bunun en önemli sebeplerinden biri ekonomik çukur. Organizasyonlar ve mekânlar kendini garanti altına almak adına “güvenli alanlardan” dışarıya pek çıkmak istemiyorlar. Kendilerini anlayışla karşılıyoruz. Ancak bu noktada hırslarımızı ve çıkarlarımızı bir kenara bırakarak ortak bir ses çıkarmamız gerekiyor. Sanatı ve sanatçıyı önemseyen, müziği para kazanma aracı olarak görmeyen bütün kolektiflerle bir araya gelip bir şeyler yapmak isteriz. Bu mentaliteyi koruduğumuz ve bu şekilde ilerlediğimiz müddetçe güzel işler başaracağımıza inanıyoruz. Bununla ilgili çeşitli girişimlerde bulunuyoruz.

2022 gündemimiz oldukça heyecan verici. Ortada organizasyon için çok fazla fikir var ama bunlardan bir ya da iki tanesini gerçekleştirmeyi düşünüyoruz. Şu an için İzmir ve Ankara için düşündüğümüz iki etkinlik var. Hatta Ankara etkinliğinin line-up’ı geçtiğimiz günlerde belli oldu, bir aksilik çıkmazsa Ankaralıları oldukça değişik bir Noirgazer deneyimi bekliyor.

Orta ve uzun vadede Noirgazer etkinliklerini yurtdışına taşımak gibi bir hedefimiz de var. Bunun dışında noirgazer.com adresinde “Label Talks” kısmını aktif hâle getirip yerli müzisyenlerle yurt dışındaki label’ları bir araya getirmeyi düşünüyoruz. Bunun için yurt dışından görüştüğümüz birkaç label var. Ortaklaşa bir şekilde Label Talks’ın müzisyenlere nasıl bir fayda sağlayacağı üzerine istişare ediyoruz. Label Talks projesinin yakın zamanda hayata geçeceğini söyleyebiliriz. Umarız 2022’nin geri kalanı ve ilerleyen yıllarda hep birlikte daha iyi etkinliklerle sahnemizi canlı tutmayı başarabiliriz.

Kaynak: Bantmag.com


Taner Yücel at Purgegazing, 2022

instagram.com/thenoirgazer


Burak Bayülgen: Divine Paradox & Neophyte

Damien Deroubaix ‘For Victory’ 2021

DIVINE PARADOX

Burak Bayülgen

Crucified is I.
I: once the Neophyte
Then, the Hierophant
for I have treated
milk for the infant
and meat for the cadet
from the fertile fountain
o’ the Absolute:
The Arcane Truth;
the matter in its youth,
such a poet in retreat
who ventured to tempt
all the unhallowed
who were outraged
from the tumult
and the mind’s graft.
They: In darkness pelt
the pearls before the swine,
wink at the artifice
that built all those Pyramids
and whispered to my ears
as my lips are almost there.


Burak Bayülgen, Mezunlar Derneği’nde korku sineması üzerine konuşuyor, 2013

NEOPHYTE

Burak Bayülgen

He is no longer a child
nor is he a neophyte.
From boon insensibleness,
extracts The Omniscience –
Baiame’s son Daramulun
once he knew as Bimban –
the pearly white molar tooth
which’s blood shall not be spit
or He revives the infant
with many scalds deficiant,
then what has been ingulfed
and rousingly disgorged
better be immolated
to his foregone childhood.

Burak Bayülgen
Ph.D at Cinema and Media Research at Bahçeşehir University


Paramparça Aşklar ve Drum’n Bass: Ceylin the Cat

Ceylin by Ozan Kaan İncedere’s camera, 2025

Şarkı yazmak ve söylemek, derdimi içimden geldiği gibi anlatabilmek dışında pek bir amacım yok; ama benden çok iyi ‘Popçu’ olurdu.

Genç ve yetenekli bir şarkıcı, onu daha çok yayınladığı ‘Paramparça’ ve Zombienation’a dönüşmüş memleketimize ithafen kaleme aldığı ‘Yaşayan Yok’ şarkılarıyla tanıyoruz. Ölü toprağında yeşeren bir demet, betonda açan bir Lotus diyebiliriz Ceylin için.

Ceylin merhaba, seni tanımayan okurlar için kısaca kendinden bahsetmek ister misin?

Merhaba, Ceylin ben; yirmi dört yaşındayım, İstanbul’da yaşıyorum, müzik ve resim alanında çalışıyorum. Bunun yanısıra aynı zamanda maalesef bitmek bilmeyen bir öğrencilik hayatım da var, sinema okuyorum. Müzik dünyasında yeniyim ama yaklaşık iki buçuk yıldır ağırlıklı olarak uğraşıyorum.

Drum’n Bass’çısın sanırım, elektronik müzik sahnesini seviyorsun, kendini nasıl tanımlarsın, şarkıcı mı demek doğru yoksa popçu mu?

Açıkçası kendimi ‘bir şeyci’ olarak tanımlamaktan kaçınıyorum. Şu an belli bir tarzdan devam ediyor ya da edecek olmam sanırım müzik dinleme alışkanlıklarımdan dolayı, şayet bu durum zamanla değişirse sanatıma yansıyacağına da şüphe yok, bu yüzden kendimi herhangi bir kalıba sokmuyorum. Şarkı yazmak ve söylemek, derdimi içimden geldiği gibi anlatmak dışında pek bir amacım yok, ama benden çok iyi ‘popçu’ olurdu.

Paramparça (Human Scum Remix)
Illustration by Ceylin

Her alanda bir ayrıştırmaya maruz kalıyor, kendimizi ayrıştırılan durumlar içerisinde buluyoruz. Düşüncelerimizi, fikirlerimizi bile yüksek sesle dile getirmeye çekinir hale geldik!

Yerli sahnemizden beğendiğin isimler kimler?

Çok sevdiğim, saygı duyduğum başarılı dostlarım var tabii ki; listem biraz uzun… Ama genel olarak özgün her sanatçıyı beğendiğimi ve desteklediğimi söyleyebilirim, ve bu işte emek harcayan kadın müzisyenlerin hepsine de başarılar diliyorum.

İfade özgürlüğü ve demokrasi kisvesinde herkesin ağzına geleni sosyal medyaya kustuğu toksit bir atmosferde mücadele veriyoruz, sanırım sen de bir dönem bu hadsizliğin mağduru oldun ve ‘Yaşayan Yok’ isimli parçanla gereken cevabı verdin. Genç bir sanatçı olarak toplumsal eleştirin nedir?

Her alanda bir ayrıştırmaya maruz kalıyor, kendimizi ayrıştırılan durumlar içerisinde buluyoruz. Düşüncelerimizi, fikirlerimizi bile yüksek sesle dile getirmeye çekinir hale geldik! Bu durumdan yakınanların da aynısını farklı gruplara uyguladığını görüyoruz. Toplum olarak sorunlarımızı başkalarının hayatlarına müdahale etmeden, ya da zorba eleştirilerde bulunmadan çözmeyi, kendimizle sahici bir yüzleşmeyle halletmeyi öğrenmemiz gerek.

A pyschodelic illustration by Ceylin the Cat
Ceylin, Watchmk ‘Değmezmişsin’ 2025

Anlamsız, boş ve hadsiz egolar midemi bulandırıyor.

Gerek müzik dünyasında, gerek sosyal yaşamda neler asabını bozuyor?

Buna cevabım kesinlikle, ‘Ego’. Anlamsız, boş ve hadsiz egolar midemi bulandırıyor.

Özellikle Spotify ve benzeri müzik platformları neticesinde müzik dinleme alışkanlıklarının değiştiği, çeşitlendiği bir dönemdeyiz; sanatçılar albüm yayınlamaktansa single ve ep’ler aracılığıyla dinleyiciyi yakalıyor, eski döneme nazaran kıyasladığında bu durumu nasıl değerlendirirsin?

Bence hızlı single üretimi ve tüketimi çıkan ürünlerin niteliğini çok düşürüyor. İçerikten ziyade süreklilik ön planda ve emek verilmiş kaliteli işlerden ziyade birbirine benzer şarkılar, her ay yeni parça çıkaran sanatçılar türüyor, buna nazaran albüm olayına inanılmaz bir saygı duyuyorum. Biz de şuan kendi albümüm üzerinde çalışıyoruz ve umarım sene sonuna kadar çıkartabilirim.

THE CAT !!
Nacht İstanbul, 2024
Ağlamak istiyorum sayın seyirciler !!

Canlı sahne alıyor musun, seni nerede dinleyebiliriz?

Şimdilik canlı performans sergilemiyorum. Geçtiğimiz yıl yaptığımız ep’de bulunan parçaları single olarak yayınlamaya başladığımız için bütün parçaların yayınlanmasını bekliyorum. Sonrasında ise yaptığımız yeni parçalar için büyük bir lansman konser planım var.

Bu kısa ama manidar söyleşi için çok teşekkürler Ceylin, eminim müzikseverlerin de ilgisini çeker, son olarak eklemek istediğin bir şeyler varsa lütfen!

Ben teşekkür ederim, öptüm!

>

CeYLİN

thE CAT


Söyleşi: Aeron Alfrey & the Land of the Moth / Güveler Diyarı

Aeron Alfrey ‘Space Vampires’ 2021

Bazen öylesine ürkünç ve derinden sarsıcı kâbuslar yaşarız ki, zavallı zihnimiz onları hatırlamamak için çırpınıp durur. Aklımızda hazmedilemeyecek anlık görüntüler, yaşantımızda ise onlardan geriye acı verici, yabansı dürtüler, açgözlü ve kıskanç nazarlar kalır sadece. Bundan fazlası yalnızca imkânsıza değil, aynı zamanda ruhen iğrenç olana da meyil vermektir.

İşte Aeron Alfrey, bu lanetlenmiş diyarlarda dolaşıyor. O kâbusların ressamıdır. Kendi nesli açısından benzersiz olan Aeron’un dijital resimleri hem son derece sinir bozucu hem de titizlikle işlenmiş kozmik dehşetin, umutların çaresizliğe boyun eğmekten başka şansının kalmadığı karabasanların dibinde soluk alıp veriyor. Kaçış yok, sığınak yok, kan-ter içinde uyanmak yok. Neyse ki, korku sanatının bu kasvetli türünden hoşlananlar için Aeron bizlere bir röportaj için zaman ayırma nezaketinde bulundu.

James Mabe ‘Aeron Alfrey’s the Land of the Moth’ 2016 / Beautiful Bizarre Magazine

Türkçesi: Erman Akçay


Aeron Alfrey ‘”Possession” 2019

Çalışmalarınıza aşina olmayan okurlar için bir giriş yapar mısınız? Kim olduğunuz ve çalışmalarınızı nasıl nitelendirdiğiniz hakkında biraz bilgi verir misiniz?

Ben kafamda var olan ve “The Land Of The Moth.” (Güve Diyarı) adını verdiğim dengesiz bir fantezi dünyasına takıntılı bir sanatçıyım. Burası yaratıcı fikirlerimin çoğunu organize ettiğim hayali bir dünya; Güve, kabusların, yıkık dökük hayalet şehirlerin, fevkalade grotesk karakterlerin, ölüm büyüsü ve korkunç yaratıkların cirit attığı bir düş diyarıdır.

Bir sanatçı olarak eğitimime gelince, geleneksel bir sanat okuluna gittim ve burada çizim, resim ve geleneksel baskı teknikleriyle uğraştım. Dijital tekniklere olan ilgimi eski moda bir litografi stüdyosundan ilhamla almış olsam da, dijital imgeleme becerilerimin tümü kendi kendime öğrendiğim bir sürecin meyveleridir. Photoshop’ta taş baskı için kompozisyon çalışan birini izlediğimi ve bir sanat eserinin farklı alanları için katmanlar(layer) kullanmanın potansiyelini keşfettiğimi hatırlıyorum.

Renkleri az kullanıyor gibisiniz, bu bilinçli bir karar mı yoksa doğal bir eğilim mi?

Sanat eserlerimin çoğu siyah beyaz, çünkü görüntüler kafamda ilk olarak bu şekilde beliriyor. Siyah beyaz filmlerin sahip olduğu tuhaf gerçeklik, Alman dışavurumcu filmlerinin çarpık gölgeleri ve binaları, eski Alacakaranlık Kuşağı veya Outer Limits bölümlerinin ambiyansı her zaman ilgimi çekmiştir ve eminim bu da siyah beyaz imgelere odaklanmama katkıda bulunmuştur.

The cover for the Madhouse horror anthology from Dark Regions Press by Aeron Alfrey, 2017

Mesele imgelemin gitmek istediği yere gitmesine izin vermek ve hiçbir şeyden korkmamaktır.

Yaratım süreciniz hakkında bilgi alabilir miyiz?

Sıklıkla eskiz defterlerine çizim yaparım ve üzerinde çalıştığım çeşitli projelerde fikir edinmek için bu defterlere geri dönerim. Planlama aşaması oldukça kapsamlı, genellikle bir kompozisyonun kaba bir eskizini tarıyorum, çizimi dijital olarak kesiyorum, ardından görüntünün öğelerini hareket ettiriyorum, kontrastları, oranları vb. ayarlıyorum. Genel olarak, manzara, şehir manzarası, bir odanın içi vb. ana yapısal unsurlarla gevşek bir kompozisyon oluşturuyorum ve olayların nerede gerçekleşmesini istediğimi belirleyen ana hatları netleştiriyorum. Daha sonra açık ve koyu kontrastları ayarlayıp, detaylara giriyorum. Çoğu zaman, imgeler işin başından hiç ummadığım şekillere dönüşüyor.

Thomas Ligotti’nin 2010 yılında Subterranean Press tarafından yayınlanan “Songs Of A Dead Dreamer” adlı kitabının kapağı üzerinde çalışırken, Ligotti’nin aynı adlı öyküsüne dayanan Vastarien şehrinin sokaklarında yürüyen çeşitli karakterleri çiziyordum. Bir vagon yapısı, vagon tekerleği ayakları olan büyük bir canavara dönüştü ve bundan sonra uzantılarından biri bir tür iskelet vantrilok kuklası haline geldi. Sanat eserini kavramsallaştırmaya gelince, mesele imgelemin gitmek istediği yere gitmesine izin vermek ve hiçbir şeyden korkmamaktır.

Kısa bir süre önce Dark Regions Press tarafından bu yıl yayınlanacak olan yeni korku antolojisi “Madhouse” için inanılmaz derecede detaylı bir kapak(Dust jacket) hazırladım. Kitabın kendisi nispeten ortalama bir boyutta ancak kapağın imgelemine takıntılı hale geldim ve çalışmadaki soyutlanmış akıl hastanesinin tüm pencereleri ve açık odaları boyunca her küçük senaryo üzerinde çalıştım. O zamandan beri resmi 9’a 4 boyutlarında kaliteli bir kumaş üzerine bastırdım ve detaylara gösterdiğim özen buna değdi. Böylesine detaylı bir sahneye bakmak, çok rahatsız ve tuhaf başka bir dünyanın portalına bakmak gibi. Nihai hedefim bu eseri bütün bir duvarı dolduracak güzel bir goblen parçası olarak satın alınabilir hale getirmek olacak, ancak daha az duvar alanı olan kişiler için küçültülmüş bir versiyonunu da hazırlamayı planlıyorum. Gelecekte, daha detaylı sanat eserlerimi bunun gibi çok daha büyük ölçeklerde yaratmayı planlıyorum.


Aeron Alfrey ‘Demons’ 3 colors sickscreen print – LDC Edition
Aeron Alfrey ‘Demons’ 3 colors sickscreen print – LDC Edition

Aeron Alfrey > Demons LDC Special


Aeron Alfrey
A very special boxed set of three hardcover books signed, numbered, fully color illustrated, and limited to 250 copies including.

Aeron Alfrey – Master of the Worm-Eaten Skull, Fabric Print

Babamın müthiş bir hayal gücü vardı ve kardeşlerimle bana hep ilginç hikâyeler anlatırdı. Bizim sokağın aşağısındaki ağacın tepesinde, uyuyan bir goril olduğunu ve yılda sadece bir kez birini yemek için aşağı indiğini iddia ettiği garip bir hikayesi vardı.

Çalışmalarınızdaki içeriklere değinecek olursak, eserlerinizin çoğu açıkça ve hatta gururla söyleyebiliriz ki ürkütücü. Bu ilgi kişisel olarak nereden kaynaklanıyor? Genel olarak sanat ve korku kültürü arasındaki bağlantıyı nasıl yorumluyorsunuz?

Korkutucu, korkunç ve grotesk şeylerden büyüleniyor ve ilham alıyorum, her zaman da böyleydim. Korku ve canavar filmleri izleyerek büyüdüm ve favori sanatçılarımın çoğunu babamın sanat kitapları ve dergi koleksiyonu sayesinde keşfettim. Heavy Metal dergisinin eski sayıları sayesinde Giger, Moebius, Richard Corben ve Philippe Druillet gibi isimlerle tanıştım. Babamın müthiş bir hayal gücü vardı ve kardeşlerimle bana hep ilginç hikâyeler anlatırdı. Bizim sokağın aşağısındaki ağacın tepesinde, uyuyan bir goril olduğunu ve yılda sadece bir kez birini yemek için aşağı indiğini iddia ettiği garip bir hikayesi vardı. Yerel parkta, dere kenarındaki dik bir tepenin altında, parkın çim ekipmanlarını barındıran büyük kırmızı bir tuğla bina vardı, normal bir tuğla binaya benzese de geleneksel bir kapısı olmadığı için beni hep korkutan bir yerdi. Babam, koca bir ahtapotun gündüzleri bu derenin içinde uyuduğunu ve geceleri hava karardıktan sonra parkta kalan herkesi avlamak için dışarı çıktığını iddia ederdi. Her zaman kana susamış dev bir ahtapotun şişkin kanlı canavar gözleriyle sığ dereye tırmanıp yiyecek insan aradığını hayal etmişimdir. Hikayelerin listesi uzayıp gidiyor fakat gelecekte bir gün bu hikayelerin çoğunu resimli bir kitap haline getirmeyi planlıyorum. Her neyse, ister kendi vahşi hayal gücümden ister babamınkinden kaynaklansın, kafam her zaman tuhaf fikirlerle doludur.

Yıllar geçtikçe, dinozorlardan tutun da Ray Harryhausen’ın yaratıklarına kadar canavarlara olan hayranlığım, sanat tarihi boyunca saplantılı bir şekilde canavarları araştırmama sebep oldu. Başlı başına çok zaman alan bir proje olsa da, bu araştırmanın bir kısmını monsterbrains.blogspot.com adresinde paylaştım ve paylaşmaya devam edeceğim.


Aeron Alfrey

Çalışmalarınızın altında yatan belirli bir felsefe veya dünya görüşü var mı? İzleyicilerinizde ne tür bir duygusal tepki uyandırmak istersiniz?

Sanatın kendi adına konuşmasından yanayım ve izleyiciler de işlerim karşısında heyecan, korku ve hayret duyabilirler, ama elbette ki böyle bir zorunluluk ve kaide yok.

Sanatınızdan ilk olarak Thomas Ligotti aracılığıyla haberdar oldum ve anında etkilendim. Kitap illüstrasyonlarınız onun yazdıklarıyla doğal bir uyum içerisinde, benzer dengesiz ve kabusvari temalar… Bu işbirliğinin nasıl ortaya çıktığını merak ediyorum, başka yazar veya müzisyenlerle de gelecek projeleriniz var mı?

Tom’la ilk olarak ‘Subterranean’ baskıları yayınlanmadan yıllar önce, 2004 civarında iletişime geçmiştim. Çalışmalarımın yayınlanması gibi bir niyetim olmadan işbirliği yapmak istedim ve o da bana Teatro Grottesco adlı öyküsünden esinlenen bir iş önerdi. Benim yorumum, grotesk ve rahatsız bir dizi karakterin sahnelendiği, çürümekte olan bir tiyatronun içindeki ayrıntılı bir sahneydi. Ancak iş hiçbir zaman tamamlanamadı. Sadece insanlara göstermek için eserden bazı örnekler ekledim; önümüzdeki süreçte bir noktada bu çalışmayı bitirmenin bir yolunu bulmak niyetindeyiz.

Subterranean Press kitaplarıyla ilgili olarak, birlikte çalıştığım Jonathan Dennison adlı bir müzisyen/sanatçı bana Ligotti’nin kitaplarının yeni baskılarını yayınlayacaklarını haber verdi. Daha önce Jonathan’ın grubu Unholy için bir şeyler yapmıştım, ilginç bir şekilde Al Columbia tarafından yönetilen ve albüm için yaptığım bazılarını kullandıkları bir müzik videoları vardı. Jonathan Cadabra Records adında yeni bir plak şirketine başladı ve kısa bir süre önce, özellikle eski pulp Weird Tales türünden harika bir müzisyen olan Lee Brown Coye’un “Lee Brown Coye | Where Is Abby? & Other Tales | Read by Robert Coye LP” başlıklı bir spoken-word vinil baskısını yayınladı. Subterranean’in Ligotti’nin yazılarından oluşan yeni kitaplar yayınlama niyetinden beni haberdar etti ve tabii ki bu durum bana kapakları takip etmek için ilham verdi. İşi aldım ve kapakları yapmak için çok zaman harcadım. Onun edebiyatına her zaman derin bir bağ hissetmişimdir ve gelecekte hikayelerinden esinlenen daha fazla iş üretmeyi düşünüyorum. Yıllar önce Jeff Vandermeer için Tom’un kısa öykülerinden biri olan “Kızıl Kule”ye eşlik etmesi için küçük bir illüstrasyon hazırlamıştım. Sadece Ligotti’nin eserlerine harika bir giriş olduğu için değil, aynı zamanda Tom’un eserlerinde bana ilham veren canlı, dehşet verici ve yaratıcı dünyayı tamamen örneklediği için bu illüstrasyona bir bağlantı ekliyorum.

Gelecek projelerle ilgili olarak, birçok şey üzerinde çalışıyorum…

“Cave Evil: War Cults” masaüstü oyunu için canavarlar, iblisler, büyücüler, iskeletler vb. birçok savaş sahnesi içerecek bir dizi karakalem çizim yapıyorum. Daha önce Mat Brinkman için Cave Evil’in ilk baskısı için çizimler yapmıştım, sanırım o baskı tükendi. Aşağıda, oyundaki görüntüleri özetleyen kısa bir film yer alıyor. Daha önce de belirttiğim gibi, yakın zamanda “Madhouse” isimli yeni bir ortak dünya korku antolojisini çizdim ve bu yıl Dark Regions Press’ten yayınlanacak olan çok sayıda yetenekli yazarla birlikte çalıştım.


Creatures and animations by Emperors of Eternal Evil, directed and edited by Damon Packard, 2013

Çeşitli gruplar için çok sayıda albüm kapağı ve iç mekan çizimi yaptım, ancak çizimleri gerektiğinde duyurmayı ve yayınlamayı onlara bırakıyorum. Başka kitaplar üzerinde de çalışıyorum ancak sanatla ilgili duyuruları yayıncılara saklıyorum. Ayrıca yüksek profilli korku oyuncularının yer aldığı bir filmde kullanılmak üzere çeşitli film dekorları (sahte film afişleri) yapıyorum, detaylarını bu yıl içinde açıklayacağım. Uzun vadede devam eden başka projelerim de var, Lamentations of the Flame Princess için tamamen resimli bir oyun üzerinde çalışıyorum… Yıllardır yapmak istediğim ‘cadı esintili’ bir sanat kitabı geliştiriyorum. Ve gelişme aşamasında olan birkaç kitabım daha var, bazıları tamamen elle çizilmiş çizgi romanlar.

Bir sanatçı olarak etkilendiğiniz isimler kimler?

Alfred Kubin, Cornelis Saftleven, Alberto Martini, Jacques Callot, Sibylle Rupert, Alessandro Magnasco, Marcel Roux, Dado (Miodrag Đurić), Ladislas Starewitch’in stop motion çalışmaları, son birkaç yıldır eski Polonya tiyatro görüntülerine takıntılı hale geldim. Son zamanlarda çeşitli projeler için yapısal ortamlara nasıl yaklaşacağıma dair fikirler edinmek amacıyla çok sayıda Ekspresyonist mimari araştırıyorum.

Bir sanatçı olarak gelişim sürecinizi nasıl değerlendiriyorsunuz, erişmek istediğiniz bir hedef var mı?

Düzenli olarak yeni teknikler öğreniyorum. Yıllarca uğraştığınız bir şeyi daha kolay yapmanın bir yolunu bulduğunuzda bu her zaman güzeldir, olgunlaşmanın belirginleştiği anlar bu anlardır. Sanatımda ışıklandırma üzerine eskisinden daha fazla düşünüyorum ve gölgeleri-kontrastları mümkün olduğunca etkili bir şekilde kullanmaya çalışıyorum. Yakın zamanda 3D programları keşfetmeyi de düşünüyorum, sadece bitmiş bir çalışmaya gerekli müdahaleler için bir opsiyon olarak. Bir manzaranın 3D taslağı içinde ışık efektleriyle denemeler yapmak çok çekici geliyor. Yaratıcılığımın gelişmesi için ideal hedef, daha fazla sanat yapabilmek için daha hızlı çalışmak olacaktır.

Zaman ayırdığın için çok teşekkürler, Aeron!

Kaynak: James Mabe ‘Aeron Alfrey’s the Land of the Moth’ 2016 / Beautiful Bizarre Magazine


AERON ALFREY

 Instagram / TumblrFacebook


by Dieter VDO

> MONSTER BRAINS

Beware my dear friends, beware !!

Tuncay Koçal, Sokaklar ve âL sKATEBOARDS

ÂLÂ CRU

2017 yılında kaykayın olimpiyatlara kabul edilmesiyle Türkiye’de de bir federasyon kuruldu, ardından millî takım geldi. 2020 Tokyo Olimpiyatları her ne kadar pandeminin gölgesinde gerçekleşmiş olsa da kaykayın önlenemez yükselişi sürüyor. İstanbul’da 70’ler ve 80’ler civarında birkaç yüz kişinin ilgilendiği bir konumdayken bugün parklarıyla, artan sporcularıyla hiç olmadığı kadar gündemde kaykay sporu. Beş yaşından beri kayan ve şimdilerde millî takım antrenörü olan Tuncay Koçal’ın hikâyesi, İstanbul’da kaykayın tarihçesi demek bir anlamda.

Kaynak: Ayhan Abayhan ‘İstanbul ve Kaykay’ İst Dergi 2023

Millî Takım Antrenörümüz Tuncay Koçal

Türkiye’de Kaykayın Sıçrama Anı

Tuncay, kaykayın olimpiyatlara kabul edilmesinin Türkiye’deki asıl sıçrama anı olduğunu söylüyor: “Yeni yeni başlıyor denebilir. Kaykay Federasyonu kuruldu. O zaman danışmanlığını yaptım ben. Sonra millî takım antrenörlüğü nasip oldu. Bu hareketlilikle birlikte belediyeler de markalar da rahatlamaya başladı. Millî takım sayesinde maaş alan kaykaycılar var. Kariyer yapılabilir hâle geldi kaykay.”

Olimpiyatlarla ilgili gelişmenin global kaykay camiasında başlarda çok da hoş karşılanmadığını öğreniyoruz. Tuncay, kaykaycıların uzun süre kaykayın olimpiyatlara girmesini istemediklerini anlatıyor: “Bu bir sokak sporu, standardize etmeyin düşüncesi vardı. Başka vizyoner kaykaycılarsa pazarın büyümesi gerektiğini, ulaşılamayan ülkeler için bunun iyi olacağını düşünüyorlar ki ben de o şekilde düşünenlerdenim.”

Tuncay’ın özellikle altını çizdiği bir konu da rekabet. Kaykayın diğer spor dallarından tam da bu noktada ayrıldığı görüşünde: “Kaykayda başka hiçbir sporda kolay kolay göremeyeceğiniz ilginç bir rekabet anlayışı var. Birbirine yardım ederek birbirini destekleyerek rekabet. Yapamadığında daha iyi yapabilsin diye diğer kaykaycının yanına gidip ‘bak sen şimdi denedin ama bir dahaki sefere şöyle mi yapsan’ demek, kendinden daha zayıf olana destek vermek, daha iyi kayanı yüceltmek. Tabii ki hırslanmalar oluyor. Ama şu anda ortam çok iyi. İyi ki olimpiyatlara kabul edilmiş diyorum ve şimdi biz de burada bunun elçiliğini yapmaya çalışıyoruz, anlatıyoruz ‘bakın futbol gibi basketbol gibi değil, bilimsel olarak birçok spordan daha güvenli olduğu kanıtlanmış, artık bir standardı var’ diyoruz.”

Kaykayın ilk olimpiyat macerasının pandemi nedeniyle biraz arada “kaynadığı” söylenebilir. 2020 Tokyo Olimpiyatları’nın önce ertelenip sonraki yıl seyircisiz gerçekleşmesi, olimpiyatların çiçeği burnundaki bu spor dalı için talihsiz bir gelişme oldu ama bardağın dolu tarafına bakacak olursak Türkiye’de sırf bu vesileyle kurulan bir federasyon, millî takım ve maaş alan kaykaycılar var. Tuncay anlatıyor: “Olimpiyatlara kabul edildikten sonra sporcu, antrenör, müfredat gerekiyordu. Ben ve arkadaşlarım o zamanki başkanımızla oturduk, müfredatlar, antrenörlük eğitimleri, hakemlik eğitimleri düzenledik. Antrenörler, hakemler hazır olunca şampiyonalar hazırladık. O şampiyonalar vesilesiyle de millî takım kurduk.”


OLDSCHOOL RYHME, ALIŞ BUNA HOME-BOY!
Tuncay Koçal, Mehmet Aydon, Sami Harithi, Serkan Günal, 1996, Taksim Gezi Parkı

Tuncay’a Almanya’dan gelen bir kaykay var ve anlattığına bakılırsa o dönemler kaykay sahibi olmanın yolu gurbetçi akrabadan geçiyor. Bir de yurt dışıyla ilişkisi olan ailelerden. “Bu bağlantı nedeniyle kaykay kültürüne hâkimlerdi. Kaykay dergilerine, videolarına ulaşabiliyorlardı. Amerika’da nasıl bir kaykay ruhu varsa burada da çok güzel yaşanıyordu. İyi müzikler dinlerlerdi. Kimi resim yapar, kimi enstrüman çalar. Renkli bir ortam vardı” diyor. Kaykay pahalı bir spor olsa da o dönemlerde takasla, yardımlaşmayla bir dayanışma ruhunun hâkim olduğunu söylüyor: “Her kesimden insan olurdu, ünlü bir iş adamının oğluyla apartman görevlisinin çocuğu aynı yerde takılırdı.”


Tuncay on Action

Tuncay antrenör olarak şu anda “sokak”tan sorumlu. “Önce park disiplini antrenörüydüm, son 1,5 yıldır street’e de bakıyorum” diyor. Kaykayda iki disiplin var, biri park (çanak) diğeri sokak. Tuncay açıklıyor: “Trabzanların, merdivenlerin yani daha küçük açılı rampaların olduğu parklara sokak stili kaykay parkı diyoruz, bu bir branş. Diğer branşımız ise 3-3,5 metre derinliği olan havuz şeklindeki rampalar. Buna da park disiplini diyoruz.”

Müfredatın nasıl oluştuğunu sorunca 90’lardaki müthiş hikâyelerinden birini anlatıyor:

“90’larda biri yurt dışından dergi ya da kaykay videosu getiriyor demiştim ya hani. Birine bir kaykay videosu getirmişler. O zaman şöyle bir şey oldu. Akşam toplanıyoruz. 20-25 kaykaycı bir evde, tüplü televizyon, VHS-beta kasetler… Hareketlerin nasıl yapıldığını o şekilde görüyoruz. O zamanki dahi arkadaşlarımızla şöyle bir çözüm bulmuştuk. Ekranda video dönüyor. Elimize aydınger kâğıdı alıyoruz, ekrana yapıştır, pause’a bas, ayağını nereye basmış çiz, kaykayı çiz, ön ayağı nerede duruyor, play-pause, bildiğiniz çizgi film yapar gibi elle, tek tek kare kare, plan plan yazardık. Sonra oturup üstünden bayağı analiz yapardık. Merkezkaçı düşünüyorsun, nerede kaldıracağını vs. Yurt dışından gelen biri olurdu, yeni hareket öğrenmiş olurdu mesela. Ondan hemen öğrenip geliştirirdik.”

Kadir aka Skirazz, Kütük fanzin’den

Step by step Tuncay Koçal

Kadir Kiraz ‘Just Go Faster’ Kütük Fanzin^’den

> KADİR KİRAZ STYLE !!

Tuncay, derslerine nasıl başladığını anlatmaya koyuluyor sonra. Kaykaycıların hâlihazırda sahip olduğu ya da kaykaya başlamaya karar verip de cidden azimli olanların sonunda mutlaka sahip olacağı bir meziyet, sabır. “Hayatında bir soruyu 10 bin kere çözdün mü diye başlıyorum. Şaşırıyorlar, niye 10 bin kere çözeyim ki diyorlar. Çünkü kaykay kayacaksan bu olacak diyorum. 10 bin kere aynı problemi çözmeye çalışacaksın, çözdüğün hâlde bile çözmeye devam edeceksin ve bunu büyük bir sabır, büyük bir motivasyon, sevinç ve coşkuyla yapacaksın, yoksa kaykaycı olamazsın diyorum.”

ÂLÂ !!

Tuncay Koçal & Kadir Kiraz

Millî Takım Sporcusu Nasıl Seçiliyor?

“Ülkedeki bütün kaykaycıları hep beraber takip ediyoruz, ne olup bittiğini biliyoruz ama şöyle bir şey olması gerekiyor. Kaykay Federasyonu belli dönemlerde reglamanlar yayınlıyor. Yıllık yarışma takvimimiz var. Kaykaycı kardeşlerimiz il ya da ilçe spor müdürlüklerine gidip çok basit evraklarla bir kaykaycı lisansı çıkarıyorlar sonra da gerekli evraklarla birlikte bu kaykay yarışmalarına başvuruyorlar. Bunlar etap etap oluyor. Buralarda kayarak ve puan toplayarak dereceye girmeye ya da kendilerini göstermeye çalışıyorlar. Kategori kategori ayrılıyor da bunlar. Biz de bunların içinden kariyer yapabilecek, ülkenin projeksiyonuna uygun kısa, orta ve uzun vadeli sporcular alıyoruz. 7-8 yaşlarında sporcu kardeşlerimiz de var, şu anda bayrağı taşıyacak 25- 30 yaşlarında sporcular da var.

Bu şekilde girebiliyorlar şampiyonalarla birlikte. Sonrasında biz onları bir millî takım kampına davet ediyoruz. 10-15 günlük kamplarımız oluyor. Farklı illerde bu kampları ve şampiyonaları yapabilmek istiyoruz aslında ama Türkiye Şampiyonası yapabilmek için ona uygun standartta kaykay parklarının da olması gerekiyor. Biz mesela İstanbul, Ankara, Bursa ve Karaman, yeni kattığımız bir il, bu şekilde gidiyoruz. Son 5 yılda daha çok buralarda yarışma yaptık.

Bu arada kaykayı okul sporları arasına da soktuk. Okul sporları arasına girince ne oluyor? Ortaokul, lise, üniversiteler arasında resmî kaykay şampiyonları yapılabiliyor, okullar kendi takımlarını kurabiliyorlar.”


Tuncay Koçal dostlarla birlikte, X 4’tune Skate-shop, Kadıköy
Herşeyin Belgeseli, 2021
Tuncay Koçal dostlarla birlikte, X 4’tune Skate-shop, Cihangir
Oktyabr skateshop presents BOSSFORUS. Istanbul 2023.

‘Skaterlar ve punklar arasında doğal bir uyum vardı. Her iki altkültür de toplum normlarına başkaldıran, dışlanmış öznelerden oluşuyordu. Zamanla kaykayın yalın ve asi doğası, punk’ın hızlı ve agresif tarzına yansıdı. İki altkültür, anaakımı reddeden bir hareket yaratmak için birleşti. Skaterlar ve punklar, skate punk hareketine Kendin Yap etiğini yerleştirdiler ve bağımsız ruhuyla öne çıkan bir topluluk yarattılar.’ –Killa G.


CİNS X Tuncay Koçal

Beşiktaş Meydan ve Diğer Spot’lar

“Kaykay hareketlerini çalıştığımız yerler var, spot diyoruz onlara.

Beşiktaş Barbaros Meydanı beynelmileldir. Dünyanın neresinden bir kaykaycı gelse kaymak isterse internetten bakar ve Beşiktaş Meydan’a gelir. Kaykay turizminde şöyle bir şey vardır. Kaykay kültürüyle yaşayan bir kaykaycı başka bir ülkeye gittiği zaman önce oranın kaykay spotuna gider ya da bir kaykay mağazasına gider çünkü en güzel bilgiyi onlardan alacağını bilir. İstanbul’da o yer Beşiktaş Meydan’dır.

Bizim mabedimiz gibidir. Haberleşmeye bile gerek yoktur, gittiğinizde orada mutlaka birilerini bulacağınızı bilirsiniz.

Bir akşam telefonum çaldı. Hem İstanbul hem Ankara’da yaşayan bir abimiz var. ‘Beşiktaş Meydan’ın bir projesini gördüm internette gezinirken’ dedi. ‘Bizim meydanı yeniliyorlarmış’ diye devam etti. Dedim e ne güzel. ‘Ama kayılabilir alanların hiçbiri yok. Bizim bu projeye müdahale etmemiz gerekiyor’ dedi. Biz kaykaycıyız, ne yapabiliriz ki, yapar mıyız yapamaz mıyız derken yaparız noktasına geldi iş. Telefonu kapattıktan sonra ben de bir baktım, düşündüm. Tarih yok olacak, bizim için kaykay tarihi yok olacak resmen. Çocuklara anlattık ve bir gecede organize olup Instagram, Twitter falan kaç bin kişi paylaştı o postları bilmiyorum. ‘Meydan elden gidiyor’lar vs. Sonra Ekrem İmamoğlu, ‘Gençler sizi duyuyorum, beraber yapacağız burayı’ gibi bir paylaşım yaptı.

Kaykaycıların sözü dinlenerek yapılıyor ve söylenene göre rol model bir alan olacağa benziyor.

Kalamış Atatürk Parkı, Maçka İnönü Parkı, Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nun önü, Bayıldım Yokuşu. Bunlar en çok kullanılan diğer spotlar. Bir de Maltepe Kaykay Parkı var.

Düz kaydık, tamam. Sonra mesela iki basamaklı bir yerden atlamayı öğrendiniz, üç basamaklı bir yer bulmak istiyorsunuz. İşte o zaman başlıyorsunuz sokak aralarında gezmeye, başka mahallelere gitmeye. Yer değiştirmek, farklı yerlerde farklı hareketler deneyerek gelişmek de çok önemli.


Hot Girlz Behind the Boards
âLÂ sKATEBOARDS, Taksim
Beril Acar x Âlâ Skateboards x Les Benjamins

Kaykay tahtasının Türkçede akçaağaç denilen “maple” ağacından yapıldığını ve bu hammaddenin mecbur Kanada’dan geldiğini de öğreniyoruz. “Âlâ’nın tekstilleri burada üretiliyor, tahtayı çözünce, yatırımcı da bulursak, Âlâ’yı bir dünya markası yapma hedefimize umuyorum ulaşacağız.”

%100 Yerli Âlâ Skateboards

“Madem etrafımda kaykaycılar var, sanatçı kaykaycılar var, bir marka kuralım, Türk markası olsun dedim. Âlâ Skateboards’u kaykaycı/sanatçı dostlarımızın da dahil olduğu bir çalışma modeliyle kurduk. Yaklaşık 5 – 6 yıldır markamızla -yerli sanatçılarla özellikle- hem kaykaylar tasarlıyoruz hem eski, kullanılmış kaykayları geri dönüştürüp onlardan yeni aksesuarlar elde ediyoruz.

Âlâ’yı kurduğumuz zaman Türkiye’de fabrika yoktu. Benim niyetim tasarımın Türklere ait olduğu bir marka yaratmaktı. ‘Türkiye’den gelmiş’ hissini yaratan bir şey verebilmek istiyordum. Türk lokumu gibi yani. Mağazaya bir çok ünlü kaykaycı geliyor, sanatçılar geliyor, bir şey hediye etmek istiyorsun, bakın bu da Türk markası diye sunmak istiyorsun. Bir yere gittiğinde oranın yerel bir markasını almak istersin ya, onun gibi. İsminin de tasarımın da bu hissi yaratmasıydı temel amacım.”

Kaykay tahtasının Türkçede akçaağaç denilen “maple” ağacından yapıldığını ve bu hammaddenin mecbur Kanada’dan geldiğini de öğreniyoruz. “Âlâ’nın tekstilleri burada üretiliyor, tahtayı çözünce, yatırımcı da bulursak, Âlâ’yı bir dünya markası yapma hedefimize umuyorum ulaşacağız.”

Ayhan Abayhan ‘İstanbul ve Kaykay’ İst Dergi 2023

ÂLÂ SKATEBOARDS <


XTRA:


Gülşah Erol ile Doğaçlama Müzik Üzerine (2015)

Gülşah Erol, 2021 (Foto: Murat Dürüm)

“…böyle bir şeyin tanığı olmak, yeni doğan bir çocuğun doğumuna tanık olmak gibi. Ne olabileceğini ve ne hissedilebileceğini daha önceden kestiremediğiniz bu müziğin yapılma anında bilmeniz gereken o müziğin büyük bir parçası olduğunuzdur.” 

Bizlere biraz serbest doğaçlamadan bahseder misin?  Son zamanlarda bu alanda birçok etkinlik ve dinleti düzenleniyor, müzisyenleri böylesi bir arayışa ve iletişime yönlendiren sence nedir?

Özgür doğaçlama’dan bahsetmeden önce aslında doğaçlamanın en saf haline bir dokunmamız lazım. Nasıl bir düşünce ve hisle doğdu. Çok çeşitli üsluplar var, hemen hemen hepsi de coğrafi bölgelerle bağlantılı ve ayrı havalarıyla tanınırlar. Eski dönem kayıtlarını incelediğimde bunun en başta kendini ifade etmenin en saf biçimi olduğunu görüyorum. Besteci veya müzisyen kavramlarının daha oluşmadığı bu evrende nasıl doğdu doğaçlama, bunu en iyi anlama biçimi benim içimde doğma biçimi. Ruhu serbest bırakmak. Her doğaçlamanın farklı bir üslubu, değişik bir tınısı var, yapmamız gereken, normalde yaptığımız gibi o tınıya kendimizi vermek olmalı ve an içinde ritmin veya notaların bilinen olmasının bir önemi yok, önemsenmesi gereken ruhunun yeni olduğunu bilmek. Bu doğaçlamayı algılamakta sürekli gelişmenin ve değişmenin bir adımı.

This music is Free Improvisation. Recording at Balyoz Music and Production in Istanbul, 2016

“Dolayısıyla özgür doğaçlama, her türlü kalıbı reddererek yerine insanın özünde yatan öğrenilmemiş hissi ortaya çıkarıyor.”

Özgür doğaçlama,  klasik batı müziğinin temel öğeleri olan armoni, melodi ve ritmin kullanımını reddeden bir forma sahip.  Bu öğelerden ayrıştığında öne çıkan müzikal dokular oluyor. Örneğin; notalar dışında enstrumanların sınırlarını zorlayarak, keşfedilmiş yeni seslerin kullanılması. Bu enstruman insan sesi de olabilir.  Serbest doğaçlama kendi kuralları içerisinde sınırsız olan ve arada da türsel doğaçlamalara izin veren bir yapıya sahip.  Sınırlarının olma sebebi ise doğuşundan geliyor. Müziği öğrenmenin ve anlamanın özünde enstrumana dokunmak, o enstrumanı tanımak ve o enstrumanı çalmak yatıyor. Dolayısıyla özgür doğaçlama, her türlü kalıbı reddererek yerine insanın özünde yatan öğrenilmemiş hissi ortaya çıkarıyor. Yapılan müziğin bir tekrarı yoktur ve yapılan şey anlık bestedir. Dolayısıyla böyle bir şeyin tanığı olmak, yeni doğan bir çocuğun doğumuna tanık olmak gibi. Ne olabileceğini ve ne hissedilebileceğini daha önceden kestiremediğiniz bu müziğin yapılma anında bilmeniz gereken o müziğin büyük bir parçası olduğunuzdur.

MUTRİB ‘Düzenbaz’ 2021

“Hepsiyle ayrı ayrı müzik yapmak beni besliyor ve monotonluktan çıkarıyor. Dolayısıyla bu farklı müzik tarzlarında yer almam uzun süre daha devam edeceğe benziyor.”

Çoğumuz seni Mutrib grubu ile tanıdık fakat birçok farklı projede yer alıyor, farklı müzisyenlerle değişik işler yapıyorsun; senin açından hangisi daha doyurucu?

Aslında en çok zevk aldığım doğaçlama topluluklarında yer almak; kendi adıma oluşturduğum solo projem olan “Birds String Quartet” ve “Birds Ensemble”, “Islak Köpek”, “Taranta Babu” veya daha önce karşılaşmadığım veya dinleme fırsatımın dahi olmadığı farklı tarzlarda müzik yapan müzisyenlerle keyfi doğaçlama seansları çok hoşuma gidiyor. Yeni bir yüzle karşılaşmak, yeni bir müzik ve yeni bir ruh ile bir olmak, bütün olmaya çalışmak benim için çok keyifli. En son Peter Brötzmann ve Joe McPhee ile bir prova yapma şansım oldu ve unutamayacağım bir gün olarak hayatıma kazındı diyebilirim.  Mutrib raflarda beklemeye devam ediyor hala ve üzerinde düşünmeye devam ediyorum. Vokal yaptığım ve müziğin beyni olmaya devam ettiğim bir başka grup dolayısıyla burda başka bir şey deneyimliyorum ve açıkcası hala vokal olarak nasıl bir yeri kapladığımı bilmiyorum. Çıkardığımız son işlerimizden memnunum fakat artık yeni birşey yapmanın zamanı geldi gibi hissediyorum.

Bunların dışında hayatıma yeni bir ruh olarak dahil olan Halil Sezai ile çalışmaya başladık. Şimdiye kadar iki konser yaptık birlikte ve bu konserlerin ikisinde de doğaçlama çaldım. Bu anlamda Sezai ve ekibi beni oldukça rahat bırakıyor ve sahne de onların kurguladığı müziğe yeni bişiler eklemek beni mutlu ediyor. Son olarak da Melis Danişmend ve Miss Crowley var. Bu iki proje de yine yaptığım tüm projelerden farklı, özgün ve duygusal bir yapıya sahip. Açıkcası içinde olduğum tüm oluşumlar, projeler ruhumdan bir parça taşıyor. Hepsiyle ayrı ayrı müzik yapmak beni besliyor ve monotonluktan çıkarıyor. Dolayısıyla bu farklı müzik tarzlarında yer almam uzun süre daha devam edeceğe benziyor.

Miss Crowley ve Gülşah Erol (2016)

“Zenginlik dediğin nedir? Müzik aslında ne? Bir gün içinde neler yapılır. Toprağın ve doğanın hayatımızdaki yeri. Vahşi yaşamın içinde insanın yeri vs… Yani acayip bir dünya orası ve çok gerçek.”

Müziğin ruhuna inanan birisin, Afrika müzikleri gibi yerel müzikler hakkında neler düşünüyorsun? Müzik-ritüel, dans senin için ne ölçüde önemli, günümüzde bunlar ne ölçüde yaşanıyor?

Afrika’ya gitmeyi çok istiyorum ve oranın yerli kabileleriyle doğaçlamayı deneyimlemek büyük bir heyecan benim için. Çünkü her doğaçlama bir süre sonra bir transa sokuyor ve orada yaşayacağım bu trans halinin bana neler hissettireceği benim için mühim. Dinlediğim kadarıyla hissettiğim; bizim bugüne kadar kendi hayatlarımızda deneyimlediğimiz çoğu şeyin dışında daha doğal bir yaşam biçimi. Yaşam biçimi diyorum çünkü bunların bir ritüel olması bu anlama geliyor. Belirli zamanlarda yapılan törenlerdeki müzikler ve danslar dünya’ya, evrene, tabiat anaya, kendilerine, tanrılarına bir hediye gibi. Sahip oldukları herşeye duydukları bir minnet borcu gibi.  Bunun içinde olabilmek mutlaka insan ruhuna özellikle bizim gibi şehirde yaşayan insanlara önemli bir takım bakış açıları sunuyor olmalı. Bunu oraya gittikten sonra tekrar sor bana. Fakat onları uzaktan da olsa hissedebildiğimi biliyorum. Bir kere içinde bulundukları fakirliğe rağmen hayatı müzik ve dansla besliyor olmaları ve enerjilerini bu yönde kullanıyor olmaları başlı başına şehir hayatının koşuşturmasına kendini kaptırmış bir çok insan için ilginç bir örnek. Çok fazla ders çıkarılır burdan. Zenginlik dediğin nedir? Müzik aslında ne? Bir gün içinde neler yapılır. Toprağın ve doğanın hayatımızdaki yeri. Vahşi yaşamın içinde insanın yeri vs… Yani acayip bir dünya orası ve çok gerçek.

Cello: Gülşah Erol, Saxophone: Korhan Futacı, Video by Osman Nuri İyem, İstanbul 2015

Popüler olduğumu düşünmüyorum ama bilen, bilmek isteyen ve bana inananların çoğalıyor olması beni çok mutlu ediyor ve daha farklı, güzel, yeni şeyler yapmam için beni motive ediyor.

Çello popüler bir müzik enstrumanı değil, fakat sen bir şekilde popülerliği yakaladın, bunu neye bağlıyorsun?

Çok çalışmış olmak ve sanırım zaman içinde kendimi en iyi ifade edebileceğim şeylere doğru akmayı başarabiliyor olmam. Çok insan seven ve çok paylaşmayı seven biriyim ben. Dostluk, arkadaşlık hayatımda çok büyük bir önem taşıyor ve içinde olduğum her projenin devamlılığı bununla eş değer. Kişilerle devamlı olarak bir hayatı paylaşmıyor olsam da çok kutsal bir şeyi paylaşıyor oluyorum: Müzik. Dolayısıyla iletişimin güzel olduğu yerde güzel müzik ve aşk arkasından geliyor. Müziğe aşığım, enstrumanıma aşığım. Ve beni çeken, çağıran, yakalayan güzel şeylerin içinde olmak ve niyetlerin iyi olmasının bir sebebi bu. Ben popüler olduğumu düşünmüyorum ama bilen, bilmek isteyen ve bana inananların çoğalıyor olması beni çok mutlu ediyor ve daha farklı, güzel, yeni şeyler yapmam için beni motive ediyor.


Gülşah Erol & Peter Brötzmann (2019)

Gülşah Erol ile Geçmişten Günümüze Çello | Gündem Sanat 2020

Şevket Akıncı & Gülşah Erol (2024) KargaArt, Kadıköy

“Bir müzisyen olarak canım ne istiyorsa yapıyorum; bu da benim yaşam biçimim.”

İyi ki ellerimden tutanlar var, benim de kalbim hep onlarla açıkcası. Bazen gelen mesajlarda, sürekli farklı şeyler yapıyor olmamdan dolayı kafalarının karıştığını görüyorum, sonuçta beni izleyen, takip eden insanlar ilk dinledikleri üzerinden benimle bağlantı kuruyorlar, fakat ben devamlı olarak başka bir şeyle belirmeyi çok seviyorum sırf bu nedenle bir çok insan “yahu napıyor bu, bu ne şimdi?!” diyebiliyor ama bunun yanında duruma alışmış ve “bakalım şimdi ne yapacak!” diyen insanlar da var. Benimle yeni bir maceraya sürükleniyor ve izliyor; takdir ediyor veya etmiyor, yaşıyoruz, akıyoruz işte. Bir müzisyen olarak canım ne istiyorsa yapıyorum. Bu da benim yaşam biçimim.

Coşkun Karademir ve Gülşah Erol’dan ‘Zahid Bizi Tan Eyleme’ (2018)

Müzik piyasası hakkında neler söylemek istersin; seni rahatsız eden koşullar var mı?

Artık hiçbirşey rahatsız etmiyor. Herkes nasıl yaşamak istiyorsa, ne yapmak istiyorsa ve niyeti neyse onu elde ediyor bence. İyi kötü. Beni tek rahatsız eden Türkiye’deki müzisyenlerin ve dinleyicilerin farklı şeyleri deneyimlemek konusunda çekimser ve inkar edici olması. Çok garip ön yargılar var müziğe. Kişi dinleyemeyeceği veya çalamayacağı bir müzik duyduğunda “berbat bu ya!” diyip kenara çekiliyor. Müzik böyle yargılarla yıpratılıyor. Tabi herkes ne dinlemek istiyorsa dinlesin, çalsın vs… emeğe saygı günümüzde büyük önem teşkil ediyor çünkü kimsenin kimseye sevgiyi bıraktım, saygısı bile kalmadı. Bencil bir düzen içinde yaşıyoruz ve bunun yerine bir bütünlük arıyorsak bütün olabilmeyi ve kabul edebilmeyi öğrenmemiz gerekiyor.

Gülşah Erol, 2024

Açın Pencerelerinizi

Hayatı yaşamak sadece istediklerimizi gerçekleştirmek ve istediklerimize sahip olmak değil. Ben merkezli bir yaşamı reddediyorum, kardeşlik, dostluk ve aile kavramlarını aşırı önemsiyorum. Yardımlaşmayı, sevgi paylaşımını, saygıyla yaşayabilmeyi ve değer yargılarımızla niyetlerimizin iyi olmasını dilediğim bir dönemdeyim. Ve tabi ki bu dünya’da sadece biz yaşamıyoruz! Yaşayan her canlıyla iletişimde olabilmek ve onları görmezden gelmediğimiz günlerimiz daha çok olsun.

Bir arkadaşım aç kalbinin pencerisini demişti bana.

Ben de şimdi size diyorum.

Açın pencereleri…

Gülşah Erol

Gülşah Erol

Youtube / Spotify


İblis’in Cennetteki Abisi: Cengiz Üstün

Bir imza: Cengiz Üstün

“Yirmi beş yıl önce çizdiğim çizgi romanlar hala yeni baskılarını yapabiliyor. Bu sevindirici, kahramanları yaşatır hale getiriyor. Yeni de çiziyorum; Üzeyir çizgi romanı yaptım; yirmi sayfa tam macera. Bu bir fasikül olacak. Macerayı Seven Adam için de fasikül düşünüyorum. M.S.A ve Kunteper’in figürlerini ürettik. Üzeyir’in de fasikülün ardından bir figürü hazırlanacak.”

Cengiz Üstün’ün 1990 yılında keyfi olarak çizdiği Kunteper Canavarı tiplemesi uzun yıllar hiçbir mizah dergisi bünyesine kabul edilmedi, ta ki 1996 yılında çıkan aylık L-Manyak’a kadar… Bu dergiyle popülarite yakalayan tipleme, 2000’de çıkmaya başlayan Lombak dergisinde de hayatına devam etti. Üstün, aynı zamanlarda yine Lombak dergisinde başladığı karikatür köşesi Tribal Enfeksiyon’da da farklı bir mizah algısı geliştirdi. Tribal Enfeksiyon’nun karikatürden ziyade 50’li ve 60’lı yılların çizgi roman sayfalarından fırlamış gibi görünen, anatomiğe yakın çizimlerinin alışılmış geleneksel çizgisine; alışılmışın dışında diyaloglar ve konuşma balonları ekleyerek doğan tezattan yeni bir mizahi algı çıkarmayı başardı. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Grafik Tasarımı bölümü mezunu olan Cengiz Üstün halen Uykusuz dergisinde çizmekte ve bu yeni alanda üretimine devam etmektedir.


Cengiz Üstün’den Üzeyir’in ortaya çıkış serüveni.

Nft bekleniyor karikatüristlerden, bu oluyor, olacak ama uzun çizgi roman da ayakta kalmalı diye düşünüyorum. Bireysel bir çizgi roman üretmek günümüzde çok zorlaştı. Belki ekipler oluşacak bu şekilde çalışmalar yürütülecek.

Şu sıralar ‘Üstün Bradırs’ serisini yapıyoruz haftalık ‘Uykusuz Dergisi’nde. Çocukluğumuzdan beri biriktirdiğimiz anıları yazıp çiziyoruz. Dönemler ve İstanbul fonu eşliğinde lezzetli bir iş çıkarıyoruz biraderle.

Bomba, Üzeyir şeklinde geliyor!

Cengiz Üstün ‘Kunteper Canavarı’ Figür (2021)
Cengiz Üstün ‘Kunteper Canavarı’ figürünü ve tasarım sürecini anlatıyor. (2021)

“The comics I drew 25 years ago are still making new editions. This is pleasing, it keeps the heroes alive. I am also drawing new ones; I made a comic book about Üzeyir; 20 pages of full adventure. This will be a fascicle. I am also thinking of a fascicle for the Man Who Loves Adventure. We produced figures of M.S.A and Kunteper. A figure of Üzeyir will be prepared after the fascicle.”

The Kunteper Monster character, which Cengiz Üstün drew arbitrarily in 1990, was not accepted by any humor magazine for many years, until the monthly L-Manyak was published in 1996… The character, which gained popularity with this magazine, continued its life in Lombak magazine, which started to be published in 2000. Around the same time, Üstün developed a different perception of humor in Tribal Enfeksiyon, the cartoon column he started in Lombak magazine. He succeeded in creating a new humorous perception out of the contrast that arose by adding unorthodox dialogues and speech bubbles to the conventional traditional line of Tribal Enfeksiyon’s drawings close to the anatomy, which look like something out of the comic book pages of the 50s and 60s rather than caricatures. Cengiz Üstün, who graduated from Mimar Sinan Fine Arts University Graphic Design Department, still draws for Uykusuz magazine and continues his production in this new field.


Kunteper Canavarı / T-shirt

shopier > cengizustun


Cengiz Üstün
Cengiz Üstün, 2021

“Bu sergiyle birlikte eserlerin Nft versiyonları da satışa sunulacak; Nft galerisinde sergide olmayan parçaları da görebilecekler. Kim bilir belki Nft’sini alana orijinalini ben hediye edeceğim; böylece koleksiyonerler hem orijinaline ve hem de Nft versiyona sahip olabilecekler. Dijitaldeki telif hakları için güzel bir gelişme.”


Cengiz Üstün, 90×60 cm. Tuval üzeri akrilik, 2023

ArtZula > Cengiz Üstün


Cengiz Üstün ve Kerem Topuz, Yeşilçam’ın pek bilinmeyen “öteki” dünyasını kendi çizgileriyle yeniden yorumladılar. Sadık izleyici kitlesine sahip kült filmlerden geriye sadece posterleri ve lobi kartları kalmış kayıp filmlere, bir avuç insanın ilgi duyduğu az bilinen filmlerden bir dönem neredeyse her gün televizyonlarda gösterilmiş ezbere bilinen filmlere kadar birçok Yeşilçam fantastiği, sanatçıların eserlerinde yeniden hayat buldu.

Sinema tarihinin yıllık üretim açısından altın yıllarını yaşadığı 1960’ların sonundan 1980’lerin başına kadarki dönem, birçok tür sineması örneğine ev sahipliği yapar. Sergiye ilham olan dönem incelendiğinde, tek tük korku denemeleri, bilim kurgu çatısı altında değerlendirilebilecek parodiler, çizgi roman uyarlamaları, masallardan, seriyallerden, mitlerden ve fantastik unsurlar içeren diğer birçok kaynaktan beslenen avantürler ve hatta westernler görülür. Bu denli zengin ve aslında iç içe geçerek karmaşıklaşmış tür skalasına belli başlı sınırlar koymak zordur ama farklı alt başlıklar ile sürekliliği hedefleyen serginin içeriği için bir çerçeve çizmek de elzemdir.


Cengiz Üstün eserleriyle
Cengiz Üstün, 70×100 cm. Tuval üzeri akrilik, 2024

Sanatçı aynı zamanda ‘Dergilere kapalı kalmamak, sergilerle daha görünür olmak ve koleksiyonerlere ulaşmak’ istediğini dile getiriyor.


Cengiz Üstün and Kerem Topuz have reinterpreted the little-known “other” world of Yeşilçam with their own lines. From cult films with loyal audiences to lost films with only posters and lobby cards left, from little-known films that only a handful of people were interested in to movies that were once shown almost every day on television, many Yeşilçam fantasies have come to life again in the works of the artists.

The period from the late 1960s to the early 1980s, the golden years of cinema history in terms of annual production, is home to many examples of genre cinema. The period that inspired the exhibition is characterized by sporadic horror experiments, parodies that can be considered under the umbrella of science fiction, comic book adaptations, avant-garde films and even westerns that draw on fairy tales, serializations, myths and many other sources with fantastical elements. It is difficult to set clear boundaries to such a rich and complex genre scale, but it is also essential to draw a framework for the content of the exhibition, which aims for continuity with different sub-headings.

Kaynak: sosyeteart.com / bantmag.com / ekdergi.com (2019-2022)


Cengiz Üstün ‘Yılmayan Şeytan’ 2022

İletişim ve son gelişmeler için:

Cengiz Üstün

C.Üstün

Bazooka et Elles Sont de Sortie : Les Deux Grandes Sources

Bazooka, Bazooka Production #1, couverture, 1974

Il est sans doute difficile de dire quand commence exactement le graphzine et quel est le premier objet à mériter cette appellation. Mais, même si rien ne naît de rien, avec Bazooka (principalement animé par Kiki et Loulou Picasso, Olivia Clavel, Lulu Larsen, Bernard Vidal, Ti5 Dur, Jean Rouzaud) et, peu de temps après, avec ESDS (Pascal Doury et Bruno Richard), quelque chose de nouveau a surgi, irréductible à la bande dessinée, à l’illustration, au dessin de presse, à la peinture, etc. Ils ont défriché un nouveau territoire, « une nouvelle conception de l’intervention plastique, questionnant à la fois l’histoire intime, le journalisme et le formalisme plastique de la page » (Alin Avila). Rétrospectivement, ils apparaissent comme les deux sources fondamentales de ce qui allait foisonner de manière polymorphe à partir des années 1980 sous le nom de graphzine.

  • Ce qui permet par exemple à Frédéric de Broutelles d’affirmer : « Je pense que [le graphzine] a toujours existé. Il y a longtemps que des artistes créent avec les moyens du bord. Il y a tellement de définitions du graphzine sur Internet. Selon moi, un graphzine peut contenir du texte. Il y a de telles différences dans les moyens mis en oeuvre, de la simple photocopie à la gravure. Parfois l’intérêt du contenu prédomine sur la forme. Par exemple, un tract en photocopie peut devenir un objet fabuleux. Certains graphzines étaient impressionnants par leur qualité. Tout procédé d’impression peut présenter un intérêt, qu’il soit noble ou non : linogravure, gravure sur bois, photocopie, sérigraphie, tampon, pochoir… »
  • Si le graphzine a d’une certaine manière toujours existé, il n’en reste pas moins que Broutelles a contribué parmi d’autres à faire émerger cette notion et ce mot par sa pratique d’éditeur, en créant l’APAAR en 1985 avec Louis Bothorel et Brigitte Lefèvre, en lien jusqu’en 1990 avec l’Atelier (de sérigraphie), lui-même fondé en 1974 par Jack Pesant et Éric Seydoux (un ancien de l’Atelier populaire de l’École des Beaux-Arts en mai 1968). L’APAAR (Association Pour Adultes Avec Réserves, clin d’oeil à l’appréciation de l’Office catholique sur certains programmes dans Télé 7 jours) a publié des affiches et ouvrages en sérigraphie ou en offset avec la crème internationale de l’underground et de jeunes artistes en devenir, notamment Robert Crumb, Gilbert Shelton, Willem, Gary Panter, Mark Beyer, Charles Burns, Savage Pencil, Marc Caro, Bruno Richard, Pascal Doury, Ti5 Dur, Olivia Clavel, Placid, Muzo, Pyon, Lagautrière, Pakito Bolino, Hervé di Rosa, Toffe, Gerbaud, Zorin, Mirka, Pierre La Police, Y5/P5, etc. L’ouvrage collectif Croquemitaine, Spécial Squelette (1985), tout en sérigraphie et à la qualité de fabrication remarquable, est une pièce emblématique de l’APAAR, et plus généralement du graphzine sérigraphié.
  • Aussi novateur soit-il, le groupe Bazooka s’est nourri d’influences diverses, ainsi que le souligne Kiki Picasso, défenseur du pillage radical : la culture des Beaux-Arts où ses membres étaient étudiants (allant de l’art conceptuel à Veličković, en passant par le constructivisme, le suprématisme ou Paul Klee…), celle de leurs pères respectifs (photographe pour lui-même, peintre pour Olivia Clavel, chauffeur de taxi pour Bernard Vidal, etc.) ; sans oublier les librairies spécialisées, le rock, la bande dessinée, Pilote, Métal Hurlant, Fluide Glacial, Tintin, Walt Disney, « la propagande chinoise et l’esthétique gauchiste fusionn[ant] tout à coup avec l’histoire de la peinture », la culture underground américaine, les premiers Zap Comix et les premiers Corben, les livres de science-fiction, les vieux journaux (Marie-Claire, Paris Match, Life, Stern), etc. « C’était une explosion sensorielle très forte », déclare-t-il.

L’obscur Office national des Inégalités a passé commande à Kiki et Loulou Picasso d’un travail d’investigation graphique sur les images et les messages diffusés par les médias occidentaux. Les deux artistes qui s’étaient volontairement fait oublier pendant quelques années, remettent leur génie à l’ouvrage. Un ouvrage pour la jeunesse, si tant est quelle existe dans notre vieux monde.

Bazooka, Bazooka Production #1, couverture, 1974

>> > GRAPHZINE GRAPHZONE


Willem, avec son oeil d’aigle, a tout de suite remarqué à l’époque, dans sa « Revue de presse » pour Charlie Hebdo, qu’il se passait quelque chose de nouveau. Les trois premiers numéros de Bazooka Production ne lui ont pas échappé. En janvier 1975, il signalait le numéro 1, Bazooka, comme « un nouveau journal de BD […] totalement différent des journaux connus », bien parti selon lui pour être le « meilleur » de l’année. En avril, il revenait à la charge : « Il y a trois mois j’écrivais qu’il serait étonnant si 1975 verrait [sic] des nouveaux journaux de BD meilleurs que Bazooka. Et voilà c’est fait. Le journal s’appelle LOUKHOUM BRETON […] [qui] est d’ailleurs le 2e n° de Bazooka, qui change de nom à chaque numéro, une façon de rester neuf. » Un an plus tard, pour le troisième, Activité sexuelle : Normale, Willem enfonçait le clou : « Connaître BAZOOKA c’est économiser : après, vous n’achèterez jamais plus le paquet de bandes dessinées à la con que vous lisiez d’habitude. » On ne saurait mieux dire… Et ce n’est pas tout, puisque Willem n’est pas non plus passé à côté du premier numéro d’ESDS, en janvier 1977 : « Le dessin le plus neuf de cette année se trouve dans le journal le plus neuf : ELLES SONT DE SORTIE […], journal entièrement fait à la main, mais il n’est pas marqué qui a fait quoi, donc je ne peux pas vous dire qui est ce dessinateur. Voyez vous-même. »


Bazooka collective, Legerement Destroy episode of L’oeil du cyclone

En schématisant, on peut avancer que Bazooka, dès 1974-1975, a le premier défriché le territoire sur lequel allaient éclore les graphzines, en brisant les conventions narratives de la bande dessinée par le rapprochement ambigu d’images et de textes. Et qu’ESDS en a sans doute inventé à partir de 1977 les formes qui allaient se révéler à la longue être les plus influentes pour de nombreux graphzineurs. « Si Bazooka – écrit Sylvie Philippon en 1986 – s’est donné comme mission d’exorciser l’art par voie de presse, la stratégie graphique d’Elles Sont De Sortie est tout autre. Le groupe travaille discrètement, les images sont plus intimes, mais pas moins subversives. Au réalisme de l’actualité parodiée, détournée de Bazooka s’opposent la démarche autobiographique, le contenu psychologique d’Elles Sont De Sortie. Leurs images parlent essentiellement de sexe, de violence des corps, de leur vie respective. Un plaisir arrogant, viscéral les inonde, une énergie et une facilité à dessiner les parcourent. » Là où Sylvie Philippon parle d’opposition, il serait en réalité plus exact d’évoquer une différence, n’empêchant aucunement la complémentarité, certains artistes des deux groupes ayant en effet souvent collaboré à des publications communes.

Les membres de Bazooka ont fait des ouvrages autoproduits à petit tirage et en marge du système éditorial dominant, notamment leurs premières publications remarquées par Willem, qui peuvent être considérées a posteriori comme des graphzines, le terme s’étant imposé après coup. Mais ce qui différencie les Bazooka d’Elles Sont De Sortie et de tout autre groupe ou individu faisant des graphzines après eux, c’est leur ambition proclamée et finalement réalisée avec un brio incomparable d’intervenir avec leurs images sur le plus de supports possibles, circulant à grande échelle, y compris ceux de la grande presse, afin de les parasiter de l’intérieur. Tel fut le cas, en particulier, dans Libération, à partir de 1977, d’abord en dynamitant la maquette du quotidien par leurs interventions qui firent souvent scandale au sein de la rédaction, avant de se voir offrir, l’année suivante, un supplément mensuel purement graphique, Un regard moderne, dont les six numéros (en comptant Un regard sur le monde) sont désormais cultes aux yeux des amateurs. Ce qui fait dire à Bruno Richard : « La force de Bazooka était médiatique… Putain ! Comment Libération donnait carte blanche à des gens comme ça ?!… Je ne sais pas qui a eu cette idée chez Libération, mais il est fort !… » La série Un regard moderne peut ainsi apparaître comme une manifestation remarquable du monde du graphzine en train de naître, ayant inspiré celui-ci de manière durable, sans pour autant constituer à proprement parler un graphzine, du moins selon la notion courante impliquant une démarche d’autoproduction à tirage plutôt restreint et en marge du système éditorial dominant.


Réalisation : Xavier Reim – interview : Bastien Landru, 2013

En octobre 1983, Philippe Lemaire soulignait déjà dans le mensuel BàT (#58) la double influence de Bazooka et d’ESDS sur la nouvelle vague graphique qui émergeait alors. « Ce “territoire” a été défriché à la fin des années 70 par un groupe aujourd’hui éclaté dont on commence à mesurer l’impact : Bazooka Production. Ses peintres/ graphistes/dessinateurs ont apporté aux aspirations diffuses des créateurs d’images de leur génération un discours structuré empruntant abondamment à la “langue de bois” des idéologues pour provoquer plus efficacement. Sept ans après avoir expérimenté la “dictature graphique” dans les colonnes de Libération première formule, Kiki Picasso prône toujours “l’occupation des médias, la surveillance de l’art pour promouvoir les travaux de qualité, le renversement des littéraires essoufflés qui accaparent le pouvoir intellectuel”. Plastiquement, Bazooka a su également secouer les classicismes ambiants en utilisant systématiquement des procédés iconoclastes : la récupération d’images déjà diffusées (photos de presse), la combinaison de toutes les techniques disponibles, de la peinture à l’huile jusqu’à la photocopie, l’usage de couleurs décalées par rapport à la réalité, etc. » Quant à ESDS, « l’autre groupe/courant considéré comme novateur ces dernières années, le duo Bruno Richard-Pascal Doury», le journaliste précise, dans ce même article : « Leurs images sont marginalisées dans la mesure où ils refusent d’en vivre (l’un est directeur artistique dans une grande agence de pub, l’autre maquettiste à Libération et tous deux peignent à leurs heures de “loisir”). De plus, leurs thèmes favoris illustreraient difficilement un message commercial : ils dérivent entre la “relecture” d’images pornographiques et la construction de fresques visionnaires où abondent les souvenirs et les références à l’enfance. Parfois, leurs deux styles se mêlent dans de véritables compositions collectives. »

Placid (Jean-François Duval), qui participa avec Muzo (Jean-Philippe Masson) à l’effervescence du graphzine dès le début des années 1980, et qui est un éminent collectionneur et connaisseur de ces publications, a lui aussi été marqué par Bazooka et Elles Sont De Sortie. « J’ai rencontré Muzo – m’a-t-il confié – aux cours du soir des Beaux-Arts de Caen lorsque nous étions lycéens. Nous nous sommes parlés parce que nous aimions bien la bande dessinée, Charlie Mensuel, L’Écho des Savanes, Francis Masse et tout ça. C’était aussi le début de Métal Hurlant. J’allais à La Licorne, une librairie de Caen un peu contestataire avec un étage spécialisé en bande dessinée. On y voyait arriver tout ce qui sortait, même les choses assez pointues. Un jour, en allant voir si le dernier Métal Hurlant était arrivé, je suis tombé sur Activité sexuelle : Normale, le premier zine de Bazooka que j’ai lu. C’était en 1976, j’avais quinze ans et j’ai été très impressionné. Bazooka, c’était un style nouveau, inattendu. Ça m’a un peu choqué. Pas tant l’imagerie sexuelle ou pédophile que le traitement graphique. Par exemple, il y a une image de Kiki Picasso avec une jeune fille en uniforme qui joue de la flûte, et un fil va de sa flûte à ses yeux. Cela produisit immédiatement sur moi un étrange effet répulsif. Mais quelques semaines plus tard, ça ne me choquait plus, j’étais entré dedans. Très vite, j’ai vu leurs interventions dans Charlie Mensuel, dans Métal Hurlant, puis dans Libération. Je me suis même rendu aux archives de ce quotidien, bien avant de m’installer à Paris en 1981 en tant qu’étudiant aux Arts Déco, pour fouiller et acheter tous les numéros où il y avait du Bazooka, afin de les découper et de les conserver. Peu de temps après, j’ai vu aussi les premiers zines d’Elles Sont De Sortie dans cette même librairie, La Licorne. Je me suis un peu calmé maintenant, mais à l’époque je dépensais les sous que je n’avais pas pour acheter toutes ces choses imprimées… J’ai trouvé leur boulot, aux uns et aux autres, très fort. J’étais particulièrement impressionné par celui de Bruno Richard, qui a alors beaucoup influencé mon style graphique. D’ailleurs, nombreux sont ceux qui ont imité Bruno Richard dans leurs premiers graphzines !… Sans Bazooka et Elles Sont De Sortie, nous n’aurions 25sans doute pas pris les pseudonymes de Placid et Muzo pour créer à l’âge de vingt ans une publication modeste imprimée en photocopie que nous déposions en quelques exemplaires dans des lieux de vente parisiens. Aux Arts Déco où j’étais étudiant, j’ai pu faire des couvertures dans l’atelier de sérigraphie. Nous invitions d’autres dessinateurs et avons publié huit numéros, qui ont circulé dans ce réseau nommé un peu plus tard “graphzine”, le mot n’existant pas encore au tout début des années 1980. »

Je pourrais multiplier indéfiniment les témoignages des graphzineurs à propos de l’importance de Bazooka et d’ESDS. Finissons sur ce point avec Dominique Leblanc, qui a vécu le phénomène depuis Strasbourg (Peltex #1 date de décembre 1981) et apporte un éclairage intéressant. Tout en reconnaissant la puissance de rayonnement du premier groupe, il la relativise quelque peu au profit du second et d’une multitude de tentatives souvent passionnantes elles aussi, bien que davantage restées dans l’ombre : « L’invention du graphzine date d’avant Bazooka. Même dans les années 60, il y avait beaucoup de revues hippies/situationnistes. Bazooka, phénomène très parisien et néo-punk, a attiré la lumière. En outre, Bazooka avait certes la quintessence de l’esprit graphzine – c’est-à-dire un mélange dadaïste de dessins hétérogènes et de textes, des typographies percutantes, un discours arty, etc. –, mais ils avaient aussi la grosse artillerie des imprimeries du journal Libération derrière eux, ça aide ! Un regard moderne, c’est une fabrication industrielle, et leurs planches dans divers magazines aussi… Je ne dirais pas que c’est un produit marketing, mais certains l’ont vu et pensé comme tel, notamment ceux qui l’ont financé. Ce n’est pas une critique, je suis un fan absolu de Ti5 Dur. Plus généralement, autant j’apprécie Bazooka, autant je regrette que dans la plupart des livres traitant du sujet des revues graphiques ce groupe soit surreprésenté, et que l’histoire s’arrête à eux au détriment des autres revues. Alors que quand j’ai commencé, dans les années 80, Bazooka était déjà une histoire terminée… Emblématique, certes, mais ESDS a eu un rôle bien plus important dans le phénomène des graphzines, sans oublier les sérigraphes de ZUT Production (Bruno Charpentier & Bruno Bocahut : Dusex), et encore Y5/P5, Francis Desvois (0+0 = la Tête à Toto), Pakito Bolino, Jocelin (Amtramdram), Didier Moulinier (LPDA – La Poire d’Angoisse, Tuyau), Sébastien Morlighem (S2 L’art), El Rotringo (Sortez la chienne !), Krabs, j’en passe… Le repère, le phare, c’est toutefois Bruno Richard s’il en fallait un, et dieu sait que l’histoire de l’art le traite mal !!… » S’il est difficile de nier que Bazooka et ESDS inaugurent par diverses voies l’aventure du graphzine, il serait dommage que le premier groupe apparaisse, par l’entremise des historiens patentés de l’art et autres commissaires, comme l’arbre qui cache la luxuriante forêt des graphzines.

Précisément, qu’est-ce qui a émergé au milieu des années 1970, que l’on appelle désormais graphzine, et qui se perpétue aujourd’hui encore sous différentes formes ? D’où viennent le charme singulier et l’aura paradoxale de ces objets graphiques à fonds perdus, selon la formule de Toffe ? Pour esquisser une réponse à ces questions, il importe de saisir quelques enjeux, historiques et conceptuels, du graphzine. À cet effet, je me suis appuyé autant que possible sur des propos de ses praticiens, inédits ou peu accessibles. Seule une approche polyphonique conférant une dimension chorale à ce livre pouvait en atténuer le caractère nécessairement partiel.


Le Dernier Cri fête ses 25 ans- Formula Bula 2018. Quoi de mieux que de fêter Le Dernier Cri sans images! Juste un bon gros son un peu crade! Le casque est chaudement recommandé pour écouter cette interview de Pakito Bolino par Jean-Pierre Dionnet. Enregistré à la galerie Arts Factory le samedi 22 septembre 2018.

Xavier-Gilles Néret「GRAPHZINE GRAPHZONE」

Xavier-Gilles Néret > GRAPHZINE GRAPHZONE

Ce texte est un court extrait du livre de Xavier-Gilles Néret : Graphzine Graphzone, coédité par Le Dernier Cri et les Éditions du Sandre en 2019. Ce livre, achevé pour l’essentiel en janvier 2016, était dédié à Jacques Noël (1946-2016), qui en fut le premier lecteur.


LE DERNIER CRI, 41 Rue jobin, 13003 Marseille

www.lederniercri.org

GRAFIK PURIFIACTION SINCE 1993


Interview with a Vampire: ERDREICH

Erdreich with her Vampyr necklace, 2017

“The most important aspect for me is to create something with my hands, for the dopamine rush I get when I can see and feel the result.”

Erdreich is an independent art studio run by Resa Macourek, a multidisciplinary artist from Vienna, Austria, who creates unusual drawings and accessories, and so now it’s time to get to know this talented woman.

Hello Resa, would you like to tell us a little bit about yourself for readers who don’t know you? In addition to being an illustrator, you also do very interesting gothic designs, how long have you been doing this, what kind of work have you done as Erdreich so far, what kind of path have you followed.

I’m an artist from Lower Austria but based in Vienna for the last ten years. Beside a whole bunch of other creative projects, “ERDREICH” is one of the most consistent ones. I started it in 2017 while I was in jewelry college. First it was just jewelry, mostly pins and necklaces, now it is a wider range of jewelry and also prints and some other stuff.

VAMPYR III necklace (small). newsilver, hand-etched with acid.

A piece of jewelry should be made to be worn or it loses a little bit of meaning.

Do you have an academic education or are you a self-taught artist?

After I finished my fashion design studies, I knew it wasn’t the right thing for me. So I attended a college that offered a field of studies that combined jewelry design and fine arts and got my arts diploma there. During my time at the college I fabricated more experimental and unwearable art jewelry. Some of these pieces were shown at multiple exhibitions. One is actually starting this month in Seoul at the Museum of Art Craft. Creating such pieces was fun but my approach is that a piece of jewelry should be made to be worn or it loses a little bit of meaning.

In every other discipline I am working in I am self-taught. Since I can remember I was crafting with every imaginable material and till today I am still trying to do new stuff all the time. Most recently I started to learn embroidery.

When we look at your work, we encounter a designer, even a fashion-designer rather than an illustrator. How do you position yourself in terms of your work?

With so many projects going on it is hard to put a name on it. I would consider myself more of a craftsperson. The actual designing takes the smallest part in my working process. The most important aspect for me is to create something with my hands, for the dopamine rush I get when I can see and feel the result.

When we look at your illustrative works, design products and presentations, we see that you create a very different, gothic world of your own. Do you have a brand or a dream project that you are trying to create with this in mind?

Not really, the most things that I draw or how I present my work in photos happen spontaneously and intuitively without a vision in my mind. The classical gothic aesthetic bores me slightly out so there must always be a little bit of weirdness and humor beside the dark elements.

Häexenmilch Tattoo Atelier – Vienna
Creepy & Funny Sketches by Erdreich
Erdreich Jewelry

“I would consider my jewelry as genderless. I have female, male and non-binary customers. The types of products I’m creating are all sizeless so there are no limitations regarding body shapes.”

In which direction is your current working principle more?

I have been practicing automatic drawing almost every day for the last couple of years. I just let my hands do their thing without knowing what the result will be. It is very relaxing for the mind. First I was a little afraid to show these drawings because they are far from perfection and unfiltered from my subconsciousness. But people seemed to like them and also wanted to get them tattooed. So that led me to do more tattoos recently. I started with hand poked tattoos some years ago for fun and mostly on myself or friends. You can find them under the name “häexenmilch” on Instagram. I am excited and happy every time someone decides to wear my permanent jewelry on their body.

On one side there is also an economic aspect I have to keep in mind. People are willing to spend a lot more money on tattoos than on jewelry. And on the other side it is a much more social thing to tattoo someone than sitting alone in my crafting dungeon.

Another passion of mine is lino printing. I print on paper as well as fabric so the prints can be worn as patches. I also feel the importance of wearability there too.

Artist at Work !!

Most of my designs are drawn by myself, it’s mostly animals, monsters, bones or jackalopes. Sometimes I also use motifs from ancient woodcuts or etchings that I love.

As Erdreich, what kind of materials do you work with in your design products, would you like to talk a little bit about the technical aspects of your work and the content of the creations you create?

When I used to do crazy art jewelry I used all kinds of unusual materials like my own teeth, animal or human bones, insects and parts of Barbies I found in the trash. In the last couple of years I almost exclusively worked with non-precious metals like copper, brass or new silver. The technique I’m using is chemical etching which is originally used for decorating armors and weapons and later for intaglio printing.

It is a long and labor-intensive process. I start with a sheet of metal which is covered in an acid-resistant ground, then the motif is carved in reverse by hand with an etching-needle. After the acid bath, the sheet is cleaned and the piece is cut out, filed, soldered and polished.

With all the modern technical possibilities like laser cutting/printing, cnc milling etc. I could easily produce pieces much faster and in an easier way but as I said I love working with my hands. It’s much more satisfying than letting a machine do the work. So every piece is unique and not just a soulless industrially produced piece of metal. In comparison to precious metals the ones I’m using are recycled and much more environmentally friendly and affordable.

Most of my designs are drawn by myself, it’s mostly animals, monsters, bones or jackalopes. Sometimes I also use motifs from ancient woodcuts or etchings that I love.

Artist at Work !!
Erdreich Productions !!

“So every piece is unique and not just a soulless industrially produced piece of metal. In comparison to precious metals the ones I’m using are recycled and much more environmentally friendly and affordable.”

I guess you are designing something for men as well as women’s accessories, what awaits us in the upcoming period.

I would consider my jewelry as genderless. I have female, male and non-binary customers. The types of products I’m creating are all sizeless so there are no limitations regarding body shapes.

At the moment I rarely create new pieces if so, then mostly for myself, on demand or for markets. Jewelry wise I’m waiting for the muse to visit me. But I like my stuff too much myself to give up making jewelry completely.

Vampire in her sleep
Exciting moments from the workshop…

“Mixing things together that seem to be opponents is not the most easy thing to do but it creates irritating and interesting outcomes.”

Between Life and Death: Erdreich Jewelry
Beware! Erdreich Jewelry
Erdreich Jewelry
Erdreich 2024 Collection
Erdreich Jewelry

Let’s talk about your aesthetic world! You have a dark and gothic style, but I don’t know how you manage to transform it into a modern form by blending it with interesting colors and a creepy sense of humor; what inspires you, are you really a melancholic and gothic woman or is it just an attitude you use in your art?

It is a 100% expression of my personality. Like I said I do the things that I do out of intuition and authenticity is very much important to me. I am in a constant cycle of change and that deflects on my art. So there is the more funny, colorful, cute and silly part of me existing next to the dark, depressive, creepy, more extreme or even repulsive part. Sometimes they are equally coexisting, sometimes one of the parts is more dominant. Mixing things together that seem to be opponents is not the most easy thing to do but it creates irritating and interesting outcomes. Which I prefer over nice or pretty things.

My biggest inspirations are nature and decay. Always been fascinated with death since I was a child. While other kids played with dolls or something I dug out some bones from the ground. A visit to the local graveyards is a mandatory thing to do when I visit a new place. I also feel very blessed to live in a city with one of the biggest and most beautiful graveyards in Europe. A lot of my jewelry photos were taken at the Vienna Central Cemetery.

Also I am a huge fan of folk horror which is the perfect combination of the two things.

“I do feel the importance of leaving the planet as unscathed as possible with what I am doing.”

Erdreich while resting in her coffin… : )

How are you with fashion, are there any brands you follow?

After I finished fashion school I completely lost interest in producing or keeping up with fashion. I couldn’t ignore the fact that this branch is extremely unsustainable and superficial. For the most part I am wearing vintage or second hand clothes and of course band shirts.

Do you think that small-scale ateliers and arts & crafts culture provide an alternative to big brands?

That would be a beautiful thought but I don’t think so. They are important for the big brands to copy from. But with something made on a smaller scale, by hand, often by one-person businesses comes a certain price, which is absolutely fair to ask for, but sadly not affordable for most of the people. But I love being in a DIY scene which gives me the opportunity to trade art with other awesome artists.

Erdreich Jewelry
Erdreich Jewelry

​​So, you say that the real creative potential lies in these amateur souls?

I would say that a lot of artistic potential cannot be fully reached because many people simply do not have the resources and do not come from affluent backgrounds. The most creative and talented people I know don’t know how to do something with their gift or can hardly navigate in this capitalistic system.

But real art (the same with music) has to come from a place of suffering in some form, in my opinion.

Can we talk about labor exploitation or a class struggle here?

I come from a lower-middle-class family, which has been financially unstable for most of the time, yet I have had the privilege of always receiving support from my parents, even though they probably would have preferred a path with less struggle. Others have much higher systemic barriers that prevent them from equitable access to artistic careers. To afford my creative pursuits, I have also always had to do lousy low-wage work. But I’d rather work in a shitty job and do my craft in my freetime than let my creativity be exploited by a company.

Isn’t there anything that bothers you about big brands getting rich from youth trends?

My opinion on this is ambivalent. On one hand, I think it’s good that larger brands are now engaging with diversity, which can definitely help marginalized groups by making them visible. On the other hand, there is, of course, the problem that many companies simply appropriate without giving recognition or credit, and they excessively profit financially from it. But I do not know anything about youth trends at the moment to be honest.

From your presentation photos, I think you are a nature friendly person, do you have a worldview that influences your designs and art?

I grew up in the countryside so nature plays a big part in my life. The translation of “ERDREICH” is “soil” or “ground”. I do feel the importance of leaving the planet as unscathed as possible with what I am doing.

Isn’t there a chance we can reverse the perspective in favor of DIY Culture?

My view on this is rather pessimistic, so in general I would say no. I think it’s too late. But DIY culture provides an important safe space for those who are searching for refuge. Even in a culturally rich city like Vienna, not much value is placed on the less commercial part of the cultural scene or a low-threshold access to institutions or education.

Erdreich Jewelry at Punk Market, 2022

As Erdreich, where and at what kind of events do you mostly offer your products for sale, and what should those who want to reach you do?

On a few occasions a year I am selling my jewelry and prints at some art or DIY markets in Vienna. Besides that I am taking requests on Instagram or doing story sales from time to time.

Erdreich Jewelry

That Barbarella pose with one of the Hirnplatzt t-shirts is really cool, your friends I guess? I know them from the comics they publish and I was surprised to see you. How are you with music, what do you listen to?

Thanks! I actually don’t know Hirnplatzt personally just through instagram. Music and especially live music is the most important thing to me. I listen to a broad spectrum of genres, mostly extreme stuff like metal, punk, hardcore, noise but I also love folk, blues, German rap and some of the most obscure stuff imaginable. I am always digging for new artists and styles.

Are you into occultism or black metal? If you have any (old or new) bands from the Austrian Black Metal scene that you would recommend to us, we would love to hear about them.

I’m drawn to occult stuff but rather regarding the aesthetical then the spiritual aspect. I wouldn’t consider myself a spiritual person. Black metal has been a huge thing for me since I was a kid. I still remember the life changing day on which I bought my first Darkthrone record almost 20 years ago. That genre had and still has a big influence on me. I always gravitated towards extreme art.

I’m really glad that we have a small but vital underground scene in Austria. There are many good bands, especially those who are rooted in the punk scene. Hagzissa is one of my favorites, they have such a strong musical and aesthetic concept. It’s always a joy to see them performing on a stage. Some other good ones that come to my mind are Kringa, Peace Vaults, Parasite Dreams, Ara, Weathered Crest, Circle of Shadows or Witch Ghetto.

and the vampire retreats to her coffin…

Thank you very much for participating in the interview, it’s exciting to get to know you and your art works, we also thank you for sharing your knowledge and vision with us.

ERDREICH

WEIRD & OCCVLT

Jewelry > ERDREICH

Tattoo > Häexenmilch