Polonya’dan Amerika’ya göçmüş bir ailenin çocuğu olan Ted. Kaczynski 1942’de Şikago’da doğdu. 16 yaşında bursla kazandığı Harvard’ı yirmi yaşında bitirdi. Doktorasını yapmak üzere 1962’de Michigan’a geçen Kaczynski, 1967’de “matematiğin sınır fonksiyonları” adlı doktora çalışmasıyla “yılın en iyi matematik tezi” ödülünü aldı; ardından da Berkeley Üniversitesi’ne asistan profesör olarak kabul edildi. 68 hareketinin önemli merkezlerinden olan Berkeley’de hippi akademisyenler, sütyenlerini yakan feministler, cinsel özgürlüğü savunan isyancı gruplar arasında kendi dünyasında yaşıyordu Ted Kaczynski. Öğrencisinden öğretim görevlisine herkesin rengârenk giysilerle dolaştığı Berkeley’de nerdeyse bir tek o takım elbiseliydi.
Kaczynski, 1969’da hiçbir gerekçe ileri sürmeden öğretim üyeliğini bıraktı. Ailesiyle geçirdiği iki yılın ardından 1971’de, orman içinde bir buçuk dönüm kadar arazi alarak alternatif yaşam arayanlarının akın ettiği Montana’ya yerleşti. On iki metrekarelik bir orman kulübesinde elektrik, su, radyo, televizyon, bilgisayar gibi şeylerden uzak, sâde ve dingin bir hayat sürmeye başladı. Kendi yetiştirdiği sebzelerin yanı sıra, küçük çaplı avcı-toplayıcı tarzla besleniyordu.
Montana ormanlarında gözlerden ırak bir hayat sürdürüyorken nihayet uygarlık gelip kapısına dayandı: Bir otoban yapımı nedeniyle yakın çevresindeki ağaçlar tek tek kesiliyordu. Yaşanacak başka bir yer arayışındansa tekno-sanayi sistemine karşı eyleme geçmeye karar verdi. Böylece 26 Mayıs 1978’de, Montana ormanlarındaki yaşamının yedinci yılında, ilkini Chicago Northwestern Üniversitesi’ne yolladığı bombalı paketler serisine başladı. 18 yıl boyunca FBI’yı peşinden koşturan Kaczynski, Nisan 1996’da kulubesine yapılan bir operasyonla tutuklanıp müebbet hapse mahkum edilmişti. Özgün fikirleriyle anarşizme farklı bakış açısı kazandıran Kaczynski, 27 yıldır hapis yatıyordu.
Theodore John Kaczynski was born the May 22 1942 in Chicago, Illinois. At the age of 6 months he had to be hospitalized due to a severe allergic reaction to medication. His mother was not allowed to visit him during that time, a standard hospital policy in 1943. In his early years Ted Kaczynski was extraordinarily shy. Despite his parent’s encouragements to go out and play with others, he remained aloof and a loner. Having an IQ of 170 (signifying genius intelligence) he skipped two grades going from the 5th directly to the 7th. In 1958 at the age of 16 he was entering Harvard University earning a bachelor’s degree in mathematics in 1962. He then earned a master and a Ph.D in mathematics from the University of Michigan. He had a successful research career here and taught undergraduate for three years though he continued to make few friends. He quit in the fall of 1967 and was hired as an assistant professor of mathematics at the University of California, Berkeley. He resigned without explanation on June 30 1969. In June 1971 Ted and his brother David purchased a 1.4-acre lot in Lincoln, Montana. He built his infamous 10-by-12 wood cabin on the site by hand. In the mid-70s Kaczynski live and work in Salt Lake City.
On May 26, 1978 Professor Buckley Crist of Northwestern University received a package whose return address was not his but he had no recollection of sending the parcel. He became suspicious and called the campus police. When the police officer opened the package it exploded. He received minor injuries. That was the first bomb placed by whom the FBI later called “The Unabomber”. Over the course of 18 years (1978-1995), the Unabomber, generally accepted to be Ted Kaczynski acting alone, placed or mailed 23 package bombs. These bombs killed 3 persons and wounded 16.
On September 19 1995, the New York Time editor received a letter. According to the text, the Unabomber suggest a “bargain”: if his lenghty manuscript was published, he would cease sending bombs. The Washington Post and New York Times split costs and published the Unabomber’s manuscript, known as the “Manifesto”.
In 1996, David Kaczynski, Ted’s brother, began to make connections between his brother’s earlier writings and the manifesto. He contacted the FBI saying that he might know who the Unabomber was. Ted was arrested at his Montana cabin. Bomb-making material was found and a fully-functionnal live bomb was also found under his bed. In 1997 he was diagnosed suffering paranoid schizophrenia. In 1998, during his trial, the defense and the prosecutor reached a plea bargain: Ted would plead guilty to all charge and get a life sentence without possibility of parole, escaping the death penalty he might have received. He is currently serving his sentence at the supermax federal penitentiary of Florence, Colorado.
‘Teknolojiye Karşı’, John Zerzan’ın 23 Nisan 1997 tarihli konuşmasıdır. Türkçe’ye Anarşist Bakış tarafından çevrilmiştir.
Geldiğiniz için teşekkürler. Bu öğleden sonra sizin Luddit’iniz olacağım [Luddite: 19. yy. İngiltere’sinde Sanayi devrimine karşı çıkan, makinalara zarar vermek yoluyla aktif direniş gösteren işçi gruplarına mensup kişiler]. Sembolik bir Luddite olarak, bu popüler olmayan veya tartışmalı bayrağı taşımak bana düşüyor. Zaman kısıtı nedeniyle vurgu daha ziyade maddelere indirgenmiş bir şekilde derinlikten çok genişliğe yapılacaktır. Ancak bunun biraz genel tespitler niteliğinde olacak konuşmamın ikna ediciliğine zarar vermeyeceğini umut ediyorum.
Bana öyle geliyor ki bizler kısır, fakirleştirilmiş, teknikleşmiş bir yerdeyiz, ve bu özellikler birbirleriyle ilişkili. Teknoloji, anlayışı genişlettiğini iddia ediyor, ancak bu genişletme öyle gözüküyor ki, bu taahhütün iddia ettiğinin tam aksine anlayışı köreltiyor ve dumura uğratıyor. Teknoloji günümüzde her alanda, her şey için çözümler sunuyor. Cevabının olmadığı herhangi bir seyi düşünmeniz oldukça zor. Ancak neredeyse her olayda, üstesinden geleceğini söylemek için ortaya çıktığı sorunu ilk önce kendisinin yaratmış olduğunu unutmamızı istiyor. Sadece biraz daha teknoloji. Daima bunu söyler. Ve bugün sonuçları herzamankinden daha açık seçik gördügümüzü düşünüyorum. Her şeyin toplum genelinde bilgisayara bağlanmasıyla, bilgisayar denizi bir çesitlilik, bir tam erişim zenginliği sunuyor; ancak yine de Frederick Jameson’un söylemiş olduğu gibi, tarih boyunca en fazla standartlaşmış olan toplumda yaşıyoruz. Buna “araçlar ve amaçlar” önermesiyle bakalım; araçların ve amaçların eş derece geçerli olması gerekir. Teknoloji tarafsız [nötr] olduğunu, sadece bir alet olduğunu, değerinin ve anlamının yalnızca nasıl kullanıldığına dayandığını iddia ediyor. Bu yolla araçlarının üstünü örterek amaçlarını gizliyor. Öz, içsel mantık, tarihsel gömülmüşlüğü [embeddedness] veya diğer boyutları anlamında ne olduğunu anlamanın hiçbir yolu yoksa, o halde teknoloji dediğimiz şey yargıdan kaçınmaktadır. Geçerli veya iyi amaçlara, kusurlu veya geçersiz araçlarla ulaşamayacağınız etik kuralını genellikle kabul ederiz, ancak araçlara bakmadıkça nasıl bir değerlendirme yapabiliriz ki? Eğer bu asli varlığı, temelleri anlamında düşünmemiz gerekmeyen bir şeyse, bunu yapmak imkansızdır. Demek istediğim, herhangi bir klişeyi tekrar edebilirsiniz. Geçerliliği olduğunu düşündüğüm araçlar ve amaçlar tezi bir ahlaki değer olduğu için, bu bir klişe olmaması umut edilen türden bir şeydir.
Bu noktayı açığa kavuşturmak maksadıyla çok sayıda insan veya vakadan bahsedilebilir. Örneğin, Marks önceleri teknolojinin ne olduğu, üretimin ve üretim araçlarının ne olduğuyla ilgilenmişti; ve çogu insan gibi bunun temelinde isbölüşümü olduğunu tespit etmişti. Ve bu nedenle, işbölümünün ne kadar gelişmeyi engelleyici ve ne kadar olumsuz olduğu hayati bir sorudur. Ancak Marks, çok fazla incelenmemiş olduğunu bildiğimiz bu sıradanlıktan, hangi sınıfın teknoloji ve üretim araçlarına sahip olduğu ve onları kotntrol ettiği, mülksüzleştirilmiş sınıfın, yani proletaryanın teknolojiyi burjuvaziden nasıl ele geçirecegi gibi çok farklı sorulara yöneldi. Bu, teknolojiyi incelemek ve değerlendirmekten oldukça farklı bir vurguydu, ve daha önce ilgilendiği şeyleri terk ettiğini gösterir.
Tabii ki, bu noktada Marks hiç şüphesiz ki teknolojinin olumlu, iyi bir şey olduğunu düşünüyordu. Bugün, bunun yalnızca bir alet, tarafsız bir şey olduğundan, meselenin tamamen teknolojinin araçsal kullanımından ibaret olduğundan bahseden insanlar teknolojinin gerçekten de olumlu bir şey olduğuna inanıyorlar. Ancak onlar biraz daha ihtiyatlı olmak istiyorlar; yani bir kere daha ifade edersem, benim belirttiğim nokta, onun tarafsız oldugunu söylüyorsanız, olumlu olduğu iddiasının gerçekliğini test etmekten kaçınıyorsunuzdur. Diğer bir deyişle, onun olumsuz veya olumlu olduğunu söylerseniz, o zaman onun ne olduğuna bakmanız gerekir. Onu öğrenmeniz gerekir. Ancak eğer nötr olduğunu söylerseniz, bu inceleme yapmanın önünü oldukça iyi bir şekilde keser. Şimdi, sürekli duyup durduğum bir alıntıyı size söylemek istiyorum, zeki bir matematikçiden oldukça anlamlı bir alıntı ve –Ted Kaczynski değil!- Britanyalı bir matematikçiden, Alan Turing’den; ve eminim ki bazılarınız 1930 ve 40’larda bilgisayarların teorik temellerin pek çoğunun onun tarafından oluşturulduğunu biliyorsunuzdur. Yine, 50 yıl önce Oscar Wilde’a karşı yapılan fiile benzer bir şekilde, eşcinsel olmasından ötürü kaynaklanan bir dava nedeniyle 50’lerde kendi canına kıydığı da bahsedilmeye değerdir. Her neyse, bundan bahsediyorum (bu trajik olguyu, eşcinseldi, sonu da bu nedenle böyle oldu diye küçümsemek falan istemiyorum), ancak bir elmayı siyanürle boyayıp sonra da onu ısırarak canına kıymıştı; ve bu bana, bilgi ağacının yasak meyvesini, ve (sonuçta ne olduğunu hepimizin biliyoruz) onun buna ilişkin bir şey söyleyip söylemediğini düşündürüyor. Çalışma, tarım, sefalet ve teknoloji, tümü ondan kaynaklanıyor. Ve bu arada Apple bilgisayarlar hakkında düşünüyorum. Neden elma’yı kullanmışlardı ki? Bu benim için gizemli bir şey. [gülüşmeler.]
Her neyse, bu konu dışına taşmanın ardından, bahsettiğim alıntıya geri dönelim. 1950’de Mind dergisindeki makalesinin ortalarında, şöyle diyordu: “İnanıyorum ki, yüzyılın sonunda, kelimelerin kullanımları genel eğitimli kamuoyu görüşünde öylesine değişmiş olacak ki, aksi iddia edilmesi beklenmeyecek şekilde düşünen makinalardan bahsedilebilecek.” Burada bana göre oldukça ilginç olan şey, yüzyılın sonuna doğru insanların, makinaların düşündüklerini anlamakta zorlanmayacakları ölçüde ilerlemiş hesap yapan makinalara [computing machines] sahip olacağız demiyor (o zamanlar onlara hala hesap yapan makinalar deniliyordu), Şöyle diyor; “… kelimelerin kullanımları genel eğitimli kamuoyunun görüşünde öylesine değişmiş olacak ki.”
Şimdi, bunu muhtamelen onun aklında olandan farklı şekilde okuyorum; ancak bunun üzerine düşünürseniz, bunun toplum ile teknoloji arasındaki karşılıklı ilişki sorusuyla bir ilgisi vardır. Onun oldukça haklı olduğunu düşünüyorum; ama yine yapay zeka -tabii ki o zaman bu öyle adlandırılmıyordu- çok ilerlemiş olması nedeniyle değildi bu. Aslında, benim anladığım şekliyle, fazlasıyla tutkulu iddiaları açısından pek iyi bir performans sergilememiştir. Ancak bazı insanlar şimdi bu düşünceyle [nosyonla] oldukça ciddi bir şekilde uğraşıyorlar. Aslında, makinaların hissedip hissetmedikleri ve makinaların hangi noktada canlı olup olmadıklarıyla ilgili küçük ama dikkat çekici bir yazın da var. Ve bunun sebebi Yapay Zeka’nın çok ilerlemiş olması değil bana göre. 80’lerin başlarında, bunun “eşiğinde olduğumuz” şeklinde çok fazla laf söyleniyordu, ve ben bir YZ [yapay zeka] uzmanı değilim, ancak fazla bir ilerleme olduğunu sanmıyorum. Sanırım bayağı iyi satranç oynuyor, ancak bu diğer başarıların veya seviyelerin yakınına dahi gelmiş olduğunu düşünmüyorum.
Bilgisayarlara ilişkin algıdaki değişimi açıklayan şeyin, son elli yılda yaşanan büyük yabancılaşmanın sebep olduğu deformasyon [biçimsizleşme] olduğunu düşünüyorum. İşte bu nedenle bazıları, ve umuyorum ki sayıları pek fazla değil, bilgisayarların canlı oldukları hakkında bu noktaya tutunuyorlar.
Yapabilecekleri şeyler anlamında ise, bana öyle geliyor ki, bizlerin giderek makina-benzerleri olmamız anlamında insanlar ile makinalar arasındaki uzaklık azalırken, makinaları insan-benzeri olarak görmek açıkça daha kolaylaşlaşıyor. Bunun hakkında aşırı dramatik olmak istemiyorum, ancak giderek daha fazla sayıda insanın yaşamak bu mu veya sadece devinimler içinde mi gidiyoruz diye merak ettiğini düşünüyorum. Ne oluyor? Her şey yaşamın dışına mı süzülüyor [atılıyor]? Bütün bir doku ve değerler ve benzeri şeyler kuruyup gidiyor mu? Bu konu aslında birçok başka sunum yapılmasını gerektiriyor, ancak bu pek de teknolojinin fiili ilerlemesi değil: Eğer makinalar insan olabilirse, insanlar da makina olabilirler. Gerçekten de korkutucu olan nokta bu ikisi arasındaki mesafenin kısalması.
Benzer başka bir alıntı da yine bu çöküşe [descent] işaret ediyor, bilgisayar iletişimi uzmanı J.C.R. Licklider’dan kısa bir alıntı. 1968’de şöyle demişti: “Gelecekte, bir makina aracılığıyla yüz yüze olduğundan daha fazla iletişim kurabileceğiz.” Bu bir yabancılaşma [estrangement, bozuşma, kayıtsızlık hali] değilse, ne olduğunu bilmiyorum. Aynı zamanda, kültürel gelişme açısından bir diğer çarpıcı yön de, yabancılaşma [alienation] kavramının ortadan kaybolması, neredeyse tamamen kaybolmuş durumda. Son yirmi yıldaki kitapların fihristlerine bakacak olursanız, yabancılaşma”nın artık orada yeri yoktur. Sanırım, o kadar banal bir hale gelmiştirki, hakkında konuşmanın anlamı bile kalmamıştır.
Başka bir konuda bir siyaset teorisyeninin, Anthony Giddens’in, sanırım aslında Sir Anthony Giddens, yeni bir değerlendirmesini okuyordum. “Kapitalizmin, kendisine karşı alternatifleri yok ettiği anda, bir inceleme nesnesi olarak ortadan kaybolmuş olması”nı dikkate değer buluyordu. Başka bir sistemin olmaması halinde başka incelenebilir ne var ki diye düşünülebilir. Ama hiç kimse bunun hakkında konuşmamaktadır;. sadece verili bir şeydir. Açıkça kabullenilmiş ve dikkatle incelenmemiş bir başka basmakalıp şeydir. Ve, tabii ki, sermaye giderek teknolojikleşmektedir. Oldukça bariz bir şey. Bunun Net’de gezinmek veya İdaho’daki kuzeninize e-mail atmak veya benzeri bir şey olduğunu düşünen insanlar, sermayenin hareketinin bilgisayarın temel işlevi olduğu olgusunu göz ardı ediyorlar. Bilgisayar, daha hızlı işlemler, malların daha hızlı değişimi ve benzeri şeyler içindir. Bunun belirtilmesine bile gerek yok.
Yani, her neyse, tüm bir alanın veya zeminin nasıl hareket ettiği, bizim teknoloji algımızın ve ona atfettiğimiz değerlerin nasıl değiştiği temasına geri dönersek, bu genellikle hissedilmez bir şekilde olur. Freud medeniyetin tam olgunlaşmasının evrensel bir nevroz anlamına geleceğini söylemişti. Ve bu, üzerine düşündüğünüzde, fazlasıyla iyimser gözükmekte. Gördüklerim karşısında fazlasıyla rahatsızlık hissediyorum. 15-19 yaş grubundakiler içinde intihar oranının 1961’den bu yana %600 arttığı Oregon’da yaşıyorum. Bu, ergenliğin ve toplumun eşiğine gelen, onu üzen gençlikten başka bir şey olmadığını düşünüyorum; ve ne görüyorlar? Mahrum edilmiş [bereft, büyük bir yoksunluk hali] bir yer görüyorlar. Onların bilinçli bir şekilde bu türden bir formülasyondan geçtiklerini söylemiyorum, ancak bir şekilde bir değerlendirme yapılıyor, ve bazıları basitçe vazgeçiyorlar.
En gelişmiş ülkelere ilişkin birçok çalışma ciddi depresyon oranının her on yılda bir ikiye katlandığını gösteriyor. Yani bu, eğer şu anda sadece günü geçirmek için anti-depressan ilaçlar kullanan yeterince insan olmasaydı, bunları biz hepimiz çok daha önceden alacaktık demek oluyor. Bu ürpertici gerçekten çıkarsamalar yapabilirsiniz. Bunun neden böyle sürüp gitmeyeceği hakkında bir sebep arıyorsanız, bu neredeyse toptan bir değişimden başka ne olabilir ki?
Ve birçok başka şey. Okur-yazarlıktan uzaklaşma. Bu oldukça şaşırtıcı olan, oldukça temel bir şey, ancak insanların artık anlamı olmayan bir şeyden içgüdüsel olarak [viscerally] uzaklaştıklarını düşünürseniz pek de şaşırıtıcı gelmiyor. Toplu cinayetlerin sayısındaki patlama. Bu, birkaç on yıl önce, bu şiddet dolu ülkede bile duyulmamış bir şeydi. Şimdi tüm ülkelere yayılıyor. L.A. [Los Angeles] veya ABD’nin herhangi bir yerinde olduğu gibi İskoçya’da veya Yeni Zelanda’da, bir McDonalds’da veya bir okulda veya başka bir yerde böylesine dehşet verici bir şeye rastlamadan gazete okumanız bile bayağı zor.
Rancho Santa Fe. Bu alıntıyı haberlerden muhtamelen hatırlayacaksınız. Oradaki Cennetn Kapıları grubunun üyesi olan bir kadın hakkında. “Belki de ben deliyim, ama umurumda değil. 31 yıldan beri burada yaşıyorum, ve burada bana göre hiçbir şey yok.” Sadece kült üyeleri için değil, boşluğu inceleyen pek çok kişi için bunun bayağı bir anlamı olduğunu düşünüyorum.
Ekolojik bir felaketten başka bir şey olmayan dışsal doğamızın kriziyle birbirine bağlanan içsel doğamızın krizi, tamamen insanlıktan çıkma [dehumanization] ihtimaliyle karşı karşıyayız. Bu ilki ile canınızı sıkmayacağım; buradaki herkes bunun tüm özelliklerini, türlerin hızla yok olmasını, vb. vb. biliyor. Oregan’da, örneğin, doğal, orijinal ormanlar yüzde bire kadar düştü; som balığı nesli tükenmenin eşiğinde. Bunu herkes biliyor. Ve bu, teknolojinin hareketiyle ve onunla ilgili olan diğer şeylerle birlikte daha da hızlandı.
Marvin Minsky — sanırım 80’lerin başındaydı– beynin etten yapılmış üç poundluk [yaklaşık 1350 gram] bir bilgisayar olduğunu söylemişti. Önde gelen Yapay Zekacılardan birisiydi. Ve ardından bir sürü şey geldi. Sanal Gerçekliğimiz var. İnsanlar, bakılacak veya uğraşılacak pek bir yönü kalmayan nesnel toplumsal varoluştan uzaklaşmak amacıyla sürüler halinde oraya doğru yönelecekler. İnsanların klonlanması muhtamelen birkaç ay uzaklıktaki bir konu. Her zaman taze dehşetler. Eğitim. Çocukları beş yaşına geldiklerinde bilgisayarın başına bağlayın. Buna “bilgi üretimi” diyorlar. Ve onun hakkında söyleyebileceğinizin en iyi şey budur.
Extropy dergisine katılımcılarından Carnegie-Mellon’daki Hans Moravec’den bir alıntı yapmak istiyorum. Şöyle diyor: “Nihai sınır, her faaliyet parçasının anlamlı bir hesaplama haline getirildiği bir arena olacaktır. Evrenin yaşanılan kısmı bir siber-alana dönüştürülecektir. Böylece en derin zihinsel süreçlerimizin bir kısmını parça parça daha fazla siber-alanla -yapay zekadan satın alınan uygun programlar ve benzeri şeylerle- değiştirmeye, kendimizi giderek ona benzeyen bir şeye dönüştermeye meyledebiliriz. En sonunda, düşünme yöntemlerimiz orijinal bedenimizin, aslında herhangi bir vücudun, tüm kalıntılarından tamamen kurtulabilecektir.” Bunun bir yorum gerektirdiğini sanmıyorum.
Ancak tabii ki aksi sesler de var. Tüm bu gelişmelerden oldukça endişelenen insanların yaptıkları analizler de var. Bunların en iyilerinden birisi, 40’larda yazılmış olan Horkheimer ve Adorno’nun Aydınlanmanın Diyalektiği çalışması. Eğer teknoloji tarafsz değilse, o zaman mantığın da tarafsız olmadığını oldukça kuvvetli bir şekilde öne sürerler. “Araçsal mantık” dedikleri şeyin eleştirisini geliştirirler. Mantık, medeniyet ve teknolojinin bayrağı altında, esasen uzaklaştırmaya ve denetime eğilimlidir. Tüm hikayeyi birkaç cümlede özetleyecek değilim, ancak kitabın hatırlanmaya değer parçalarından birisi Odyssey’den, Homer’den, Odysseus’a -Odysseus’un denizde sirenleri [siren, Yunan mitolojisinde şarkılarıyla denizcileri tehlikeli sulara çekerek ölmelerine sebep olan yarı kadın yarı kuş şeklindeki mitolojik varlık] geçmeye çalıştığı, Avrupa medeniyetinin temel metinlerinden birisi- baktıkları kısımdır. Horkheimer ve Adorno, bunun, oldukça erken bir zamanda, tensel, Eros, tarih-öncesi, teknoloji-öncesi ile geçmişe dönme ve başka bir şey yapma projesi arasındaki gerilimi resmettiğini ortaya koyarlar. Odysseus’un kendilerini gemi direklerine bağlayan, kulaklarını balmumuyla tıkayan kürekçileri vardır; böylece zevk tarafından ayartılmayacak, ve medeniyet ile teknolojinin baskıcı, tensellikten yoksun yaşamına katlanabilecektir.
Tabii ki, yabancılaşmanın [bozuşmanın] birçok başka işareti de vardır. Descartes, 350 yıl önce, “Bizler, doğanın efendileri ve sahipleri haline gelmeliyiz” demişti. Ancak Horkheimer ve Adorno’nun ve diğer başkalarının eleştirilerinde dikkat edilmeye değer şeyin şu olduğunu düşünüyorum: eğer toplum doğaya baş eğdiremezse, o zaman toplum daima doğaya tabi olacak, ve sonuçta da ortada muhtamelen toplum falan olmayacaktır. Bu uyarıyı, bu şartı daima ifade ederler, ki bu dürüstlüklerinden dolayı onlar için olumludur; ancak bu onların eleştirilerinin etkilerini frenlemektedir. Onu daha az siyah-beyaz bir şey haline getirir, çünkü doğanın hakimiyetinden gerçekte kaçınamayız, ve her şeyin, bizzat varoluşumuzun dayandığı şey de budur. Teknolojik yaşamı eleştirebiliriz, ancak o olmaksızın halimiz nice olurdu?
Ancak son 20, 30 yılda çok çok muazzam etkileri olan bir şey gerçekleşti, ve bunun pek öyle ortaya getirildiğini de düşünmüyorum. Geçmişte, medeniyetin dışında kalan yaşamın gerçekten de nasıl bir şey olduğu hakkında ilmi fikirlerde toptan bir düzeltme yaşandı. Medeniyetin, dinin, devletin, polisin, orduların, buna benzer şeylerin asli ideolojik temellerinden birisi, medeniyetten önce oldukça kana bulanmış, korkunç, insanlık dışı bir durum varolduğu düşüncesidir. Bunun uysallaştırılması ve özel olarak öğretilmesi gereklidir. Bu Hobbes’dir. Bu, medenileşme öncesi hayatın iğrenç, kaba ve kısa olduğu şeklindeki ünlü düşüncedir; ve insanlığı korku ve hurafalerden, dehşetli koşullardan kurtararak medeniyete ulaştırmak için, Freud’un “içgüdüsel özgürlükten zorla vazgeçme” dediği şeyi yapmanız gerekir. Bunu yapmak zorundasınızdır. İşte bu da onun maliyetidir. Her neyse, bunun tamamen yanlış olduğu ortaya çıkmıştır. Şüphesiz ki, yeni paradigmanın bazı kısımları, bazı ayrıntılar üzerinde anlaşmazlıklar vardır, ve yazının büyük bir kısmının bundan radikal sonuçlar çıkardığını da düşünmüyorum. Ancak 70’lerin başından beri, yaşamın bundan iki milyon ya da daha fazla yıl önce, yaklaşık 10.000 yıl önce sona eren bir dönemde -ki bu zaman olarak neredeyse bir hiçtir,- nasıl olduğuna dair oldukça çarpıcı bir resme sahibiz.
Tarih öncesi dönem artık zekayla, eşitlik ve paylaşmayla, boş zamanla, büyük bir cinsel eşitlikle, gürbüzlük ve sağlıklılıkla, örgütlü şiddetin hiçbir emaresinin olmamasıyla nitelendiriliyor. Bunun şok edici olduğunu düşünüyorum. Bu neredeyse toptan bir yeniden değerlendirme. Tabii ki hala kadını saçlarından tutarak mağaraya doğru sürükleyen mağara adamı, tamamen vahşi ve insanlık-dışı bir yaratık olarak Neanderthal vs. gibi karikatür benzeri imajlarla yaşıyoruz. Ancak gerçek resim tamamen değişmiştir.
Buna ilişkin kanıtlar ve argümanların ayrıntılarına girerek zamanınızı almayacağım, ancak birkaç tanesinden bahsetmek istiyorum. Örneğin, paylaşım hakkında nasıl bir şeyler söyleyebiliyoruz? Bu biraz 60’ların tezlerine benziyor, değil mi? Ancak bu, ocaklar, ateş yakılan yerler, muhtamelen geçici olan yerleşim yerleri atrafındaki kanıtların incelenmesine dayanan basit bir şey aslında. Eğer bir ateş etrafında tüm güzel yiyeceklerin bulunduğunu görürseniz, bunun anlamı aşağı yukarı şefin ve diğer herkesin pek az veya hiçbir şeye sahip olmadıklarıdır. Ancak eğer herkes tamamen eşit miktarda nesnelere sahipse, o zaman bu bir eşitlik durumunu gösterir. Thomas Wynn tarih-öncesi zekayı başka bir ışık altında görmemize yardımcı olmuştur. O, basit bir taş alette bile donup kalan ve/veya gizli kalan anlamında Piaget’e dikkatimizi çekti; ona benzer bir şeyi ortaya çıkarmak ve bir alet yapmak için gerçekte neler yapıldığını göstermek amacıyla, onu sekiz farklı aşama, adım ve yöne ayırdı. Ve bunun en azından bir milyon yıl önce olduğu sonucuna vardı –benim görebildiğim kadarıyla yazında bunu çürüten bir şey yok; Homo bugünkü yetişkin bir insanınkine eşit bir zekaya sahipti. Birisi kalkıp da, tamam kültür öncesi dönemde ortalık biraz güllük gülistanlık olsa da, uzak atalarımız o kadar sönüktüler ki, tarımı, hiyerarşiyi ve tüm diğer halikulade şeyleri yapmayı beceremediler diyebilir pekala. Ancak eğer bu doğru değilse, o zaman resmin tümüne oldukça farklı bir gözle bakmaya başlarsınız.
Bir başkası: Marshall Sahlins’in Taş Devri Ekonomisi kitabı 1971’de yayınlandı, argümanların birçoğu mevcut avcı-toplayıcı insanlara, onların ne kadar çalıştıklarını gözlemlemeye -ki bu çok, çok azdı- dayanıyordu. Bu arada, onun Michigan Üniversitesi antropoloji bölümü başkanı olduğunu da belirteyim, yani saplantılı veya marjinal bir şahsiyetten bahsetmiyoruz. Antropoloji ve arkeoloji yazınına bakacak olursanız, düşündüklerimizde oldukça hayrete düşürücü düzeltmeler yapıldığını görebilirsiniz. Bu sanırım sizin medeniyetin belki de iyi bir şey olmadığını düşünmeye başlamanıza yol açacaktır. Her zaman sorulan soru, insanlığın tarımı bulmasının neden bu kadar uzun zaman aldığı sorusudur. Yani bunu görece daha dün, 10.000 yıl kadar önce düşünebilmişlerdi. Ama buradaki asıl soru tarıma neden başlamış olduklarıdır. Ki bu aslında medeniyeti niye başlatmış oldukları sorusudur aslında. İşbölümüne dayanan bir teknolojiyi neden başlattılar? Eğer bir zamanlar sıfır işbölümüne dayanan bir teknolojiye sahiptiysek eğer, benim için bunun oldukça çarpıcı sonuçları vardır; bu beni bir şekilde o noktaya geri gitmenin mümkün olduğunu düşünmeye sevk ediyor. Daha yüksek bir koşula, bana göre gerçekliğe oldukça yakın, bütünlük durumuna benzer bir koşula yeniden bağlanabiliriz.
Konuşmamın sonuna oldukça yaklaştım. Heidegger’den bahsetmek istiyorum. Heidegger pek çokları tarafından yüzyılımızın en derinlikli veya en özgün düşünürlerinden birisi olarak kabul edilir. Teknolojinin felsefenin sonu olduğunu düşünüyordu; ve bu, teknolojinin toplumu gittikçe daha fazla kuşatmasıyla [içine almasıyla] birlikte, her şeyin, hatta düşünmenin bile, onun için öğütülen, üretim için öğütülen bir şey haline gelmesi görüşüne dayanıyordu. [Felsefe] ayrı olma özelliğini, ondan bağımsız olma özelliğini kaybeder. Görüşü kısaca olsa da bahsetmeye değer. Şimdi de favori konularımdan birisine geliyorum; Heidegger’in, bunu görebilecek kadar yaşayabilseydi, zihninde olacağından emin olduğum postmodernizm. Burada postmodernizmle beraber mantığın tamamen tahtından feragat ettiğini düşünüyorum. Bu o kadar yaygınlaşmış bir şey ki, ama yine de çoğu insan ne olduğunu bilmiyor. Tamamen içine gömülmüş olmamıza rağmen, bugün bile pek azımız bunu kavramış durumdayız. Belki de bu, kendi tarzında, daha önce değindiğim banalliklere benziyor. Yani, ona yabancı olanı zararsız duruma getiren şey basitçe kabul ediliyor ve nadiren sorgulanıyor.
Böylece bir takım ev ödevleri yapmaya başladım, ve o zamandan beridir bunun üzerine bazı şeyler de yazdım, ve temel şeylerden birisi -zaten bilenlerden özür dilerim bu açıklamalarım için- Lyotard’ın 70’lerdeki Postmodern Durum adlı kitabından kaynaklanıyor. O, postmodernizmin özünde “meta-anlatılara karşı bir antipati”, yani bütünün, genelin, ve bütünü kavrayabileceğimiz şeklindeki küstahça fikrin reddi olduğunu savunuyordu. Bütünün totaliter olduğu fikrine dayanmaktadır. Bir şeyin bütününü algılayabileceğinizi düşünmeye çalışmak? Pek de iyi değil. Bunun üzerine bayağı bir düşündüm; bu arada, aydınlar arasında Fransa’da uzunca zamandır egemen olan Marksizme karşı bir tepkiydi bu; bundan ötürü ortaya çıkan aşırı bir karşı tepki olduğunu düşünüyorum.
Yani bütünlük karşıtı bir görüş açısı ve tutarlılık karşıtı bir görüş açısı var ortada; şüphe edilmesine ve hatta tiksindirici bir şey olduğu düşünülmesine rağmen. Her şey bir yana, (ve muhtamelen burada Horkheimer ve Adorno ile uzlaşıyordu), Aydınlanma düşüncesinin bize getirdikleri nelerdi? Modernist, genelci, bütünlüğe odaklı düşüncenin bize kazandırdıkları neydi? Auschwitz, Hiroşima, nötron bombaları, bunları hepiniz biliyorsunuz. Postmodernizmin belki de herşeyi bir kenara attığı, ve bir şeye karşı, yani üşüşen [unrushing, saldıran] teknolojiye karşı hiçbir savunmasının olmadığı hissine kapılmak için bu tür şeyleri savunmanıza gerek yok.
Benzer şekilde, postmodernizm, kökenler [origins] fikrine de karşıdır. Kökenler fikrinin yanlış bir fikir olduğunu düşünürler (tüm bunlar büyük genellemelerdir; muhtamelen küçük vurgu farklarına sahip olanlar bulunmaktadır.) Bizler bir kültürün içinde yaşıyoruz. Her zaman bir kültürün içinde yaşadık. Daima da bir kültürün içinde yaşayacağız. Bu nedenle kültürün dışından bakamayız. Bu nedenle, doğaya karşı kültür türü bir şey yanlış bir düşünce olur. Onlar bunu da reddediyor, ve bu nedenle şimdinin anlaşılmasını engelliyorlar. Bir nedenselliğin veya gelişmenin kökenlerine veya başlangıç noktalarına geri dönemezsiniz. Bununla ilgili olarak, tarih oldukça keyfi bir kurgudur; kurgulardan birisi en azından bir diğeri kadar iyidir. Keza parça parça olana [fragmentary], çoğulculuğa, çeşitliliğe, tesadüfi olana vurgu da vardır. Ama soruyorum, nerede tesadüfilik? Nerede çeşitlilik? Nerede? Bence, olayların genel gidişatı ve bu gidişatın anlamı bağlamında dünya giderek ıssız ve tek parçalı hale geliyor. Sınırlar ve yüzeyler hakkında vurgu yaparak etrafta dolaşmak, yüzeyin altına bakamayacağınız bu tavır, bana göre etiksel ve entelektüel bir korkaklıktır. “Gerçek ve anlam?” Bence bu tamamen saçmalık. İşi bitmiş bir şey. Buna benzer terimleri daima tırnak içine koymak. Postmodern yazılara baktığınızda bayağı bir şeyin tırnak içine alındığını görürsünüz. Ortada bayağı bir ironi var, tabii ki. Kinizmin eşiğinde bir ironi, popüler kültüre baktığınızda her yerde bunu görürsünüz. Potmodernizme göre, bu bütüne yakın bir şeydir. Her şey kaymaktadır. Fazlasıyla parçalara bölünmüştür. Bireye karşı yapılandan uzak durmanın nasıl mümkün olduğunu ve doğadan geriye ne kalacağını pek anlayamıyorum.
John Zerzan: On Modernity and the Technosphere, Binghamton University; April 2, 2008
Postmodernizmin teknolojinin büyük bir suç ortağı olduğunu ve genellikle onu açık açık kucakladığını düşünüyorum. Lyotard, “veri bankaları yeni doğadır” demişti. Tabii ki, eğer kökenleri dışarda bırakırsa, doğanın ne olduğunu nasıl bilebilir ki? Onların da kendilerine özgü bütünlük-türü varsayımları var, ancak ona yakalanmak istemiyorlar. Yalnızca eski moda insanların bu oyunu oynamak istemediklerini düşünüyorum. Bir alıntı daha: Current Anthropology dergisinin Haziran 1994 sayısında Profesör Escobar’dan. Teknolojinin norm [kural] olanı ve dışarda bırakılacak olanı nasıl belirlediğine ilişkin iyi bir alıntı. Şöyle diyordu: “Teknolojik buluşlar, hakim dünya görüşüne göre, dönemin teknolojisini meşru ve doğal kılmak üzere bir diğerini dönüştürür genellikle. Doğa ve toplum, günün teknolojik gereklerini kuvvetlendirecek şekilde açıklanmaya başlanırlar.” Gayet iyi ifade edildiğini düşünüyorum.
Böylece teknoloji hakkındaki oldukça temel bir yanlış inançla başladım. Teknoloji tarafsız değildir, toplumun bir parçası olarak toplumsal konumlanmasından veya gelişiminden bağımsız duran ayrı bir alet değildir. Sanırım diğeri ise, evet, teknoloji hakkında istediğiniz kadar konuşabilirsiniz, ancak o işte burada, amansız bir şey, ve onun hakkında konuşmanın faydası ne? Bu kaçınılmaz bir şey değil mi?. Yalnızca biz hakkında hiçbir şey yapmadığımız zaman, kaçınılmaz hale gelir. Bunun gayet açık bir meydan okuma olduğunu düşünüyorum. Hayal edilemez olan gerçekleşecek. Şu anda gerçekleşmekte. Ve eğer bir geleceğimiz varsa, bu ona kafa tutacağımız için, farklı bir görüşümüz olduğu için, ve onu parçalamayı düşündüğümüz için olacaktır.
Bu arada, eğer bir geleceğimiz varsa, gerçek suçluların kimler olduğu ve Unabomber’ın kimi çağrıştırdığı hakkında farklı bir görüşe sahip olabiliriz: John Brown belki de; ve John Brown gibi bizi kurtarmaya çalışan birisi.
John Zerzan Anti-Authoritarians Anonymous PO Box 11331 Eugene, Oregon 97440
Aboriginal man using newly installed phone for the first time in Arnhem Land, Australia. (1975)
Zamanın Başlangıcı,Zamanın Sonu
John Zerzan
Çeviren: Cemal Atila, Kaos Yayınları
Günümüzün en saplantılı kavramlarından biri nasıl ki zaman denen maddi gerçeklik ise, kendinden menkul zaman anlayışı da sosyal yaşamın ilk yalanı olmuştur. Başka türlü söylemek gerekirse, insan doğadan kopmadan önce zaman diye bir şey yoktu. Bu can alıcı şeyleşme -zamanın başlangıcı- İlk Günah’ı; yani yabancılaşmanın ve tarihin başlangıcını teşkil eder.
Spengler bir kültürü başka bir kültürden ayıran özelliklerin zamana atfedilen sezgisel anlamlar olduğunu gözlemlerken, Canetti, zamanı düzenlemenin tüm yönetimlerin başlıca özelliği olduğunu belirtmiştir. Öte yandan, topluluktan yola çıkıp uygarlığa varan akışın kendisi de zamana dayandırılmaktadır. Zaman teknolojinin temel dili ve tahakkümün ruhudur.
Zamanın günümüzde kazandığı erişilmez hız ve buna ek olarak zamanı uzamsallaştırma doğrultusundaki “çözümlerin” uğradığı başarısızlık, baskıcı bir güç olan zaman ile ona eşlik eden İlerleme ve Gelişmenin yapaylığını apaçık biçimde gözler önüne sermektedir. Daha somut konuşmak gerekirse, zamanın aleni boyunduruğunu, teknoloji ve çalışma çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır. Nereden bakılırsa bakılsın, tarihi ve zaman düzenini ortadan kaldırma isteği Orta Çağlardan beri, hatta daha da önce, tarımı doğuran Neolitik devrimden beri, bugünkü kadar güçlü olmamıştır.
Teknoloji ile çalışmanın insancıllaştırılmasının kuşkulu bir önermeye dönüştüğü günümüzde, zamanın insancıllaştırılması da bizzatihi sorgulanmaktadır. En can alıcı sorulardan biri şudur; zamanın yarattığı temel baskı etkin bir şekilde nasıl kontrol altına alınabilir veya reforme edilebilir? Oysa bunu yapmak yerine, neden bu baskıyı tamamen ortadan kaldırmayalım?
Hegel’i onaylayarak ondan alıntı yapan Debord şöyle yazmıştı; “Varlığı bastırdığı ölçüde var olan negatif bir varlık olarak’ insan, zamanla özdeştir.” Artık reddedilen bu denklemi aydınlatmanın en iyi yolu belki de zamanın kökenine, evrimine ve mevcut konumuna bakmaktır.
Horkheimer ile Adorno’nun anlamlı bir şekilde dile getirdiği gibi, eğer “her türlü şeyleşme bir unutuş”ise, zamanın bulunmadığı kökenimizden kopuşumuz ve ebedi bir şekilde “zamana yenilmemiz” bağlamında her türlü “unutuşun” bir şeyleşme olduğu da bir o kadar doğrudur. Esasen tüm diğer şeyleşmeler buradan doğmaktadır.
Zaman denilen nesneleşme ve onun akışının şimdiye dek hiç kimse tarafından tatminkar bir şekilde tanımlanmaması, konunun bir hayli karmaşık olmasından kaynaklanıyor olmalı. Zamandan başlayarak tarihe, oradan ilerlemeye, ilerlemeden de ölümcül bir gelecek putperestliğine dönüşen bu akış günümüzde türleri, dilleri, kültürleri ve neredeyse tüm doğal dünyayı öldürmektedir. O nedenle, daha baştan niyet ve stratejiyi vurgulamak istiyorum; teknolojik toplum ancak zamanın ve tarihin ortadan kaldırılmasıyla tasfiye edilebilir (ve yeniden ortaya çıkması da ancak bu şekilde engellenebilir).
Spengler tarafından da belirtildiği gibi, “Tarih öncesiz sonrasız bir oluştur ve bu yüzden öncesiz sonrasız bir gelecektir; Doğa ise var olandır ve bu yüzden sonsuz bir geçmiştir.” “Tarih doğanın inkandır” diyen Marcuse, neredeyse insanı insan olmaktan çıkaran ve giderek daha da hızlanan bu ilerleyişi iyi yakalamıştır. Bu sürecin odak noktasını, ilk insanlarda var olmayan hükmedici bir zamansallık anlayışı oluşturur.
Levy-Bruhl konuya şöyle girer: “Zaman anlayışımız, insan aklının doğal bir niteliğiymiş gibi görünüyor. Oysa bu bir yanılgıdan ibarettir. Zira ilkel düşünüş tarzının söz konusu olduğu yerlerde, böyle bir anlayışa nadiren rastlarız…” Frankfurt okulunun mensupları ise şu sonuca varmıştı ; “eski çağların düşüncesi, zamanı tekdüze bir süreklilik veya nitel olarak farksız anlardan oluşan bir ardışıklık olarak ele almaz.”Bunun yerine ilk insanlar, “her an bir arada var olan ve böylece hem nicel hem de nitel bakımdan sürekli olarak değişen olaylar bütününü beraberinde getiren bir iç ve dış deneyim akışı içinde yaşamıştır.”
Ovalarda yaşamış olan avcı-toplayıcı kadın kafatasları üzerinde çalışan Jacquetta Hawks, “ovadaki tüm günlerin, tüm mevsimlerin direşimli bir birlik oluşturduğu öncesiz sonrasız bir şimdiyi” tasavvur etmiştir. Gerçekten de yaşam, sürekli bir şimdi içinde yaşanmaktaydı; bu ise, tarihsel zamanın gerçekliğe içkin olmadığı, tersine gerçeklik üzerinde bir dayatma olduğu anlamına gelmekte dir. Kendisi olaylardan bağımsız kalarak tüm olayları birbirine bağlayan o sonsuz ilerleme içinde açılan bir “yumağı” andıran böylesine soyut bir zaman anlayışına tümüyle yabancıydılar.
Henri-Charles Puesch’ün “eklemli zamandışılık” terimi, örneğin belirgin bir zaman anlayışının olmadığı dönemlerde, zaman aralığı bilincinin var olduğunu yansıtan yararlı bir terimdir. Açıktır ki, zamansal mesafe davetsiz bir misafir gibi insan aklına girmeden önce, özne ile nesne arasında tamamen farklı bir ilişki vardı. Algı dediğimiz şeyin, doğanın dışlanmasına ve tahakküm altına alınmasına yol açan uzaklaşmayı yaratan günümüzdeki tek boyutlu eylemle herhangi bir benzerliği yoktu.
Şüphesiz bu özgün durumun yansımalarını, varlıklarını hala sürdüren kabilelerde farklı derecelerde görebiliriz. Wax on dokuzuncu yüzyıl Pawnee Kızılderililerinden söz ederken şöyle der; “Yaşamlarında bir ritim var, ama ilerleme yok.”Hopi dili ne geçmişi ne şu anı ne de geleceği çağrıştıran hiçbir referans içermez. Tarih doğrultusunda biraz daha ilerlemiş olan Tivlerin düşüncesinde ve konuşmasında zaman öğesi göze çarpmakla birlikte ayn bir kategori oluşturmamaktadır; bir diğer Afrikalı grup olan Nuerler de bağımsız bir dü şünce olarak herhangi bir zaman anlayışına sahip değildir. Zamana yenilme aşamalı bir yenilgidir; tıpkı eski Mısırlıların, biri gün dönümlerini diğeri ise tekbiçimli “nesnel” zamanı ölçen iki ayrı saat geliştirmesi gibi, Balililerin takvimi de “zamanın birimini değil, daha ziyade ne tür bir zamanda olunduğunu gösterir.”
Yukarıda genel olarak değinilen ilk avcı-toplayıcı insanlık bağlamında birkaç şey daha söylemek yararlı olabilir; hele de 1960’lı yılların sonlarından beri “antropolojik ortodoksluğun neredeyse tamamen tersyüz edildiği” olgusu dikkate alındığında. Yaklaşık 10.000 yıl önce ortaya çıkan ilk tarım toplumları öncesindeki yaşam uzunca bir süre boyunca çirkin, kısa ve hayvani bir varoluş olarak görülmüştür, ancak Marshall Sahlins, Richard Lee ve diğer araştırmacıların yaptığı çalışmalar bu yaklaşımı kökünden değiştirdi. Asgari bir çabayla yaşamın idame edilmesini sağlayan ve çok çeşitli hazlar veren yiyecek toplayıcılığı artık özgün ve varlıklı bir toplumu temsil etmektedir; çalışma katı bir sosyal maliyet olarak değerlendiriliyor ve armağan etme ruhu ağır basıyordu.
İşte zaman dışı olma böyle bir yaşama dayanıyordu ki bu da akla Whitrow’un sözlerini getiriyor; “İlkel insanlar mevcut an içinde yaşarlar, tıpkı bizlerin de eğlenirken mevcut anda yaşaması gibi.”ıs Benzer bir yaklaşımı Nietzsche şöyle dile getirir; “Tüm zevkler sonsuzluğu arzular; derin, çok derin bir sonsuzluğu.”
Bir zamanlar zevklerin ve mükemmelliğin hüküm sürdüğü özgün bir yaşam olduğu düşüncesi oldukça eski ve neredeyse evrensel bir düşüncedir. Sadece birkaç örnek vermek gerekirse, “Kaybedilmiş Cennet” anılan, sonraki varoluşun yıkımını talep eden bir eskatologya* ile birlikte, Taocu Altın Çağ düşüncesinde, Roma’daki Kronia ve Saturnalia bayramlarında, Yunanlıların Elizyum’unda ve Hıristiyanlık’taki Cennet Bahçesi ile Cennetten Kovulma söylencesinde rahatlıkla görülebilir (ki muhtemelen bu düşünceler, efendisiz bir toplumdaki eski mutluluğun yitirilişini konu alan Sümer ağıtlarından kaynaklanmaktadır). Zamanın ortaya çıkışıyla birlikte yitirilen bu cennetvari varoluş, zamanın Cenneten Kovulma’nın getirdiği bir uğursuzluk, tarihin ise İlk Günah’ın sonuçlarından biri olduğunu göstermektedir. Norman O. Brown’a göre “Ayrılmışlık Cennetten Kovulma’ya, yani bölünmeye tekabül eder ve o ilk yalana yenik düşme anlamına gelir.” Walter Benjamin’e göre ise, “soyutlamanın kökeni… İlk Günah’ta aranmalıdır.” Buna karşılık, şaman faaliyetlerinde bir “cennet nostaljisi” keşfeden Eliade’a göre, “bir şamanın ancak kendisinden geçerek yapabildiği şey”, zamanın hegemonyasından önce, “tüm insanlar tarafından somut bir şekilde yapılabiliyordu.”Öyleyse Loren Eisely’nin “yüce bir zamansızlıkla, hiçbir değişimin olmadığı o mutlu ülkeyle bağdaşmayan her şeyi kararlı bir şekilde ortadan kaldırmak veya göz ardı etmek üzere yoğun ve etkin bir çaba gösteren” yerli halklardan bahsetmesinde şaşıracak bir şey yok.Hakeza, ilkel toplumların “kendi aralarında tarihi doğurabilecek her türlü yapısal değişikliğe karşı amansız bir direniş sergilediklerini” gören Levi-Strauss’un bu tespiti de pek şaşırtıcı olmasa gerek.
*Ölümden sonraki hayattan söz eden bir doktrin. Ç.n.
Eğer tüm bu anlatılanlar zaman gibi ciddi bir konu hakkında fazlaca sert görünüyorsa, bilgeliğin hangi noktada yitirildiğini göstermeleri bakımından, bazı modern klişeler bize soluk aldırabilir. “Zaman yaşantıyı düzenlemeye yarayan bir biçimdir” diyen John G. Gunnell, teknolojinin tarafsız olduğunu savunan mantık dışı yaklaşımla mutlak bir paralellik oluşturmaktadır. Zamana çok daha aşırı bir sadakat gösteren yaklaşımlardan biri de Clark ile Piggott’nun tuhaf iddiasıdır; “insan topluluklarını hayvan topluluklarından ayıran şey, son tahlilde, insanların sahip olduğu tarih bilincidir.” “İlkel halklar bireysellik duygusuna hemen hemen hiç sahip olmadıkları için, özel mülkiyetleri yoktur” diyen Erich Kahler’in bu düşüncesi de tıpkı Leslie Paul’un “İnsan doğanın dışına adım atmakla kendisini zaman boyutundan özgürleştirmektedir” biçimindeki sözleri gibi kökten yanlıştır. Şunu da eklemek gerekir ki, ilk insanın “kendi evrenine ve topluluğuna ilkel bir şekilde katılımının, zamanın devreye girmesiyle birlikte çatırdamaya başladığını” gören Kahler daha sağlam bir zemin üzerinde durmaktadır.Bu kaybediş Seidenberg’ in gözünden de kaçmamıştır; Seidenberg’e göre atamız “kendi içgüdüsel armonisinden tamamen koparak, istikrarsız sentezlerden oluşan tehlikeli bir yola sapmıştır. Tehlikelerle dolu olan bu yolun adı tarihtir.”
Mitik boyuta yeniden dönmek gerekirse, pratikte avcı-toplayıcı yaşama tekabül eden genelleşmiş antik bir Cennet Bahçesi’ne duyulan özlemlerde, tüm ırklarda ve tüm ilk toplumlarda izine rastlanılan büyü faaliyetleriyle karşılaşmaktayız. Zamana dayalı teknolojik tarzlarda olduğu gibi, bu faaliyetlerde de gözümüze çarpan şey, “doğanın olağan düzenliliğini yeniden sağlamayı” amaçlayan zaman karşıtı bir müdahaledir. Böylece asıl vurgulanması gereken olgu, doğanın süreçlerinin aşılması değil, bu süreçlerdeki düzenliliğe ilk insanlar tarafından gösterilen ilgidir. Büyünün bir diğer boyutu da, bütün canlı varlıklar arasındaki akrabalığı en yüce değer olarak gören totemciliktir; büyü ve onun totemsel çerçevesine göre, doğaya katılım her şeyin temelidir.
“Gerçek totemcilikte,” der Frazer, “… totem [ata, koruyucu] asla bir tanrı değildir ve ona hiçbir zaman tapılmamaktadır.” Katılımdan dine, doğa ile özdeşleşmeden dışsallaşmış tanrı tapıncına doğru atılan adım, zamanı doğuran yabancılaşma sürecini teşkil eder. Ratschow, büyünün çöküşünden ve onun yerine dinin geçirilmesinden, bu can alıcı ilişkiyi sağlayan tarihsel bilincin yükselişini sorumlu tutmuştur. Durkheim tam da böyle bir anlayıştan yola çıkarak zamanı “dinsel düşüncenin bir ürünü” olarak değerlendirmiştir. Eliade artık iyice su yüzüne çıkan bu ayrışmayı görmüş ve onu sosyal yaşamla ilişkilendirmiştir; “en mantıksız efsaneler ve ritüeller, Tanrı ve Tanrıçaların hemen hemen tüm çeşitleri, Atalar, maskeler, gizli topluluklar, tapınaklar, papazlıklar ve benzerleri; tüm bunlar, toplayıcılık ve oyun tarzı avcılık aşamasının ötesine geçen kültürlerde ortaya çıkmaktadır… “
Elman Service, avcı-toplayıcı dönemde gruplar halinde yaşayan toplulukların “şaşırtıcı ölçüde” eşitlikçi olduklarını fark etmiştir; bu eşitlikçiliğe damgasını vuran şey yalnızca otoriter şeflerin yokluğu değil, ama aynı zamanda, uzmanların, her türlü aracı unsurun, işbölümünün ve sınıfların bulunmayışıdır. Freud’un tekrar tekrar işaret ettiği gibi, özü yabancılaşma olan uygarlığın, ilk çağlardaki bu zaman dışı ve üretken olmayan mutluluğu ortadan kaldırması gerekiyordu.
Bu uzun ve bozulmamış çağda, yabancılaşma önce zaman biçiminde ortaya çıktı; ne var ki, zamanın mutlak zafere ulaşıp tarihe dönüşebilmesi için, on binlerce yıl süren bir direnişin kırılması gerekiyordu. Teknolojinin motoru olan uzamsallaştırmanın izi, zamanla birlikte ortaya çıkan ilk acı yoksullaşma deneyimlerine, zamana geçişi sağlamak üzere yaşam alanlarının genişletilmesini hedefleyen ilk çabalara dek sürülebilir. Eski Ahit’te geçen “Verimli ve üretici olun” emri Cioran tarafından bir “suç” olarak değerlendirilmiştir. Muhtemelen Cioran bu emirde ilk uzamsallaşmayı -bizzat insanların kendi kendilerini uzamsallaştırmalannı- görmüş olsa gerek; zira ilerlemeci bir müdahaleyle yıkılan avcı-toplayıcı yaşamdan sonra ortaya çıkan işbölümü ve onu takip eden diğer ayrışmaların, insan nüfusundaki hızlı artıştan kaynaklandığı söylenebilir. Bu yıkımı burjuva tarzda dile getiren klişeleşmiş söyleme göre, tahakküm (yani yöneticiler, şehirler, devletler vb.) “nüfus baskısının” doğal bir sonucudur.
Avcı-toplayıcılıktan göçebeliğe geçilirken, uzamsallaşma, yaklaşık olarak i.ö. 1200 dolaylarında, iki tekerlekli savaş arabası (ve yan insan yan at biçimindeki bir figür) olarak karşımıza çıkmaktadır. Zamanı kontrol altına almanın bir telafisi olarak, yayılmanın ve hızlanmanın getirdiği zafer sarhoşluğu artık belirgin bir şekilde varlığını hissettirmektedir. Bir tür gurur vesilesidir bu durum; zaman anlayışının yarattığı tedirgin edici enerji, en basitinden uzamsal tahakküme kanalize edilmiştir.
Göçebe yaşamın sona ermesiyle birlikte, toplumsal düzen, yeni bir uzamsallaştırma olan sabit mülkiyet üzerinde inşa edilmiştir. Tam da bu noktada Euclid sahneye çıkar; Euclid tarafından geliştirilen geometri, ilk tarım sistemlerinin ihtiyaçlarını yansıttığı gibi, yaşam alanlarının ölçülüp biçilmesini başlıca ilke olarak kabul etmekle, bilimi yanlış bir zemin üzerine oturtmuştur.
Eşitlikçi bir toplum portresi çizmeye çalışan Morton Fried, böylesi bir toplumun hiçbir şekilde düzenli bir işbölümü sergilemediğini (ve böylece politik bir iktidar için hiçbir temel yaratmadığını) belirtir; “Bu toplumların neredeyse tümü, avcılık ile toplayıcılığa dayanmaktadır ve büyük yiyecek rezervlerinin depolanmasını sağlayan önemli hasat dönemlerinden yoksundurlar.” Artı ürünü ve uzmanlaşmayı geliştirerek üretimi doğuran tarım uygarlığı her şeyi temelden değiştirdi. Kendisine sunulan artı ürün sayesinde, rahip zamanı ölçmeye, gökyüzü hareketlerini tanımlamaya ve gelecekteki olayları öngörmeye başladı. Güçlü bir elitin denetimi altında olan zaman, doğrudan, devasa sayılardaki erkek ve kadının yaşamlarının kontrol altına alınmasında kullanıldı. Lawrence Wright’a göre, ilk takvim ustaları ve onların bilgili yardımcıları “bağımsız bir rahip sınıfı haline geldi.” Bunun en çarpıcı örneklerinden biri, yoğun bir şekilde zaman saplantıları olan Mayalar’dı. G.J. Whitrow şöyle der; “tüm antik halklar arasında, en ayrıntılı ve en doğru astronomik takvimi geliştirenler ve böylece kitleler üzerinde muazzam bir denetim kuranlar Maya rahipleri olmuşlardır.”
Biçimsel zaman anlayışının tarımın gelişimiyle birlikte ortaya çıktığını söyleyen Henry Elmer Barnes haklı görünüyor. Eski Ahit’te, çalışmanın ve tahakkümün habercisi olan Cennetten Kovulma sahnesinde geçen ünlü tarım bedduasını hatırlamamak mümkün değil (Eski Ahit 3: 17-18). Çiftçilik kültürünün ilerlemesiyle birlikte, zaman düşüncesi daha ayrıntılı bir şekilde tanımlanıp algılanabilir hale geldi ve zamanın yorumlanmasında ortaya çıkan farklılıklar, doğa ile uygarlık, eğitimli sınıflar ile kitleler arasında kesin bir sınır çizgisi oluşturdu. Bu ayrım, yeni Neolitik olgunun tanımlayıcı niteliği olarak kabul edilir. Nilsson’a göre, “uygarlaşmış antik halklar, tam anlamıyla geliştirilmiş bir zaman hesaplama sistemiyle tarih sahnesine çıkarlar,” Thompson’a göre ise, “takvimin yapısı, uygarlığın yapısına temel teşkil eder.”
Babilliler günü 12 saate, İbraniler haftayı 7 güne böldü ve kısmen de olsa yeniden başlangıç noktasına dönme iddiasında olan eski döngüsel zaman anlayışı, adım adım, çizgisel doğrultuda ilerleyen bir zaman anlayışına boyun eğdi. Zaman ve doğanın evcilleştirilmesi, ağır bir bedel pahasına ilerledi. “Tarımın keşfedilmesi,” diye iddia eder Eliade, “modern aklın hiçbir şekilde algılayamayacağı muazzam alt üst oluşlara ve ruhsal çöküntülere yol açmıştır.” Bu zehir zemberek ortaklık koca bir dünyayı yıktı; tabii ki inanılmaz bir mücadeleyi yenilgiye uğrattıktan sonra. Öyleyse, Jacob Burckhardt’ın deyimiyle tarihe “sanki tarih bir patologmuş gibi” yaklaşmalıyız; Hölderlin’e göre ise, “Her şeyin nasıl başladığını, kötülüğün kim tarafından icat edildiğini” öğrenmek üzere çaba sarf etmeye devam edeceğiz.
Öykümüze tekrar devam etmek gerekirse, zamana yönelik direnişin izleri Yunan uygarlığına dek bile gitmektedir. Gerçekten de, Sokrates’te, Platon’da ve sistematik felsefenin öne çıktığı dönemde bile, zamanın dizginleri henüz tamamen serbest bırakılmamıştı; çünkü zaman dışı ilk çağların “unutuluşu” hala bilgeliğe ve kurtuluşa giden yolda önemli bir engel olarak değerlendiriliyordu. J.B. Bury’nin The Idea of Progress (İlerleme Düşüncesi) adlı klasik eseri, insan ırkının başlangıçtaki “yalın bir altın çağdan” kendi isteğiyle vazgeçerek yozlaştığını savunan ve ilerleme düşüncesinin ilerleyişi önünde uzun vadeli bir engel oluşturan inancın Yunan’da “son derece yaygın olduğuna” işaret eder. Christianson, ilerleme karşıtı tutumun daha sonraki önemlerde de sürdüğünü keşfetmiştir: “Romalılar da, Yunanlılardan ve Babillilerden daha az olmayacak ölçüde, zamandaki döngüsel tekrara işaret eden çeşitli anlayışları terk etmemişlerdir…”
Ne var ki, Yahudilik ve Hıristiyanlık’la birlikte, zaman son derece belirgin bir şekilde keskinleşerek çizgisel bir ilerlemeye dönüştü. Radikal bir kopuş söz konusuydu ve zamanın ivediliği insanlığı ele geçiriyordu. Bu kopuşun standart özellikleri, hiç de rastlantısal olmayacak biçimde, tarihin en feci anlarından birinde, yani antik dünya ile Roma’nın çöktüğü bir dönemde, Augustin tarafından özetlenmiştir. Geri dönülmez bir biçimde zaman içinde ilerleyen tekil bir insanlık tablosunu tasavvur eden Augustin, açıkça döngüsel zamana saldırmıştır; yaklaşık olarak İ.S. 400 yıllarında ortaya çıkan bu yaklaşım, kayda değer ilk tarih teorisidir.
Galip gelen çizgisel zamana damgasını vuran Hıristiyanlığın göstergelerinden biri olarak, kısa bir süre sonra feodal Avrupa’ da, katı bir zaman tarifesi altında yönetilen ilk günlük yaşam örneğiyle karşılaşıyoruz; bu örnek manastırdır. Adeta bir saat gibi işletilen, katı bir şekilde düzenli ve mutlak olan manastır, bireyi, tıpkı duvarlarıyla kuşatır gibi zaman içine hapsetmiştir. Kilise, zamanın ölçülmesine katılan ve zamana göre düzenlenmiş bir yaşam tarzını dayatan ilk güç olmuş ve bu projesini katı bir şekilde uygulamaya devam etmiştir. Bu yüzden, vurmalı ve yelkovanlı saatin Papa 11. Sylvester tarafından 1000 yılında icat edilmesi hiç de şaşırtıcı değildir. Özellikle Benediktin tarikatı, Coulton, Sombart, Mumford ve diğer tarihçiler tarafından, modern kapitalizmin ilk kurucusu olarak değerlendirilmiştir. İktidarlarının zirvesinde oldukları Ortaçağ’da yaklaşık olarak kırk bin manastırı yöneten Benediktin papazları, insanları “saatinde” çalışmaya zorlamakla, insan yaşamının bir makinanın doğal olmayan ritimlerinin boyunduruğu altına girmesine yardım etmişlerdir. Bu ise, saatin yalnızca zamanı gösteren basit bir araç olmadığım, ama aynı zamanda insan eylemini eşzamanlı hale getiren bir araç olduğunu göstermektedir.
Orta Çağlarda, özellikle de 14. yüzyılda, zamanın yürüyüşü, muhtemelen Neolitik tarım devriminden beri sürmekte olan benzersiz bir direnişle karşılaştı. Bu iddia, zaman ile toplumsal ayaklanmaların temel gelişimleri arasında yapılacak bir kıyaslamaya dayandırılabilir; böyle bir kıyaslama, zaman ile toplumsal ayaklanma arasındaki mutlak ve derin çatışmayı gözler önüne serecektir.
1300’lü yıllara gelindiğinde, niceliği artan resmi zaman, modern yaşamı tahakküm altına alma talebiyle gelip kapıya dayanmıştı; bu noktadan itibaren zaman tamamen soyutlanarak, anlardan ve bölümlerden oluşan tekdüze bir birimler silsilesine dönüşüyordu. Tüm kaçış yollarım tutan teknoloji tarafından, söz konusu yüz yılın başlarında üretilen ilk mekanik saat, nitel bakımdan yepyeni bir tutsaklık çağını temsil ediyor ve böylece zamansal öğeler doğadan tamamen kopuyordu. Avrupa çapında yayılan çeşitli kullanım tarzlarına ek olarak, 1345 yılı civarında kamusal zamanlama ortaya çıktı ve ardından bir saatin altmış dakikaya, bir dakikanın da altmış saniyeye bölünmesi yaygınlaştı. Evcilleştirmenin kazandığı yeni boyut için gerekli olan bu mutlaklaştırma, çok daha katı bir eşzamanlılığı da beraberinde getirdi. Zamanın elde ettiği yeni gücün “kişisel deneyimlerdeki şiirselliğin ve yakınlığın yitirilmesine” yol açtığını savunan Glasser’a göre, kendisini bu şekilde ortaya koyan zaman, gündeki akışın ve sevincin yerine geçerek, günü kullanılabilir zamansal bir birime indirgemiştir. Böylece günler, saatler ve dakikalar, birbirinin yerine geçebilen standart parçalara ve öncülük ettikleri çalışma süreçlerine dönüşmüş oluyordu.
Öte yandan bu tayin edici ve baskıcı değişimler, bizzat döneme denk düşen büyük toplumsal ayaklanmaların tam ortasında gerçekleşmiş olmalı. Sadece en çok bilinen üç örneği hatırlatmak gerekirse, 1323 ile 1328 yılları arasında Belçika’da, 1358 yılında Fransa’daki Jacquerie ayaklanmasında ve 1381 yılında İngiltere’de patlak veren ayaklanmalarda, tekstil işçileri, köylüler ve kent yoksulları, toplumun normlarını ve bariyerlerini yıkımın eşiğine getirecek ölçüde sarsmıştı. Bohemya ve Almanya’ da 16. yüzyılın başlarına kadar bile ısrarla süren bu dönemdeki devrimci başkaldırının binyılcı karakteri, şaşmaz bir zaman öğesine işaret etmekte ve dolaylanmamış özgün bir yaşama duyulan özlemin eski örneklerini çağrıştırmaktadır. Örneğin, İngiltere’deki Free Spirit’in mistik anarşizmi doğallığı arıyordu, aynen isyancı John Ball’ün ünlü sözünde vurgulandığı gibi; “Adem ekip Havva biçerken, efendi kimdi?” Oldukça öğretici olan örneklerden biri de, Kölnlü radikal mistik Suso’nun yaklaşık 1330’daki kurgusudur: “Nereden geldin sen?” Suso’ya görünen “Hiçbir yerden geliyorum” diye cevap verir. “Söyle bana, nesin sen?” “Ben yokum.” “Ne istiyorsun?” “Ben istemem.” “Bu bir mucize! Söyle bana, adın ne?” “Bana İsimsiz Vahşilik derler.” “Senin anlayışın nereye varır?” “Dizginsiz bir özgürlüğe.” “Söyle bana, dizginsiz özgürlük dediğin nedir?” “Bir insanın geriye ve ileriye bakmaksızın ve kendisi ile Tanrı arasında herhangi bir ayrım yapmaksızın geçici heveslerine göre yaşamasıdır…”
“Her şeyi olduğu gibi tutma,” sınıfları ve hiyerarşileri ortadan kaldırma arzusu, tıpkı Suso’nun açıkça zaman karşıtı olan sözcesinde olduğu gibi, 14. yüzyıl toplumsal ayaklanmasının en uç arzularını yansıtmakta ve bu toplumsal ayaklanmadaki zaman karşıtı öğeleri ortaya koymaktadır. Ortaçağın son dönemlerine denk gelen bu dönüm noktası, perspektifin ölçülen alanının saatlerin ölçülen zamanını takip ettiği sanat aracılığıyla da anlaşılabilir. 14. yüzyıldan önce herhangi bir perspektif girişiminde bulunulmamıştı. Çünkü ressam şeyleri göründükleri gibi değil, oldukları gibi resmetmeye çalışıyordu. Ancak 14. yüzyıldan sonra, güçlü bir zaman anlayışı sanata damgasını vurmaya başlar; Bronowski’nin tanımladığı gibi, “Tıpkı an gibi, hiçbir yer bizim için sabit değildir; ve anın hızlanması ile bakış açısının ortaya çıkması daha ziyade zaman içinde gerçekleşmektedir.” Benzer şekilde Yi-Fu Tuan, ancak 15. yüzyılda ortaya çıkan manzara resminin, hem zamanın hem de resmin perspektifinin tamamen yeniden düzenlenişini temsil ettiğine işaret etmiştir.
Alanlar arasındaki benzerliği zaman içinde cereyan eden bir olaya dönüştüren perspektif, devinimi baskı altına almaktadır; bu ise, uzamsallaştırma teması dikkate alındığında, zamanda ortaya çıkan “nitel sıçrayışı” gösteren bir başka örnektir. 14. yüzyılda zamana karşı sergilenen direnişin yenilgiye uğramasıyla birlikte, ileriye yönelik akış bir kez daha değerlerin çıkış noktası haline geliyordu; 15. yüzyılda ortaya çıkan modern haritadan ve onu takip eden büyük seferler çağından da rahatlıkla anlaşılacağı gibi, yeni bir uzamsallaştırma boyutu söz konusuydu. Bu veriler ışığında bakıldığında, Braudel tarafından kullanılan modern uygarlığın “boşluğa yönelik savaşı” biçimindeki terim yerli yerine oturmaktadır.
Kantorowicz, zamanın yeni ve güçlenmiş hegemonyasını şu sözlerle ifade etmiştir: “Artık iyice su yüzüne çıkan zamana atfedilen bu yeni değer, Batı düşüncesinin Orta Çağın sonunda dönüşüme uğratılmasını sağlayan en güçlü etmenlerden biri haline geldi.” Bu resmi, legal ve olgulara dayalı objektif aktif zamansal düzende yalnızca uzamsal zaman gerçek ifade olanağını yakalayacağına göre, her türlü düşünme tarzı zorunlu olarak biçim değiştirecek ve aynı zamanda yoksullaştırılacaktı. Bu yeni yönelimin özü, 15. yüzyılın ilk dönemIeri hakkında yalın bir değerlendirme yapan Le Goffun şu Hiizlerinden de anlaşılabilir; “hümanistin ilk erdemi bir zaman anlayışına sahip oluşudur.”
Öyle ya, zaman ile teknolojinin beraberce kazandığı yeni boyutlar olmaksızın, bu iki öğe arasındaki özel ve mükemmelleşmiş birleşme olmaksızın, moderniteye başka türlü nasıl varılacaktı? Lilley, “Orta Çağda üretilen en komplike makinaların mekanik saatler olduğunu” belirtirken, Mumford, “modern endüstriyel çağın kilit aletinin buhar makinası değil, saat olduğu” sonucuna varmıştır. Hakeza, Marx da makina sanayisinin ilk temelini burada görmüştür; “Saat, pratik amaçlara uygulanan ilk otomatik makinadır ve düzenli devinime dayalı üretim sisteminin genel teorisi saat üzerine inşa edilmiştir.” Bir başka şaşırtıcı çakışma da, 15. yüzyıl ortalarında, Gutenberg’in matbaa makinasında basılan takvimin bilinen ilk basılı belge olmasıdır (takvim İncil’den bile önce basılmıştır). Ayrıca, 15. yüzyılda Bohemya’da patlak veren Taborites ayaklanması ve 16. yüzyıl başlarında Münster’de gerçekleşen Anabaptist ayaklanması türünden binyılcı başkaldırıların, mekanik saatlerin yaygınlaşmasına ve mükemmelleşmesine denk düşmesi de dikkate değer bir olgudur. Peter Breughel’in The Triumph of Time (Zamanın Zaferi, 1574) adlı eserinde betimlenen pek çok nesne ve düşünceye modern saat figürü hakimdir.
Yukarıda değindiğimiz bu zafer, büyük bir uzamsal tutkuyu alevlendirerek, bazı ganimetleri de beraberinde getirdi; yerkürenin dört bir yanına düzenlenen seferler ve geniş kara parçalarının aniden keşfedilmesi bu ganimetin bir göstergesidir. Ancak en az bunun kadar gerçek olan bir diğer olgu da, Charles Newman’ın deyimiyle, söz konusu dönemden başlayarak “dünyanın ilerlemeci bir mantıkla gözden çıkarılması” olmuştur. İfadesini tahakkümde bulan ve modern tarihin şafağına tamı tamına uyan bu yayılmacı tutum, dünyadan yabancılaşmaya belirgin bir önem atfediyordu.
İnsanların birbirlerine söylediği her sözü filtresinden geçiren ve çarpıtan resmi zaman böylece hem gözle görülen hem de tüm çıkış noktalarını tutan bir engel haline geliyordu. Bu noktadan itibaren resmi zaman, şaşmaz bir şekilde, insanlar arasındaki ilişkilere yeni bir mesafe dayatarak duygusal tepkileri dizginlemeye başladı. Rönesansın zirvesinde, sıra dışı el yazmalarını ve klasik antikiteleri arayıp bulma çabası, bir bakıma, böylesine güçlenmiş bir zamana karşı koyma arzusunu ifade eder. Ne var ki bu savaşın sonu artık tayin edilmiş ve soyut zaman, yaşamın çehresi ve yeni çerçevesi haline gelmişti. Ellul, “varoluşun bir bütün olarak” artık “mekanik soyutlama ve değişmezlik” tarafından yönlendirildiğini söylerken, kesinlikle zaman boyutunu kastediyordu.
Tüm bu gelişmeler 1600’lü yıllarda kaydedildi; modernitenin doğa üzerindeki tahakkümünü ilk kez ilan eden Bacon ile; Descartes’ın, “doğa üzerindeki emperyalist denetimi öngören ve ifadesini modern bilimde bulan” maıtres et possesseurs de la nature (doğanın efendileri ve sahipleri) biçimindeki formülasyonuyla; ve de Galileo ve söz konusu yüzyılda gerçekleştirilen bilimsel devrimler silsilesi ile. Yaşamı ve doğa basit bir niceliğe dönüşmüş, biriciklik gücünü kaybetmiş ve bundan kısa bir süre sonra da, dünyayı saat gibi işleyen bir mekanizmaya benzeten Newtoncu imge galibiyetini ilan etmişti. Asıl modeli tek biçimli bir zaman olan eşdeğerlik, “benzersiz olanı soyut bir niceliğe indirgeyerek kıyaslanabilir hale getiren” bir dizi gelişmeyle beraber başlıca ilke oldu.
Şair Ciro di Pers, saatin zamanı azalttığını ve yaşamı kısalttığını fark etmişti. Pers’e göre saat, Kaçmakta olan yüzyılın akışını hızlandırır, Ve onun yolunu açmak için, Her saati mezara gömer. Daha sonra, 17. yüzyılda, Milton’ın Paradise Lost (Kayıp Cennet) adlı eseri, zamanın bulunmadığı ihtişamlı yaşantıya çamur atacak ölçüde, muzaffer zamanın tarafını tutar:
emekle kazanmalıyım Ekmeğimi; ne acı değil mi? Ama aylaklık daha kötüydü.
Öyleyse zaman, endüstriyel kapitalizmin ortaya çıkışından çok önce, yaşamı tamamen boyunduruk altına alıp eşzamanlaştırmıştı; bu açıdan bakıldığında, ilerlemekte olan teknolojinin, daha önce zaman tarafından yaşamda açılan gediklerden doğduğu söylenebilir. Octavio Paz şu sonuca varmıştır; “Teknolojinin hızını mümkün kılan şey, modern zamanın ortaya çıkışıydı.” E .P. Thompson’ın “Zaman, Çalışma Disiplini ve Endüstriyel Kapitalizm” adlı ünlü eserinde, zamanın endüstriyelleşmesi ele alınmaktadır, ancak bunun daha da ötesinde, endüstriyelleşmeyi sağlayan şey bizzat zamanın kendisiydi; tabii, 18. yüzyıl ile 19. yüzyıl başlarında fabrika sistemine karşı girişilen büyük günlük yaşam mücadelelerini de unutmamak gerekiyor.
Modern döneme geçmek gerekirse, her ne kadar yanın kalmış olsalar da, toplumsal ayaklanmalardaki aleni zaman karşıtlığı boyutu rahatlıkla ayırt edilebilir. Örneğin 18. yüzyıl sonlarında gerçekleşen iki devrimin çerçevesinin Kant’ı etkilediği düşünülebilir; zira Kant’a göre, uzam ile zaman ampirik dünyanın öğeleri değildir, tersine, edindiğimiz özneler arası yeteneklerden kaynaklanmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, Fransız Devrimi’nin yeni ve kısa ömürlü bir takvim yaratmış olması, karşıdevrimci bir sapmadır; zamana karşı direnmek yerine, zaman yeni bir yönetim altında yeniden düzenlenmiş oluyordu! Çatışmanın ilk anlarında “saat kulelerindeki saatlere, Paris’in birkaç yerinden eşzamanlı ve bağımsız bir şekilde ateş edildiği” olgusuna dikkat çeken Walter Benjamin, 1830’daki Temmuz Devrimi’nde ortaya çıkan fiili zaman karşıtlığını kaleme almıştır. Benjamin’in canlı bir tanıktan yaptığı alıntı aşağıdaki mısraları içerir:
Buna kim inanırdı ki? Bize söylendiğine göre her kulenin dibindeki yeni Yusuflar, sanki zamanın kendisine öfkelenmiş gibi, günü durdurmak üzere saat kadranlanna ateş ediyordu.
Üstelik zamanın tiranlığına karşı sergilenen duyarlılık bu kısacık ayaklanma anlarıyla da sınırlı değil. Poulet’ye göre hiç kimse, zamanın başkalaşarak aşağılayıcı bir olguya dönüşmesini, eserlerinde, “çalışmanın getireceği kurtuluşu reddeden” ve “Cenneti hemen şimdi, bu dünyada isteyen” doyumsuzları işleyen Baudelaire kadar derinden hissetmemiştir; bu doyumsuzları, “Zaman tarafından şehit edilen Köleler” olarak adlandıran Baudelaire’in bu görüşü, zaman içinde var olmanın bir skandal olduğunu savunan Rimbaud tarafından da tekrarlanmıştır. Bu iki şair, 19. yüzyılın ortasında ve sonunda şahlanan sermayenin uzun ve karanlık gecesinde bir hayli acı çekmiştir; öte yandan onların eriştiği zaman bilincinin, 1848 Devrimi’ne ve 1871 Komünü’ne aktif bir şekilde katılmaları sayesinde netleştiği söylenebilir.
Samuel Butler’ın Erewhon adlı ütopyası, makinalar kendilerini ortadan kaldırmasın diye, makinaları ortadan kaldıran işçileri betimler. Eserin giriş konusu bir saat takma olayından başlar, ardından bir ziyaretçinin saati zorla, geçmişteki kötülüklerin sergilendiği bir müzeye kaldırılır. Robert Louis Stevenson’un aynı ruhu fazlasıyla yansıtan aşağıdaki sözleri de yine aynı dönemde kaleme alınmıştır: Yolun kenarında istediğiniz kadar oyalanabilirsiniz. Sanki saatlerimizi çöplüğe atıp artık zamanı ve mevsimleri hatırlamayacağımız yeni bir bin yıl gelmiş gibi. Diyecektim ki, saatlerden ömür boyu vazgeçmek, sonsuza dek yaşamak anlamına gelir. Sadece açlıkla ölçülen ve uykunun çökmesiyle sona eren bir yaz gününün nasıl sonsuz bir şekilde uzun olduğunu denemeden anlayamazsınız.
Büyük siyasal olaylar gibi fenomenlerden söz eden Benjamin, “Mekanik Üretim Çağında Çalışma Sanatı” adlı eserinde şu sonuca varır; “Kitlesel üretim özellikle kitlelerin üretilmesinden destek almaktadır… “Ancak bunun da ötesine geçerek, üretimin bizzat kitlelerin veya kitle insanının üretilmesi olduğunu söyleyebiliriz. Birbiri yerine geçen standart parçalardan oluşan ve değeri ücretli emek ile belirlenen kitlesel üretimin bizzat kendisi, Benjamin’in zihnini kurcalayan faşist gösterilerden çok daha önce, günlük yaşamdaki faşizmi yaratmıştır. Yukarıda da belirtildiği gibi, bu faşist gösterilerden birkaç yüzyıl önce, yaşamı düzenleyen tekdüze ama parçalı birimlerde ifadesini bulan kategorik kitlesel üretim paradigmasını yaratan şey, bizzat zamanın kendisi olmuştur.
Stewart Ewen’a göre, 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başında, “baş göstören toplumsal huzursuzluğun özünü, endüstriyel bir şekilde tanımlanan sosyal zaman ve uzam teşkil etmektedir,” ki bu kesinlikle doğrudur; ne var ki, modernitenin yarattığı kitle çağını iyi anlayabilmek için, zamanın genişliği ve uzam “sorununa” geniş bir tarihsel perspektiften bakmak gerekiyor.
Başka bir çalışmamda savunduğum bir tezde de belirttiğim gibi, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesindeki yıllar, ancak ürkütücü bir savaşla gerçekleştirilebilecek katliamların saptırıp yok edeceği radikal bir meydan okuyuşu ifade ediyordu. Bu meydan okuyuşun derinliğini kavramanın en iyi yolu, ona zaman karşıtlığı açısından bakmaktır. Yaşam alanı ile zamanın alanı arasındaki çağdaş gerilim ilk defa, savaş öncesi dönemde, mekanik zamanın öğütücü ve baskıcı karakterine karşı çıkan Bergson tarafından dile getirilmiştir. Bilime itimat etmeyen Bergson, nitelikli bir zaman anlayışının, yaşanmış bir deneyim veya durée anlayışının, resmileştirilip uzamsallaştırılan zamana karşı direnmeyi gerektirdiğini savunmuştur. Bir parça sınırlı olsa da, Bergson’un bu yaklaşımı, esaretin pek çok öğesini doğurma noktasına gelen bir tiranlığa karşı sergilenecek muhalefetin önüne yeni bir çığır açıyordu.
Bu yüzyılda ortaya konulan zaman karşıtı istemlerin önemli bir kısmı, ifadesini en eksiksiz biçimde, savaşın hemen öncesinde gelişen hareketlerde buldu. Kübizmin görünümleri acilen yeniden incelemesi elbette bu hareketlere ilişkin bir olgudur; Kübistler, Rönesansın ilk önemlerinden itibaren hakimiyetini sürdüren görsel perspektifi ortadan kaldırmakla, gerçekliği, zamanın herhangi bir diliminde göründüğü gibi değil, olduğu gibi kavramaya çalışıyorlardı. Böyle bir kavrayış tarzı John Berger’ın şu yorumu yapmasına yol açmıştı; “Kübist formül tarihte ilk defa… doğadan yabancılaşmamış bir insanlığı öngördü.” Mutlak zamana ve uzama dayalı ünlü Newtoncu evren saçmalığı ile çatışan Einstein ve Minkowski de zaman karşıtı bir bağlamı savunmuştur. Müzik alanında ise, Arnold Schoenberg ahenksizliği, müziğe hakim olan yapay bir pozitivitenin baskılarından kurtarırken, Stravinsky, tıpkı aynı şeyi edebiyat alanında yapan Proust ve Joyce gibi, zamansal sınırlamalara karşı bir dizi yeni yöntemle cepheden saldırıya geçti. Donald Lowe’a göre, tüm bu ifade biçimleri, ” 1905 ile 1915 arasındaki o sarsıcı on yıl boyunca, çizgisel görsellik perspektifini ve Arşimendci aklı reddediyordu!”
1920’li yıllarda Heidegger, çağdaş metafiziğin odak noktasını oluşturan ve öznelliğin temel yapısını biçimlendiren faktörün zaman olduğunu vurguluyordu. Ancak savaşın doğurduğu yıkıcı sonuçlar, toplumsal gerçeklikteki olanaklara ilişkin anlayışı derinden değiştirmişti. Bu anlamda, Heidegger’ in Being and Time (Varlık ve Zaman, 1927) adlı eseri, zamanı sorgulamak şöyle dursun, varlığın anlaşılmasını sağlayacak yegane faktör olarak tamamen zamana teslim oluyordu. Benzer bir paralellik de Adorno tarafından kurulmuştur; “emirlere fiilimsi cümle kılıfı giydiren askeri komuta hilesi… ‘Ölüm vardır’ cümlesindeki yardımcı fiili italik olarak yazan Heidegger de kamçıyı şaklatmaktadır.”
Hakikaten de, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki kırk yıl boyunca, zaman karşıtı ruh neredeyse tamamen bastırılmıştı. 1930’lu yıllara gelindiğinde, örneğin Sürrealist harekette ya da Aldous Huxley’in romanlarında88 hala bu ruhun izlerine rastlamak mümkündü, ancak döneme damgasını vuran asıl olgu, teknoloji ile tahakkümün yenilenen telaşıydı. Bunun yansımaları, Katayev’in Beş-Yıllık-Planı konu alan Time, Forward! (Zaman, İleri!) adlı romanında veya edebi bir binyılcı sembol olan Bin Yıllık Reich’ta ifade edilen acımasız deformasyonda görülebilir.
Sözü çağdaş durumumuza getirmek gerekirse, yeni bir mücadele evresine girilmesiyle birlikte, rahatsız edici bir zaman bilinci yeniden ortaya çıkmaya başladı. 1950’li yılların ortalarında bilim adamı N.J. Berrill, oldukça tarafsız bir kitapla, tartışmanın seyrini değiştirerek, topluma hakim olan “hiçbir çıkışı olmayan hiçbir yerden hiçbir yere gitme” arzusunu yorumluyor ve şöyle bir gözlemde bulunuyordu; ”Ve buna rağmen bir dakika sonsuzluğu kucaklayabiliyorken, bir ay tamamen anlamsız olabiliyor.” Berrill daha da ileri giderek ürkütücü bir çığlık atıyordu; “Uzun süre boyunca, tıpkı bir kaçış yolu bulmaya çalışan bir mahkum gibi, zaman tarafından kapana kıstınldığımı hissetmişimdir.” Bilim gibi beklenmedik bir alandan böylesine rahatça dile getirilen düşünceleri duymak şaşırtıcı olsa gerek, ancak Berrill’den kırk yıl önce başka bir bilim insanı, tam da Birinci Dünya Savaşı’nın onlarca yıllık başkaldınları ezdiği bir dönemde benzer bir açıklamada bulunmuştu. Şöyle diyordu Wittgenstein; “Zaman içinde değil, sadece mevcut an içinde yaşayan insan mutludur.”
Yalnızca mevcut anın bütün olabileceği düşüncesini ille de örneklendirmek gerekirse, çocukların mevcut an içinde yaşadıklarına ve mutluluğu hemen şimdi istediklerine şüphe yok. Zaman tarafından yabancılaştırılma, zamanın “yabancı” bir öğe olarak ortaya çıkışı, oldukça erken bir dönemde, annenin koruyuculuğu altındaki ilk bebeklik döneminde başlamaktadır. Öte yandan Joost Meerloo’nun şu sözleri de şüphesiz doğrudur; “Yaşamdaki her travmayla, her yeni ayrımla birlikte, zaman bilinci de artmaktadır.” Eğitimin işlevini mükemmel bir şekilde özetleyen Raoul Vaneigem, zaman bilincini yaratan öğeyi yakalamıştı: “Çocuğun günleri büyüklerin zamanından yakasını sıyırır; çocukların zamanı, düşsellikle, tutkuyla ve gerçeklik tarafından tutsak edilen düşlerle doludur. Dışarda ise, kolları saatli eğitimciler çocukları izlemekte ve onların gelip saatlerin devrine ayak uyduracakları anı beklemektedirler.” Şartlandırmanın eriştiği bu düzey, elbette, zamanın mevcut anı bizden tamamen çaldığı, son derece anlamsızlaştırılıp yabancılaştırılan bir dünyayı yansıtmaktadır. “Geçen her saniye beni, bir sonraki anın öncesi olan andan koparıyor. Her saniye ruhumu benden çekip alıyor; şimdi denilen an asla var olmuyor.”
Endüstriyel yaşamın tekrardan ibaret olan rutin doğası, zamanın ve teknolojinin en somut ürünlerinden biridir. Zaman dışı avcı-toplayıcı yaşamın önemli boyutlarından biri de, bu yaşamdaki etkinliklerin, tekrarı içermeyen biricik ve benzersiz niteliğiydi; kısacası, sayılar ve zaman, nitel olana değil, nicel olana uygulanabilen olgulardır. Bu noktaya dikkat çeken Richard Schlegel’e göre, eğer yaşantı hep bir romandaki gibi olsaydı, sadece düzen ve rutin imkansız hale gelmekle kalmayacak, ama aynı zamanda zaman nosyonu da ortadan kalkacaktır.
Couverture Kronik Komiks, 15 Jurg
Beckett’ın Godot’yu Beklerken adlı oyunundaki iki önemli karakter, bir ziyaretçiyi ağırladıktan sonra, karakterlerden biri şöyle iç çeker; “Eh, en azından zamanın geçmesine yardımcı oldu.” Diğer karakter şu cevabı verir; “Saçmalıyorsun, zaman zaten geçecekti.” Modern yaşamın ürkütücü dehşeti bu yavan diyalogdan bile anlaşılabilir. Artık bir metaya dönüşmüş olan zaman, günümüzde, esaret altına aldığı bireylerden gayet bağımsız bir şekilde var olan son derece baskıcı bir güç olarak karşımıza çıkmaktadır. George Morgan’ın şu yorumu her şeyi yerli yerine oturtuyor: “yenilikten yeniliğe koşan huzursuz bir hareketlilik ve ‘zaman öldürmek’ gibi sıkıntı dolu bir meşguliyet, dört bir yanı saran beyhudelik ve saçmalık duygusunu gizliyor. Modern insan bu sonsuz kazanımların göbeğinde, aslında insan yaşamının özünü kaybetmektedir.”
Bir zamanlar Loren Eisely, bir arkadaşıyla birlikte bir kafatasını incelerken, kendilerini adeta “her şeyi silip süpüren bir fırtınanın ortasında” bırakan “anlatılamaz bir terör duygusu”na kapıldığından söz etmişti. Eisely’nin bu duygusunu gayet iyi anlayan arkadaşı, onun durumunu şu sözlerle ifade eder; “zamanı bilmek zamandan korkmak anlamına gelir, uygar zamanı bilmek ise terör kurbanı olmak anlamına gelir.” Zamanın tarihi ve bizim bu tarih içindeki mevcut esaretimiz dikkate alındığında, bundan daha çarpıcı bir mesaj düşünmek hemen hemen imkansızdır.
Robert Lowell 1960’lı yıllarda, zamanın getirdiği yabancılaşmayı az ve öz bir şekilde ifade etmişti:
Tarih içinde yaşamayı öğreniyorum. Tarih ne peki? Tarih kendisine dokunulamayandır.
Neyse ki, yine 60’lı yıllarda, kol saati ve keyif verici madde kullanmaktan vazgeçen pek çok kişi, tarih içinde nasıl yaşanılacağını öğrenmekten vazgeçmeye başlıyordu. Bu eğilimin belki de en paradoksal göstergelerinden biri de, Fransız isyancılar tarafından Mayıs 1968’de haykırılan tek kelimelik popüler slogandı; “Çabuk!” zaman karşıtı güçlü öğeler içeren 60’lı yılların başkaldınsı, zamanda ortaya çıkan yeni ve aşın uzamsallaştırmalarla çekişmesine rağmen, bu başkaldırının -aynen çalışmaya yönelik direniş gibi- giderek derinleştiğini gösteren pek çok işaret var. Marcuse’ün “zaman ile baskı düzeni arasındaki ittifak” hakkında yazdıklarından, Norman O. Brown’ın zaman veya tarih anlayışını baskının bir işlevi olarak tanımlamasından beri, bu ilişki etkin bir şekilde güçlenmiştir.
Christopher Lasch, 70’li yılların ortalarında şu gözlemde bulunur; “Zaman anlayışımızda meydana gelen köklü değişim, iş alışkanlıklarını, değerleri ve başarının tanımını önemli bir dönüşüme uğratmıştır.” Nasıl ki çalışma zamanın kilit bir bileşeni olarak reddediliyorsa, tüketimin zamanı nasıl diri diri yediği de aynı çıplaklıkla ortaya çıkmaya başlıyor. Tüketim tarafından yutulan zamanın günümüzdeki en mükemmel uzamsal sembollerinden biri, zamanı öldürmek üzere abartısız bir şekilde uzayı yiyen Pac-Man video oyunundaki figürdür.
Anarcho-primitivist author and host of Anarchy Radio.
Milyonlarca kişi, tıpkı Aldous Huxley’in romanındaki Bay Propter gibi, zamanı “özü gereği dehşet saçan bir şey”olarak görme noktasına geliyor. Lasch ve diğerleri tarafından da belirtildiği gibi, yaş saplantısı ve yaşam süresini uzatma çabaları, zamanın dayattığı esaretin yalnızca iki göstergesidir. Adorno bir zamanlar şöyle demişti: “Kullar daha az yaşadıkça, ölüm daha dayanılmaz, daha ürkütücü bir hale gelmektedir.” Giderek daha somut hale gelen zaman 60’lı yıllardan itibaren daha da hızlandığı için, neredeyse her üç-dört yılda bir, gençlik arasında yeni bir kuşağın ortaya çıktığı anlaşılıyor.
Bilim zamana karşı gösterilen direnişi en azından iki fenomenle popülerliğe kavuşturdu; şu veya bu ölçüde kara delikler, zaman eğrilikleri, uzay zamanının tuhaflıkları türünden fiziksel teorilerden doğan zaman karşıtı anlayışlara gösterilen yaygın rağbet ile; John McPhee’nin Basin and Range (Havza ve Menzil, 1981) adlı eserinde olduğu gibi, sözüm ona jeolojik öykülerdeki “derin zaman”a gösterilen rahatlatıcı rağbet.
Benjamin, “insanın tarihsel ilerleme ilkesinin, homojen bir zaman içinde ilerleme ilkesinden koparılamayacağını” belirtirken, hem zaman hem de ilerleme ilkesinin eleştirilmesi çağrısında bulunuyordu ve bu çağrısının bir gün ne kadar çok yankı bulacağının pek de farkında değildi. Hakeza, “Kendisi tarihi bizzat yaşamamış olan hiçbir insan tarihi sorgulayamaz”108 diyen Goethe de, bu öngörüsünün, zamanın en gerçek ve en ağır boyut olduğu günümüzde, nasıl böylesine toptan pazarlanacağını öngöremezdi. Bu yüzden zamanı ve tarihi ortadan kaldırma projesinin, insan özgürleşmesinin biricik umudu olarak geliştirilmesi gerekecektir. Zaman ve zamanın uzamsallaştırılması olmaksızın bilincin mümkün olamayacağını savunmaya devam eden ve insanlığın zaman dışında var olduğu uzun bir dönemi ellerinin tersiyle bir kenara iten bilgelerin kıt olması gibi bir sorunumuz şüphesiz yok. Böylesi tahakküm bilgelerine verilecek en iyi cevap, William Morris’in Hiçbiryerden Haberler adlı eserinden kısa bir alıntı yaparak sözü bağlamaktır: “Efendilik bir gün dostluğa dönüştüğünde, gününüzün tüm şaşmaz özdeyişlerine rağmen, yine de koca bir dünyaya yetecek kadar zaman kalacaktır geriye.”
I hope the snails to unite a crown above my head, dragonflies to shimmer on each of my finger tip, blueberries to smear my cheeks, lips and nipples, moss to cover my feet, mushrooms to grow and rot in heartbeat on my chest, live shadows trees and sun tattoo on my skin, open gateways in my eyes, unlift the mist of faraway memories, worms to moist the aromatique earth..
can go on, should write a little holy book of all this to become holy again, then phouuuff! Will I even get back to who I was. Or regain the Godliness that comes within, or maybe it’s all delusional. Maybe it’s all fake. All nothing. A poetic charlatan.
Half a year ago, before sunset I had an encounter, while walking in the forest.
I heard something from the bushes and was sure it was an animal movement I wasn’t familiar with, I stop, looked that direction. Something looked back at my direction, started walking to me as if we’ve met before. I had never seen a badger in my life before. I wasn’t even sure what the heck was walking towards me this fast. It stopped, I take my hand out for it to sniff (that’s ‘hi’ in animal language). It reached, and to my mistake I say ‘hi’ in human. That was unnecessary. And it turned away walked back in the woods.
I stood there like some minutes what just had happened and where I did wrong. Not that we were gonna sit and have tea or anything; I believe it was the ‘hi’. But also at that moment skunk came into my mind and wondered if it does such attacks, and a bit of fear appeared. I also believe that was it.
In nature, if another fears, it means it has a higher chance of attacking. Same for human psychology tho.
We’re just not aware of it.
And is why we often walk away from people sometimes unknowingly. We smell fear.
It was a very cute badger. Very big!!
Peek into the amazing secret life of badgers
Celebrating the sunshine
And so we fantasize.. fictionalize.
Sensual soft foreplay with sun is spring.
Spring is sexy as f.
So is imagination.
Unsharable realm is for those who does not have the emotional budget to actualize.
It’s made for this. Nothing lost, nothing gained is the agreement. Not compared to what can be lost or gained in real life.
I love people.
But that love is kept fresh at a distance. For you burn if too close to sun. drown too close to water.
I do not know the balance.
I am a clumsy magician.
And people are too important to experiment with. I stay put. I breathe. I focus.
Open to learn. but doubt.
Very weird time to be alive.as always. Changing, learning. Nature cycles are holding my hand. Teaching me what it has been doing over centuries.
Processing.
I am not not drawing or painting.
I am processing the change. I give space to loss. But also space for new.
It’s like I went someplace and observed myself, my life and everyone else from a distance. And I am very suprised over the things I see.
Having such a wow moment, like a documentary. But also calm.
This is new.
I don’t really desire, I do but then like a separate entity. A color pops up, a shape and it moves and flies away.
I desire to be able to take care of myself. Permanently.
I hope to understand people much more on a different level, with whatever I have, and same the other way around.
I am super busy. And I pray.
Lumineh at work observing the secrets of nature
It’s just about absorbing spring. Knowing it will end, trying to hold on to it before it even really began. Trying to observe from every angle with every light.
Not feeling enough.
Not enough for this world.
Not even close to be for this world.
Because it’s so big. It’s so much. And I so limited, like I am not paying enough respect. Not giving enough attention.
Feeling less-than because I don’t have enough to give.
I am deficit. Like I have malabsorption of nutrients, I can’t absorb enough of what I am experiencing, seeing, feeling. Like my lenses are broken.
This analog photography gadget I found in my father’s stuff, you look down in, you see straight ahead somewhere else and it’s very dusty. It’s a different lens.
You shed a light and move it and all details change.
Then the magic of shadow. Imprint it on me. I want to absorb as possible. Tattoo it on my skin. But it moves. And there is no way to hold on to nature. It moves. All the time. Same essence. Untamable. Super annoying. Humans can not control. It must be stressful on us.
You can’t hold on and encapsulate the pleasant and can not eliminate the discomfort. You might have money. But you still can not capture spring. Spring is never for you. How rejected I feel by spring.
My inside mimics everything happening outside. Knowing I can not replicate the feeling for rest of the year.
The inside and outside. Would it be possible to become spring if I were to leave the body?
This has always been the wonder.
Feeling left out as a human. Like wolfdogs, not a wolf, neither a dog. Stuck inbetween.
We are not unnatural, yet we are not entirely nature now are we? Don’t you feel this alienation while walking a vast forest? Don’t you love it?
You can feel the connection and feel home, yet the alienation and be fascinated. Which other living thing on earth is fascinated by nature as we are?
Which living thing copies images of flowers on their walls, mass produce leave patterns on kitchen towels, give soft grizzly bear replicas to babies. Over and over in all different perspectives, perceptions, shapes,forms and materials.. as if there is a malabsorption.. and it’s just not enough.
We are those aliens.
Lumineh, drawing (wip) ink on paper, 2022
This massive mess of a being I am. Entangled myself in my own hurricane. Blended into a gew of a thousand slugs. Sits right at the center of my chest. I can’t get oxygen. Veins going dry sometimes. Crumbles into dust blown to the other end of existence by the wind of my very own hurricane. Particles everywhere and NOWHERE. My very own supernova explosion.
Yeah glamorizing it much. It’s nothing as glamorous as a star explosion not gonna lie.
…old incomplete drawing, as usual.
We need more nature
Tree photobooth.
Smell it, hug it, love it, take a rest on it. When a tree hugs you, everything becomes perfectly clear. Everyone is perfect & nothing matters. As it really is.
For me to make art again, something I have within needs to somehow feel unobligated to anything and anyone in any sense.
And that is only possible with sovereignty.
So I take it as it is.
Maybe it’s all in the mind. Sovereign mind. ‘Obligated’ is perhaps a state of mind. And I feel too human right now to be anything else that I am.
I was blissed living in my head before. People hate that. They have to point out everything you must do, because that’s the way to do it and you are ridiculous if you don’t.
Neurodiverse is a made up thing for most.
I am struggling with integrating my new found power in a way that I can attune to that non human free beast within in me.
And that might mean finding a way to support myself in the way both sides are happy. And I am really struggling with that idea. The beast does not like to comply, it does not understand I need to do boring stuff for us to climb trees and dream. It refuses the numbers in a bank account. For it, it does not exist. Beast frowns. My beautiful beast. I don’t want to deny you. I would choose you over human.
We gotta attune. We gotta find a way to make it magical, still.
Sanayi Devrimi ve sonuçları insan soyu için bir felaket oldu. Bu sonuçlar, “gelişmiş” ülkelerde yaşayan bizlerin yaşamdan beklentilerimizi oldukça arttırırken toplumun dengesini bozdu, yaşamı anlamsızlaştırdı, insanları aşağılamalara maruz bıraktı, yaygın psikolojik acılara (Üçüncü Dünya’da fiziksel acılara da) yol açtı ve doğal dünyayı şiddetli zararlara uğrattı. Teknolojik ilerleyişin devamı durumu daha da kötüleştirecek; insanları daha büyük aşağılamalara maruz bırakıp, doğal yaşamda daha fazla zarara sebep olacak; büyük olasılıkla daha fazla sosyal bozulmaya ve psikolojik acılara yol açacak; belki de “gelişmiş” ülkelerde bile fiziksel acıların artmasına neden olacak.
Endüstriyel-teknolojik sistem devam edebilir veya yıkılabilir. Eğer devam ederse, sonunda psikolojik ve fiziksel acılar daha düşük seviyelere inebilir; ancak uzun ve acı dolu bir alışma döneminden sonra ve insanlarla diğer pek çok yaşayan organizmayı işlenmiş birer ürün ve çark dişlilerine indirgemek pahasına. Üstelik, sistem devam ederse, sonuçları kaçınılmaz olacak. Sistemi, insanların saygınlığını ve bağımsızlığını elinden almayacak bir şekilde yenilemenin veya değiştirmenin bir yolu yok.
Eğer sistem çökerse, sonuçları yine çok acı verici olacak. Ancak, sistem büyüdükçe çökmesinin sonuçları da daha dehşetli olacağından eğer çökecekse en kısa zamanda çökmesinde fayda var.
Biz, bu nedenle, endüstriyel sisteme karşı bir devrimi savunuyoruz. Bu devrim, şiddetli veya şiddetsiz olabilir, hemen gerçekleşebilir veya birkaç on yıla yayılarak görece daha aşamalı olabilir. Bunların hiçbirini şimdiden bilemeyiz. Ancak, biz, endüstriyel sistemden nefret edenlerin, bu çeşit bir topluma karşı bir devrimi hazırlamak için atmaları gereken adımların bir taslağını çiziyoruz. Bu, POLİTİK bir devrim olmayacaktır. Amacı ise hükümetleri değil, bugünkü toplumun ekonomik ve teknolojik temelini yıkmak olacaktır.
Bu makalede, endüstriyel-teknolojik sistemin doğurduğu olumsuz gelişmelerin yalnızca bazılarına değindik. Benzer diğer gelişmeleri yalnızca kısaca açıkladık veya tümüyle göz ardı ettik. Bu, diğer gelişmeleri önemsiz bulduğumuz anlamına gelmez. Ancak pratik nedenlerden dolayı tartışmamızı yalnızca yeterince toplumsal ilgi çekmeyen veya yeni bir şeyler söyleyebileceğimiz alanlarla sınırlamak zorundayız. Örneğin, iyi örgütlenmiş çevreci ve vahşi doğayı savunan hareketler bulunduğundan, oldukça önemli olduğunu düşünmemize rağmen çevre kirliliği veya vahşi doğanın yıkımı hakkında çok az şey yazdık.
Teknoloji, Özgürlük Özleminden Daha Etkin Bir Sosyal Güçtür
Daha Basit Toplumsal Sorunların Dahi Çözülemez Olduğu Görüldü
Devrim Reformdan Daha Kolaydır
İnsan Davranışının Kontrolü
İnsan Soyu Dönüm Noktasında
Gelecek
Strateji
Teknolojinin İki Türü
Solculuk Tehlikesi
Sonuç
Unabomber In His Own Words
Ted Kaczinski, better known as the Unabomber, has left a lasting soot stain on the fabric of 20th century America. He operated his reign of terror undetected from a tiny, isolated cabin in the Montana woods for more than 17 years, bombing unsuspecting victims 16 times without the authorities identifying him. His crimes elevated panic amongst the public, became noteworthy in the news cycle, and required more resources than any federal case in history. He was a certified genius, anarchist, neo-luddite hermit with antisocial tendencies and ideas he felt were important enough to kill for. In the end he took 3 lives and maimed many more for his ideals before being brought to justice.