
Hınç Poetiğini Üretebilmek
Gökhan Gençay ile Söyleşi
24 Ocak 2014, İstanbul
Öncelikle Uyumsuzlar Fraksiyonu’nun formel bir örgütlenme olmadığının altını çizmek gerekiyor. Fraksiyon, farklı siyasal geleneklere mensup, hayatın içinde farklı pozisyonlarda yer tutmuş öznelerin pratik/ düşünsel evriminde bir basamağı simgeliyor. 2000’lerde biraraya gelen, sosyo-kültürel eğilimleri birbirine yakın, teoriye, eyleme, bir bütün olarak hayata benzer perspektiften bakan insanların kendilerine verdiği isim Uyumsuzlar Fraksiyonu.
Sivil toplumculuk, neo-hippilik, pasifizm üzerinden kendini var eden anaakım anarşizmin her türlüsüyle arasına mesafe koyan, düşünce ve eylemde farkını açık seçik ilan eden isyankâr anarşistlerin acıyı ve bıkkınlığı dayatan, tinselliği paramparça eden sisteme karşı duyduğu öfkenin somut bir ürünü. Tekno-endüstriyel sistemin bireyi mengene misali sıkan ağsal iktidarına karşı, özgürlüğün ikameciliğe dayanan ortodoks ideolojilerin boyunduruğu altına girmeden kazanılacağını savunanların ittifakı. Uyumsuzlar Fraksiyonu; enformel, birey temelli yakınlıkları önemseyen, total yıkım taraftarı bir grup.
Nicel manada büyümeye, dergi, dernek vb. sosyal merkezler kurarak kurumsallaşmaya en baştan beri ilkesel olarak karşıydık, hâlâ da karşıyız. Yıllar önce iki elin parmaklarını geçmeyecek sayıda insanın biraraya gelmesiyle ortaya çıktı Uyumsuzlar Fraksiyonu ve bileşenlerinin hiçbirinin bildik anlamda “örgütlenme” türünden bir kaygısı olmadı. Varlığını dayatan her şeyle olan meselemizi vurgulaması için ismimizin “uyumsuzluk” iradesini doğrudan içermesi gerekiyordu. “Uyumsuzluk” sıfatını kullanırken asıl vurguladığımız gövdesiz, reklamsız bir red tavrı. Bu ruhu ve iradeyi sıkıştırılmış kalıplara, çerçevesi çizilmiş örgütlenmelere havale etmek istemiyoruz; anonim kalmak, yüzlerin ve bedenlerin olmadığı, genel geçer ‘birleşelim’ şiarlarının savrulmadığı, bilfiil ‘isyan olma hallerini’ çoğaltmak istiyoruz. Bireylerin küçük yakınlık grupları formunda yan yana gelişlerini, “aynıların aynı, ayrıların ayrı” yerde var olması gerektiğini savunduğumuz için, hiç kimseyi Fraksiyon’a davet etmiyoruz; herkesi ayağını bastığı alanı uyumsuzluğun enerjisiyle isyanın toprağı haline getirmeye çağırıyoruz. Zaten Fraksiyon bileşenleri de kendi ihtiyaçları temelinde zaman zaman birbirinden farklı gündemlere, farklı türden faaliyetlere yoğunlaşıyorlar. Ve en önemlisi, Uyumsuzlar Fraksiyonu ismi, blog sayfamız ve bildirilerimiz dışında kesinlikle kullanılmıyor. Fraksiyon bileşenleri, yürüttükleri faaliyetin niteliğine uygun isimleri seçiyor ve o isimlerle eyliyorlar. İsim ve imzadansa yapılan işin, eylemin değerli olduğuna kaniyiz hepimiz.
Coğrafyamızda kendine anarşist sıfatını layık gören, gerçekte ise teori ve pratiğiyle ortalama bir liberalden hiçbir farkı olmayan sosyal merkezcilerle herhangi bir ortak noktamız yok. Uyumsuzlar Fraksiyonu’nun araçsal akla yaslanan, insanın özüne dair naif bir iyimserliğe sahip geleneksel anarşizmle de; ufku kapitalizm karşıtlığından ötesine uzanmayan sendikalist, komünalist eğilimlerle de; toplumsal kurtuluşa dair boş hayallerle dolup taşan kolektivistlerle de ortak bir noktası yok. İdeolojilerin çeşitliliği iktidarın tarafında saf tutmanın yüzlerce yolu olduğunun göstergesidir.
Radikal olmanın ise tek bir yolu vardır: Kimin inşa ettiğine bakmaksızın her duvarı yıkmak! Her renkten muhalif akımın sık sık kullana geldiği klasik yıkma-yaratma diyalektiği klişesi iktidar bloğunu tehdit etmez. Var olan her şey, en küçük parçasına değin, topyekûn yıkılmadığı müddetçe, hakiki bir özgürlükten söz edilemez. Dolayısıyla, Debordcu manada Büyük Gösteri’nin tam manasıyla hâkimiyetini ilan etmiş olduğu günümüz sosyal ikliminde yadsımanın, yıkıcı iradenin sürşekli diri tutulması şart. Yani, bugün çubuğu son raddesine kadar koşulsuz yıkıma bükmeyen herkes bir yerinden sisteme eklemlenmeye, sistem tarafından massedilmeye mahkûm.
Biz pirüpak, steril bir anarşi anlayışından yana değiliz. Aydınlanmacı, pasifist, anaakım anarşizmin her türüne cepheden tavır alırken, onların karşısına başı ucu belirlenmiş, statik siyasal dogmalar koymamaya özen gösteriyoruz. Hatta, objektif olarak ifade etmek gerekirse, Uyumsuzlar Fraksiyonu bileşenlerinin yıllardır kendilerine özgü bir nihilist isyankârlığın sözcüleri olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Hiç kimsenin, hiçbir eğilimin şubesi, acentası olmadık; kendi sözümüzü kendimiz ürettik, kendi yolumuzu kendi argümanlarımız çerçevesinde çizdik. Ama ilginçtir, “anarşist” camiada bizi taklit etmekle iştigal eden, hatta yegâne uğraşı bizden öğrendiklerini sağa sola pazarlamak olan pek çok patolojik tipin türediğine şahit olduk. –miş gibi yapmanın, risk almadan atıp tutmanın genel kabul gördüğü, kavramların, kimliklerin, aidiyetlerin savurganca tüketildiği bir dönemde yaşıyoruz, maalesef. Gırtlağına kadar boka batanlar mutlu mesut yaşamaya devam ediyor. Asalaklığın her hali makbul karşılanıyor, “at iziyle it izi” birbirine karışıyor. Bize göre, gündelik hayatın en sıradan ritüellerinden sistemin karmaşık sosyal, kültürel labirentlerine kadar her şey isyankârlara söz ve eylem üretmek için uygun zemin sunuyor. Yeter ki, laf kalabalığıyla, kitle kuyrukçuluğuyla, taklitçilikle kimsenin bir şey kazanamayacağı unutulmasın.
İlham aldıklarımıza gelirsek; bazılarına tuhaf gelecek ama, biz klasik anarşist metinlerden ziyade Dada’dan Sitüasyonistlerden, karşı-kültür akımlarından, yeraltı edebiyatından, punk’tan besleniyoruz. Nietzsche, Guy Debord, George Bataille, E. M. Cioran, Deleuze, Foucault, Baudrillard kadar Chuck Palahniuk’a (Uyumsuzlar Fraksiyonu blog’a göz atanlar gözbebeğimiz, üstadımız Chuck’a duyduğumuz derin sevgiyi fark edecektir), Brett Easten Ellis’a, Irvine Welsh’e, Boris Vian’a, Albert Camus’ye, Marki de Sade’a da önem veriyoruz. Kültür endüstrisinin körüklediği kitle kültürüne başkaldırırken, öncelik-sonralık sıralamaları yapılmaması, hiyerarşik standartlar belirlenmemesi gerektiğine işaret ediyor, halihazırda popüler kültürün açık bir savaş alanı olduğunu vurguluyoruz. Modaya uyup sloganlaştıralım:
Pop kültüre angaje olmadan mitleri çalıp tersine çevirmek mümkün.
Sosyal medyada çoğu genci aktivist, anarşist bir tavır içinde görüyoruz, toplumsal bir direniş, aydınlanma sürecine girdiğimizi düşünüyor musun?
Ben aynı kanıda değilim. Sosyal medyanın, sanal platformların aktivizme kan taşıdığını, güçlendirdiğini sanmıyorum. Tam tersine sosyal medya, gerçeklikle bir bağlantısı olmayan alter egoların dolaşıma girmesine neden oluyor. Bugün bu mecralarda, sözünün arkasında durmayan, sanal âlemde bol keseden söz üretmeyi eylemcilikle karıştıran bir tipolojinin, kendi jargonu, kültürel kodları, alışkanlıklarıyla vücut bulduğunu gözlemliyoruz. Trajikomik bir durum… Yaşları 18’le 25 arasında salınan, öğrencilik çağındaki gençler, sosyal ilişkiler geliştirmek, birbirlerine büyüklük taslamak amacıyla akla hayale sığmayacak iddialar savuruyorlar. Kısa bir süre içinde de bu iddiaların altında ezilip sırra kadem basıyorlar. Mücadelenin, fedakârlığın sözlük anlamını dahi öğrenme fırsatı bulamadan kenara çekildiklerini beyan ediyorlar! Henüz yürümeye bile başlamadan, koşmaktan yorulduğunu iddia eden öyle çok insan var ki, gülsen mi, ağlasan mı bilemiyorsun. Daha yirmili yaşlarını doldurmadan “biz neler gördük, geçirdik” edebiyatına girişmekten de zerre imtina etmiyorlar. Bu tür büyüklenme hamlelerine prim veriyor sosyal medya. Hayatın içinde esamesi okunmayanlar aradıkları duygusal tatmine buralarda ulaşıyor. Nitekim, internet ortamında iki metre boyundaymış gibi klavyeye sarılan pek çok insanın aslında cüceden hallice olduklarını bizzat tecrübe ettik. Sanal âlem, had safhada seviyesizlik ve kokuşmuşluk salgılıyor.
Biz Facebook’u kültürel paylaşımlar veya müzik, metin alışverişi için kullanıyoruz. Facebook’un herhangi bir eylemliliğin geliştirilmesine hizmet edebilecek bir araç olabileceğine inanmıyoruz. Yüz yüze, dolayımsız ilişki kurulmasını doğru buluyoruz; herkesin iştahla teknoloji rüzgârına kapıldığı bu çağda biz hâlâ old-school yöntemlere, ilişki modellerine bağlıyız.
Toplumsal kurtuluşu gerçekçi bulmadığım için herhangi bir “toplumsal aydınlanma” tasavvuruna da sahip değilim. Bana kalırsa, toplumla kıyasıya savaşa girilmeden merkezi otoriteye, tekno-endüstriyel sisteme darbe vurulamaz. Sahici hayatın yoksullaştırıldığı, tüketicilikten, tüketim cemaatlerinden mürekkep yeni cemaatler aracılığıyla sosyal ilişkilerin yeni baştan yapılandırıldığı bir dünyada hakiki tutkuların evcilleştirilmesine müsaade etmemek gerekiyor. Hayal kırıklığı ve doyumsuzluğun pençesindeki bireyler, öfkelerini ifade etmek için asgari müşterekler aramak, geleneksel politik örgüt formlarına itibar etmek zorunda değil. Özerkliği kıskançlıkla sahiplenmeden gerçekliğe hükmeden imgelerle baş edilemez. Özgürlüğün kolektif boyutta hayata geçirilebileceği hususunda umutlu değilim; hatta ne dün, ne bugün ne de yarın var olmuş veya olabilecek dört başı mamur bir özgürlük kavramına da inanmıyorum. Tüketim diktatörlüğüne, niceliğin saltanatına, endüstriyel uygarlığa, hiyerarşinin her türlüsüne karşı mücadelenin kesintisizliğine inanıyorum sadece.
Sitüasyonist Enternasyonal’in toplumu dönüştürme fikrinin günümüz için çok iyimser bir çaba olacağından dem vuruluyor; sen ne söylemek istersin?
Biraz önce bahsettik aslında; toplumsal kurtuluş veya toplumu dönüştürme motivasyonuyla hareket etmek pek doğru gelmiyor bana. Herkes, her birey, doğrudan kendi sorumluluğunu üstlenerek kendi varoluşsal arzuları doğrultusunda kendini gerçekleştirme çabasında olmalı. Zafer ve yenilgi kavramlarını da yeni baştan belirlemeli, farklı değerleri referans almalıyız. Gösteri toplumunun hakikiyle sahte, imge ile gerçeklik arasındaki farkı silerek yarattığı modern tiranlığın simulakrların egemenliğinde varlığını sürdürdüğü düşünülürse, her şeyden şüphe etmekle işe başlamak gerek.

Hınç poetiğini üretebilecek cürete sahip olmalıyız.
Uzlaşmaz bir kararlılıkla yıkıcı kültürel stratejiler geliştirmeliyiz. Bu amaç doğrultusunda Sitüasyonistlerin, Sitüasyonist Enternasyonal’in mirası fevkalade değerli; onların oyuncul ve yıkıcı geleneğinden feyz almak hayati önem taşıyor. Ama detournement’in fetişleştirilerek propaganda ve pop-art’a dönüştürülmesine de rıza göstermemek lazım. Velhasıl, gösteri toplumunun tuzaklarına karşı uyanık olunmalı. Sitüasyonistlerin bile gösteriye içkin kılındığı, sistem tarafından eğlence endüstrisinin parçası haline getirildiği, birtakım aklıevvellerce de sadece sanat başlığı altında
gündeme taşındığı hatırlanırsa meselenin ciddiyeti daha iyi anlaşılır. Altını çizerek belirteyim:
Bugün Sitüasyonizm, tuzu kuru salon entelektüellerinin, sanat simsarlarının, şöhret peşinde koşan “çağdaş sanatçıların” ikbal kapısı olarak işlev görmekte.
Piyasa standartlarına uygun üretim yapamadıkları/ yapmayı beceremedikleri için anaakım sahnenin dışına atılanlar, kendilerini ayrıksı yöntemlerle pazarlamak için avangard akımların cephaneliğini yağmalıyorlar. Yaşadığımız topraklarda underground yayıncılığı, avangard sanatı, yeraltı kültürünü para ve üne tahvil etmeye çalışan bir dolu insan mevcut. Kazananların kendilerini kaybeden olarak kodlamak için can attıkları, kaybeden rolü yaparak kazanmaya çalışılan garip bir yer burası.
Hâkim Bey’i sevdiğini fakat hippilerle aranın iyi olmadığını dile getiriyorsun.
Valla, Hâkim Bey’i de o kadar sevdiğim söylenemez. Korsan ütopyalarına, hayal gücünün salınımıyla şahlanan şiirsel başkaldırıya sempati duymamak elde değil. Ama ben şahsen, saplantılı bir hedonist anlayışın özgürlük adına yüceltilmesini doğru bulmuyorum. Hazza vurgu yapan, hayattan zevk almayı salık veren her türlü dünya görüşü bir aşamada mevcut olanla uzlaşır. Hippilerin pasifizmlerinin, savurdukları naif sevgi, barış sloganlarının anlamlı olduğunu düşünmüyorum. Tekno-endüstriyel sistemin egemen güçleri tarafından yok edilircesine sömürülen yeryüzünün, üzerinde yaşayan tüm canlılarla birlikte özgürleşmesinin yolu vıcık vıcık şefkat ajitasyonundan geçmiyor.
Öfkenin sağaltıcı enerjisini hayata geçirebildiğimiz müddetçe kendimizi ve çevremizi kurtuluşa bir adım daha yaklaştırabiliriz.
Gerisi, süslü lafların arkasına saklanıp, gemisini kurtaran kaptan şiarıyla vur patlasın çal oynasın yaşamaya bahane bulmaktan ibaret. Punk’ın ortaya çıktığı dönemi hatırlamakta fayda var: Punklar Londra sokaklarında sisteme, anaakım kültüre sövüp sayarken bir yandan da hippilerin, hippi alt-kültürünün âtıllığına, yavşaklığına saydırmayı ihmal etmiyorlardı.
Karşı kültür senin için ne demek?
Herhalde kavramsal içeriği veya sözlük anlamı üzerinden konuşmayacağız. Zaten işin o kısmında da kafalar bir hayli karışık. Karşı-kültür ile alt-kültürü birbiriyle karıştıran, ikisi arasında seçim yaparken, eleştirel pozisyon alırken ortalığın altını üstüne getiren birçok eğilim ve grup var maşallah. Dolayısıyla, bu başlık altında uzun uzun konuşmak, fikir alışverişinde bulunmak gerekiyor. Şu anda bu hususta derine dalmayalım, alt-kültür akımlarının, alt-kültür aracılığıyla edinilen sosyal kimliklerin gettolaşmaya yol açacağının, karşı-kültürel birikimin ise yıkıcılığın ufkunu zenginleştirmeye muktedir olduğunun altını çizelim sadece.
John Zerzan ve anarko-primitivist hareket için ne söylemek istersin ?
John Zerzan’ın uygarlık karşıtlığı hippiliğin çağdaş bir yorumuna denk düşüyor. Uygarlığın her kötülüğün kaynağı olduğu doğru. Ancak Zerzan gibi neo-hippiler, medeniyet dışı bir altın çağ anlayışını vaaz ederek, doğaya özcü bir perspektiften yaklaşıyorlar. Bu yaklaşımı alternatif bir din olarak da okumak mümkün. Medeniyetin çirkinliklerinden kurtulanların doğanın bağrında kardeşçe yaşayacağını varsayıyorlar. Sevgi ve dayanışmanın temel değerler olduğu bir yaşamın kendiliğinden kurulabileceğini sanıyorlar. Biz, insanmerkezci uygarlığın ürünü olan tekno-endüstriyel sisteme karşı mücadeleyi herhangi bir altın çağ tarifine dayandırmıyoruz. Doğal yaşamın hakikatinin güç istenci barındırdığını biliyoruz çünkü. İnsan veya hayvan toplulukları arasında ortak çıkarlar düzleminde bir yakınlık kurulamayacağının da bilincindeyiz. Birbiriyle ortaklaşan insanlardan oluşan kabilelerin, başta diğer kabilelerle olmak üzere, doğanın bağrındaki pek çok canlıyla çatışmaya gireceği malûm. Aslolan, hayatta kalmak için güçlü olmanın şart olduğu bu realiteyi kabul etmek ve buna şimdiden hazırlanmak. Zerzan ve müritleri, makinenin kendiliğinden duracağına, makineden arındırılmış doğada sevgi ve kardeşlik çağına geçileceğine iman ediyorlar. Bu tür zırvalıklara en iyi cevabı Ted Kaczynski’nin (Unabomber) verdiğini düşünüyorum.