
KAMPÜS CADILARI HAKKINDA
Kampüs Cadıları
Kampüs Cadıları üniversitelerde, genç kadınların kadın olmaktan dolayı yaşadıkları taciz, tecavüz, şiddet gibi sorunlar karşısında örgütlenen bağımsız bir topluluktur. Kampüs Cadıları ataerkinin kadınlara dayattığı her türlü toplumsal cinsiyet rolüne karşı çıkar, kadınlara nefes alabilecekleri yeni yaşam alanları inşa etmeye çalışır.
Kampüs Cadıları kadını ezen erkek egemen sistemi tariflerken yalnızca ataerkiden bahsetmez. Kapitalizme uyum sağlamış, ondan güç alıp beslenen ve kendisi de onu besleyip güçlendiren, kadın bedeni ve emeği üzerinde özgün bir tahakküm kuran “ataerkil kapitalizm” tarifi yapar. Ataerkil kapitalist sistem bizi yaşamımızın her yönünden ve her anından kuşatır. Adalet mekanizması, medya, eğitim sistemi ve günlük yaşamımızın tümü; biz kadınlara “ikincil konumumuzu” ve “toplumsal cinsiyet rollerimizi” öğretirken; erkeği ve onun egemenliğini korumak üzere şekilleniyor. Şiddeti cinsel, ekonomik, fiziksel ve psikolojik olarak uygulayan ve kadın bedenini özel mülkü haline getiren erkekler sistem tarafından korunuyor ve uyguladıkları şiddet hoş görülüp meşrulaştırılıyor.
Kampüs Cadıları her türlü şiddete, tacize ve tecavüze karşı öz savunma yöntemini savunur, öğrenir ve geliştirir. Öz savunmanın sadece şiddete karşı kendini korumaktan değil, özgür bir yaşam hakkını bütünüyle savunmaktan ve fiilen inşa etmekten geçtiğini de saptar. Kampüs Cadıları bu doğrultuda fiziksel öz savunmayı önemser. Dövüş ve savunma sanatlarına kadınların sağlıklı ve düzenli bir şekilde ulaşmasını sağlar. Erkek şiddetini sosyal medyada ve gerçekleştiği her alanda teşhir eder. Psikolojik öz savunma adına özgüven eğitimi ve çalışmaları yapar.
Kampüs Cadıları çalışmalarının büyük bir çoğunluğunu üniversiteli kadınlar başta olmak üzere genç kadınlarla yürütür. Üniversiteler erkek egemen değerlerin sürekli yeniden üretildiği kurumlardır ve tüm diğer toplumsal mekânlar gibi kadınlar için bir siyasal mücadele alanıdır. Üniversiteler erkeklere göre tasarlanmış kampüs organizasyonundan ders içeriklerindeki cinsiyetçiliğe, meslek seçimlerinden üniversiteler içerisinde yaşanan taciz ve şiddet olaylarına; yurtlarda yaşanan sorunlardan kadın erkek arasındaki fırsat eşitsizliğine kadar genç kadınlar için birçok problemi barındırıyor. Bu sebeple Kampüs Cadıları üniversitelerin eşit, bilimsel, anadilde ve cinsiyetçi olmayan eğitim kurumları olması için mücadele eder. Eğitimin cinsiyet ayrımcılığından arınması için üniversitelerdeki eğitimin her düzeyinde, ders kitaplarında ve materyallerinde cinsiyetçiliğin yok edilmesi için mücadele eder. Bunun için kampanyalar örgütler. Zorunlu toplumsal cinsiyet dersleri talebinde bulunur. Okullarda egemen olan indirgemeci, ayrımcı bir cinsellik ve cinsel kimlik anlayışı ile farklı cinsel yönelimlere sahip öğretmen ve öğrencilere dönük her türlü ayrımcı ve zorba davranışa karşı önlemler alınmasını ve yaptırımlar uygulanmasını savunur. Öğrencilerin ve hocaların taciz ve cinsel istismar konusunda bilinçlendirilmesi yönünde çalışmalar yapar. Ayrıca üniversitelerde gerçeklesen taciz, tecavüz ve şiddete karşı kendi savunma ve teşhir etme yöntemlerini kullanarak bunlara maruz kalan kadınlarla dayanışır. Üniversiteler; içerisinde yaşanan cinsel taciz ve şiddet olaylarında, bu taciz ve şiddeti yasayan kişilere gerekli psikolojik ve hukuksal desteği sağlamakla sorumludur. Ayrıca toplumsal cinsiyete dayalı her türlü şiddeti ve tacizi önlemeye yönelik politikalar geliştirilmek durumundadır. Kampüs Cadıları bu anlayış doğrultusunda üniversitelerde cinsel tacizi önleme birimlerinin kurulmasını ve bunların toplumsal cinsiyet odaklı bir bakış açısıyla yürütülmesini talep eder. Yurtlarda erkek öğrencilere yapılan ayrıcalıkların son bulması, yurtların kadınların ve erkeklerin eşit koşullarda ve özgürce yasayabilecekleri alanlar olması için mücadele eder.
Egemen ataerkil ideolojiyle kuşatılan bir eğitim sisteminin dışına çıkarak kadınların gerçek yazılı tarihlerini öğrenmeleri ve öğretilmiş kadınlıktan kurtulmaları, özgürlüğe giden yolda önemli bir adımdır. Neye karşı neden mücadele ettiğimizi bilince çıkarmak ve her gün kendimizi ve günümüzü sürekli yeniden örgütlemek, ataerkiye karşı direniş ve özgürleşme pratiğimiz için uygun bir zemin inşa edecektir. Böylelikle Kampüs Cadıları genç kadınların kendi yazınsal tarihlerine, kadınların yaptığı edebiyata ve sanata ulaşmaları için eğitimler ve etkinlikler düzenler. Dayatılan rollere inat kadın kurtuluş mücadelesini bilince çıkartmak adına bilinç yükseltme çalışmaları yapar. Bu alanda sosyalist feminist literatürden beslenir.
Farklılıkların dışlandığı ve cinsel kimlikler arası hiyerarşinin olduğu bir toplumda heteroseksüel kadın ve erkeğin de özgür olması beklenemez. Homofobinin ve transfobinin yok edilmesi, farklı cinsel yönelimlere veya cinsel kimliklere sahip bireylere özgür yasam alanı yaratacaktır. Kampüs Cadıları LGBTIQA+ bireylerin sosyal, kültürel ve akademik alanlardaki ayrımcılıklarla mücadelesini destekler. Üniversitelerde LGBTIQA+ bireylere yönelik önyargıyı, ayrımcılığı ve nefreti kırmaya yönelik çalışmalar yapar. LGBTIQA+ fobiyi besleyen politikalara karşı mücadele eder.
İlkel komünal toplumlarda kadın doğurganlık özelliği nedeniyle doğanın bir parçası gibi düşünülüyordu. Kadının toprağa bereket verdiği yönündeki anlayışla paralel olarak, doğa ile ilişkisi, erkeğe göre daha “içeriden” oldu. Madenin bulunması ve avcılığın gelişmesiyle birlikte doğa üzerinde egemenlik kurabileceğini anlayan erkek, kadın bedeni üzerinde de egemenlik kurdu. Bugün yaşanan ekolojik krizin sebebi her ne kadar kapitalizmin kâr hırsıyla alakalı olsa da bu egemenlik biçiminde ataerkinin de payı vardır. Bu yüzden Kampüs Cadıları doğayı savunmanın kendi yaşamlarını savunmak olduğunu bilir ve ekolojik mücadelede de ön saflarda yer alır.
Savaşlar ataerkil kapitalizmin bir icadıdır. Savaş dönemlerinde en büyük zararı kadınlar ve çocuklar görmektedir. Bu çıkarımdan hareketle Kampüs Cadıları her zaman barış mücadelesini yükseltir. Militarizme ve ondan beslenen erkek egemenliğine karşı savaşsız, şiddetsiz, sömürüsüz, eşit ve adil bir toplum talep eder.
Kampüs Cadıları mücadele yöntemi olarak bağımsız bir kadın mücadelesini benimsemektedir. Kadınların kurtuluşu ancak kadınların öznesi olduğu bir pratikle gerçekleşebilir. Karşımızda tüm aygıtlarıyla donanmış olarak duran ataerkil kapitalizme karşı, bizlerin de kendi tarihini bilen, özgürlüğünü sağlam bir bilinçle savunabilen kadınlar olarak var olmamız gerekiyor. Nasıl ki erkek egemen sistemin öznesi erkekler ise bunun karşısında verilecek mücadelenin de öznesi kadınlar olmalıdır. Kadının kendi özgürleşme eyleminde yalnız olması, erkeklerin hegemonyasından sıyrılması ve kendini bir birey olarak erkeğe bağımlı olmadan var edebilmesi gerekiyor. Üniversiteli genç kadınların kadın olmaktan dolayı yaşadığı bu problemler karşısında örgütlenen Kampüs Cadıları bu eşitlik ve özgürlük mücadelesinde karma yapılardan ve erkeklerden bağımsız bir örgütlenme yöntemini benimsiyor.

ÖZ SAVUNMA
Kampüs Cadıları
Erkek egemenliğinin kadınlar için yok edici boyutlara ulaştığını söylersek abartmış olur muyuz? Erkeklerin her gün onlarca kadın öldürdüğü ve her gün ölüm ile burun buruna yaşadığımız bir ülkede mi? Asla; tam tersine, günlük olarak yaşadığımız bir sorunu basitçe anlatmış oluruz. İçerisinde bulunduğumuz yüzyılın en temel sorunlarından biri, bin yıllar sürmesine rağmen erkek egemen sistemin her gün kendini yeniden üretiyor olmasıdır. Üstelik sürekli yayılarak ve derinleşerek!
Elbette bu uzun tarihsel sürecin günümüzdeki yapılanması, kapitalizm ve onun çok yönlü kriziyle iç içe geçmiş durumda. Kadının ev içi emeği ve bedeni üzerindeki tahakküm biçimleri yeniden şekillenip, derinleşiyor. Kapitalizmin güncel krizi içinde yeni biçimlere bürünen yeniden üretim sürecinin ve baskı biçimlerinin analizini ve ona göre güncellenmiş bir kadın kurtuluş mücadelesi inşa etmek önümüzdeki süreçte giderek daha fazla önem kazanıyor.
Çünkü “ataerkil kapitalizmin” yenilenen ve değişen yapısı karşısında, yeni örgütlenme ve direnme araçları oluşuyor. İşte bu yeni araçlardan biri olan “öz savunma” pratiğine değinmek istiyoruz.
Savaşlarda İşgal Edilen Kadın Bedenleri
Ekonomik krizle iç içe geçerek yaşanan küresel hegemonya krizinin yarattığı savaş coğrafyaları, erkek egemen baskı biçimlerinin en çok çeşitlendiği ve derinleştiği yerler.
Emperyalizmin erkek egemen yapısı ve bu yöndeki politikaları yüzünden, savaşlarda işgal edilen sadece o ülkenin toprakları değil, aynı zamanda kadınların bedenleri oluyor.
Savaşın içerisinde olan kadın, ya yoksulluğa ve açlığa mahkûm ediliyor ya da erkekler tarafından köleleştiriliyor. Emperyalist ülkelerin kendi elleriyle yarattıkları cihatçı çetelere baktığımızda ortak özellikleri erkek egemenliğinin en gerici zirvesi olmalarıdır. Kadınlar onların özel mülkiyetindeki herhangi bir eşya gibi ve emekleri ve bedenleri posası kalana kadar sömürülüyor. Emperyalizm, bu çetelerin gelişmesinin önünü açarak, aslında savaşın doğrudan içerisinde olmayan kadınlara da bir mesaj veriyor. Kadınların en temel haklarının ne kadar geriye gidebileceğini görüyoruz ve krizde ilk olarak kapitalizme özgü kadın-erkek “eşitliğinin” ortadan kaldırılacağı yönünde açıkça tehdit ediliyoruz. İşte, bu yıkıcı tehdit karşısında gelişen pratik, “öz savunma” oluyor.
Suriye’de başkaca yönlerinin yanında, aynı zamanda erkek egemenliğinin en çıplak ve vahşi hali olan, kadının var olma hakkının elinden alındığı erkek terörüne karşı meşru savunmayla başlayıp güçlenen muazzam kadın direnişi, bölgenin ve dünyanın bütün kadınlarının bilinçlerinde yankılandı. Başka biçimlere bürünerek Türkiye’deki kadın hareketinin de gündemine yerleşti. O yankılanmanın ürettiği sorulardan biri de şu; meşru savunmaya geçmek için savaşın doğrudan içerisinde olmamıza gerek var mı? Ya da, aslında bizler de ilan edilmemiş ama sinsice yürütülen bir çeşit savaşın içinde değil miyiz? Sürekli artan bunca kadın cinayeti, yaralama, tecavüz, taciz ve her gün karşılaştığımız bin bir çeşit saldırı başka nasıl izah edilebilir? Yılda üç yüz kadının öldürüldüğü bir ülkede yaşıyorsanız, orada bir barış ortamının olduğunu savunabilir miyiz? Uygulanan bin türlü şiddetin kadınların sokaklarda yürüyemeyeceği boyutlara varmış olması ya da sokaklardan kaçıp sığınılan evlerin bile birçok kadın için canlarının alındığı yer olması, bir savaş halini göstermez mi?
“Tak etti, yetti artık” dediğin yerde, öz savunma başlar…
Peki, bu savaş boyutlarındaki saldırılar karşısında biz kadınları “koruyan” bir hukuk sistemi var mı? Evet, en basit yaşamsal faaliyetlerimiz bile saldırı altında, ama bizi koruyan bir “şey” var mı? Aksine, avukatlar, hâkimler, savcılar ve onların uyguladığı hukuk sistemi, kadın cinayeti işlemiş bir erkeği bile “acaba ne yapsak da kurtarsak” ya da “acaba nereden indirim versek” diye düşünmekte.
Çare: Örgütlü Bir “Öz Savunma” Pratiği
Kadınların yaşamak için yaptığı her türlü savunma, bir meşru müdafaa olarak görülmeli ve cezasız kalmalıdır.
Ama gerçek yaşamda tam tersi oluyor ve erkekleri beraat ettirmek için çırpınan yargı kadınlara karşı olağanüstü saldırgan bir tutum sergiliyor. Yasamak için şiddet kullanmaktan yargılanan kadınlar cezasız kalmak bir yana çoğu zaman en üst sınırdan ceza alıyor.
Erkek yargı; kendisine sistematik olarak tecavüz eden erkeği öldüren Nevin’e ağırlaştırılmış müebbet verirken, yemek yapmadığı için eşini öldüren erkeğe iyi hal indirimleri verebiliyor.
“Öldürmeseydi öldürülecekti” demiyor mahkemeler. Eh, herhalde kadınlar ceza almazlarsa cesaretlenip kendilerini savunmaya başlarlarsa neler olabileceğinden korkuluyor! Kendisine şiddet uygulayan erkeği öldürme noktasına gelmiş bir kadının korkusu, asla alacağı ceza olmuyor. Öldürmezse öleceğini biliyor; “ölüm ve cezaevi” arasında tercihe zorlanıyor.
Öz savunma sadece şiddete karşı kendini korumaktan değil, yaşamını bütünüyle savunabilmekten geçer. Yaşamak, biz kadınların en doğal hakkı; elbette sonuna dek bu hakkımızı koruyacağız. Ama yetmez; özgürce, istediğimiz gibi, yaşayabilmek için, kendimizi hayatın her alanında var edebilmek için öz savunmayı geliştirmeliyiz.
Bizler, basitçe “erkeklerden öç alma” peşinde değiliz, kendi yaşamımız üzerindeki denetimi kendi ellerimize almak istiyoruz.
Öz Savunma Pratiğinin Gelişimi
Öz savunma, şayet örgütlü ve yaygınlaştırılarak yapılırsa, kadınlar yararına toplumsal bir dönüşüm yaratabilir. Öz savunma deyince aklımıza doğrudan ve yalnızca silahlı bir mücadele yöntemi, ya da dövüş sanatları gelmemelidir. Öz savunmanın ilk koşulu, içerisinde bulunduğumuz ve zarar gördüğümüz erkek egemen sistemi anlayabilmekten geçer. Neye karşı savaşmakta olduğumuzu bilmeden, onunla savaşmak için doğru araçları geliştirmemiz mümkün müdür? Tek tek erkeklere değil, erkek egemen sisteme karşı savaştığımızı unutmamalıyız.
İkincisi, erkek egemen sistemin ezeli ve ebedi olmadığını; dolayısıyla değiştirilebileceğini, ezilmeye ve ikinci cins olmaya mahkûm olmadığımızı bilince çıkarmaktır. Bu bilinç kendiliğinden gelişemeyeceği gibi sadece yaşadığımız deneyimlerle de açığa çıkmayacaktır. Bin yıllardır içselleştirdiğimiz ikinci olma konumundan uzaklaşmak, erkek hegemonyasının altından kurtulmak için daha birçok araca ihtiyacımız olduğu oldukça açıktır.
Kendi yazınsal tarihimize doğru bir yolculuğa çıkmamız gerekir. Erkek egemenliğinin ezeli olmadığı gerçeği, gözümüzdeki bandajlardan kurtularak okuduğumuzda tarihin tozlu sayfalarında karşımıza çıkacaktır. Tarihi, felsefeyi, sanatı yeniden kadın yazarların gözünden okuyarak başladığımız bu yolculukta göreceğiz ki; bizlere okulda öğretilen sadece erkeklerin tarihiymiş. Aynı zamanda mücadele ve cesaretle dolu bir kadın tarihi de varmış.
Üçüncüsü, gücümüzün farkında olup kendi hayatımız üzerinde söz sahibi olmamızı sağlayacak olan özgüven mekanizmalarımızı geliştirmek. Kendimize güvenmemiz savunmamızı güçlendirecektir. Bu da bugüne değin uzaklaştırıldığımız bütün toplumsal alanlarda var olmak için mücadele etmekten geçecektir. Sanatsal-kültürel faaliyetlerden spora; edebiyattan siyasete… Dışlandığımız bütün alanlarda, olmak istediğimiz her yerde olabilmek, olabileceğimizi görmek…
Dördüncüsü, kadın dayanışması; öz savunmanın önemli ve belirleyici aşamasıdır. Her kadın erkek egemenliğinin farklı biçimlerine maruz kalıyor. Birbirimizle dayanışmayı ne kadar güçlendirirsek, öz savunmamız o denli delinmez bir zırh olacaktır. Dayanışmamız bizi örgütlü bir güce götürecektir. Örgütlü gücümüz erkek egemenliğinin karşısında cesaretle ve umutla durmamızı sağlayacaktır. Unutmamalıyız ki bu sistem en çok kadınlar arasında yarattığı rekabet ve kıskançlık üzerinden ayakta durmaktadır. Bizlerin bir araya gelip, birbirimizle deneyimlerimizi paylaşmamız, bunun üzerine birlikte hareket etmemiz onların asla işine gelmeyecektir.
Pasif Bir Savunma Yetmez
Buraya kadar pasif ama öz savunmanın temelini oluşturan yöntemlerden bahsettik. Ama sadece bu yöntemlerle erkek şiddetini önlememiz mümkün değil. En fazla yavaşlatır ya da kısmi olarak azaltabiliriz. Bu kazanımlarımızın ardından geliştireceğimiz atak savunma yöntemleriyle öz savunma pratiğimiz başka boyutlar alacaktır.
Erkek kadını taciz eder veya şiddet uygularsa, karşılığında kadının da ona şiddet uygulaması ya da sadece kendisini savunur pozisyonunda kalması gerekmez. Erkeği ve yaptığını teşhir ederek onu savunmasız bırakabiliriz.
Teşhir; önemli bir atak savunma yöntemidir, hukuki yollardan herhangi bir sonuca ulaşılmadığı zaman kullanılabilir. Doğru bir şekilde kullanıldığı takdirde de işe yarar.
Doğru bir şekilde kullanımdan kastımız şiddeti o erkek üzerinde kişileştirerek, bireyin kendisine dönük bir şeytan taşlama ritüeli yaratmamaktır. Sadece uygulanan şiddetin kendisine odaklanmak çok önemli… Şiddet uygulayan kişinin etrafında veya daha da geniş bir çevreye ulaşan teşhirin erkeği yaptığı şeyin ne olduğu konusunda bilince çıkaracak bir basınç altında bırakması gerekir. Bilince çıkarıp yaptığı hatanın farkına varabilir de, ona direnebilir de. Fakat bu teşhir öncelikle kadının kişisel haklarını koruyan, onun beyanını esas alan ama erkeğin de aksini ispat etme veya kendini dönüştürme çabalarına itiraz etmeyen ince bir ayarda olmalıdır. Erkeğin şiddetine karşı fiziksel şiddet uygulamak, teşhirden bir sonraki adımdır ve artan şiddet, taciz ve tecavüz olaylarından sokakta yürüyemez hale geldiğimiz bu günlerde önemli bir öz savunma yöntemidir. Kadının sözünün hiçbir hükmü olmayan ataerkil toplumlarda kadının beyanın esas alınması kadın mücadelesi açısından oldukça önemlidir. Kadın dayanışması en çok bu noktada sınanır. Erkeğin fiziksel olarak güçlü olan konumuna karşı, spor yapmak ve dövüş sanatlarını öğrenmek kendimize olan güvenimizi perçinleyecek ve şiddete karşılık verebilmemizi sağlayacaktır. Bu yönde geliştirilmiş birçok savunma sanatı vardır. Örneğin Wen-Do (kadının yolu) tamamen kadınlar için geliştirilmiş bir dövüş sanatıdır. Şiddet karşımıza sokak ortasında, evde, kampüste veya iş yerinde aniden çıktığında kendimizi savunabilmek için öncelikle bu savunmanın ne kadar meşru olduğunu, sonrasında da bunu gerçekleştirebilecek cesarete, güce ve tekniğe ihtiyacımız olduğunu unutmamalıyız.
Sonuç olarak, öz savunma yönteminin sadece bireysel olarak kazanılması ya da örgütsüz bir biçimde uygulanması, içinde nefes alıp verdiğimiz toplumda bütünlüklü bir sonuç yaratamaz. Kadınların öz savunmadaki en önemli silahı örgütlenmektir. Karşımızda her tarafımızdan bizi kuşatmış bir ataerkil kapitalist sistem durmaktadır. Bunun karşısında sistemli ve bilinçli bir şekilde geliştirilmiş öz savunma pratiği “hayat kurtaracak” boyutlara ulaşabilir, toplumsal özgürleşmenin de önünü açabilir. Bu da örgütlü bir kadın mücadelesinin gelişmesiyle mümkündür.