
Türk edebiyatında korku türünde örneklere çok az rastlanır. Hüseyin Rahmi Gürpınar‘ın kimi romanlarında korkuya dair öğeler kullanmışsa da, Ömer Türkeş’in ifadesiyle “bu öğeler doğaüstü varlıklara olan inancın alaya alınması için birer araçtır yalnızca.” Yine de Gürpınar‘ın Mezarından Kalkan Şehit adlı romanı her ne kadar finalinde sözkonusu ‘mezarından kalkan şehit’ olayına rasyonel bir açıklama getirse ve başkahramanın ağzından doğaüstüne inançsızlık içeren söylemlerle baştan sona bezeli olsa da tekinsiz köşk ve mezarlık betimlerinde düzeyli bir gotik atmosfer yaratmayı başarmıştır.
Gerçek anlamda korku janrında ilk romanımız sayılabilecek olan Kazıklı Voyvoda ise aslında bir uyarlamadır. Ali Rıza Seyfi imzalı bu eser, Bram Stoker‘ın ünlü Dracula romanının yerlileştirilmiş ve kısaltılmış bir tercümesi sayılmalıdır; gerçekten de Dracula romanı, Türkiye bağlamında yerlileştirmeye çok uygun bir eserdir çünkü Stoker için Dracula‘nın kısmi esin kaynaklarından biri olan ve özgün romanda Dracula‘nın, kendi atası olarak andığı, vampir avcılarının ise muhtemelen Dracula‘yla aynı kişi olduğuna işaret ettiği gerçek bir tarihsel kişilik olan Kazıklı Voyvoda, Osmanlı tarihinin bir parçasıdır. Kazıklı Voyvoda, 1953’te Yeşilçam‘da beyazperdeye uyarlanmış, ayrıca yine aynı yıllarda Ceylan dergisinde çizgi romanlaştırılmıştı. 1997’de Drakula İstanbul‘da adıyla yeni bir baskısı yapılan Kazıklı Voyvoda‘nın yazılış ve ilk basım tarihi tam olarak bilinmiyor: 1997’deki yeni baskıya kaynaklık eden, Giovanni Scognomillo‘nun arşivindeki kitap ise 1940’lardan kalma ama ilk baskısı harf devriminden önce yapılmış olabilir.
ilk özgün korku yazarımız ise aralarında en az bir gotik öykü de bulunan bir dizi korku öyküsü yazmış olan Kenan Hulusi Koray. 1906 İstanbul doğumlu olan Koray, İstanbul Erkek Lisesi‘ni bitirdikten sonra yüksek öğrenimini İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi‘nda yapmış. 1934’de Vakit’te gazeteciliğe başlamış, kısa zamanda yazı işleri müdürlüğüne terfi etmiş. Ne yazık ki Adapazarı‘nda yedeksubaylığını yaparken bir tifüs salgınında, 38 gibi genç bir yaşta hayatını kaybetmiş.
Ömer Türkeş, Koray‘ın edebiyat yaşamı hakkında şu bilgileri veriyor: “Kenan Hulusi‘nin edebiyat dünyasına adım atması öğrencilik yıllarına denk düşer. Serveti Fünun dergisinde yayınlanan ilk hikâyelerinin ardından, aynı dergiye yazan diğer altı arkadaşı ile birlikte, edebiyatımızda ‘Yedi Meşaleciler’ diye anılan topluluğu oluşturdular, içlerindeki tek hikâye yazarıydı Kenan Hulusi. 1928’de, önce bir antoloji, ardından da bir dergi hazırlayarak manifest bir çıkış yapan ve Sabri Esat Siyavuşgil, Ziya Osman Saba, Yaşar Nabi Nayır, Muammer Lutfi, Vasfı Mahir Kocatürk, Cevdet Kudret ve Kenan Hulusi‘den oluşan topluluk, milli edebiyatçıların sığlıklarına, gerçekçilikten kopmuş ve içi boşalmış “milli”liklerine bir tepkiyi dillendiriyordu. Ancak uzun soluklu olmayan çıkışları, Meşale dergisine iltica etmeleriyle son buldu. Kenan Hulusi‘nin Vakit gazetesine geçişi ve Sadri Ertem‘in etkisiyle gerçekçiliğe yönelişi bundan sonradır. Yaşadığı sürede beş hikâye kitabı yayınlamış, Osmanoflar romanı ve kısa hikâyelerinin bir çoğu gazete sayfalarında kaybolup gitmiştir. […] Yedi Meşaleciler‘de, korkunun iki ustasını; Poe‘yu ve Hofmann‘ı Fransa’ya tanıtan Baudelaire‘ın etkileri önemlidir. Kenan Hulusi, Baudelaire‘a ek olarak, yerli edebiyattan Ömer Seyfettin, ingiliz edebiyatından Horace Walpole ve Aldous Huxley‘i beğendiğini söylemiştir.” Koray‘ın en beğendiği edebiyatçılar arasında Walpole‘u sayması, onun gotiğe yönelimini açıklayan bir anahtar.
Türkeş‘in aktardığına göre, Koray‘ın 1939 yılında Çığır Kitabevi tarafından basılan Bahar Hikâyeleri adlı kitabındaki sekiz hikâyeden üçü korku türüne ait: ‘Tuhaf Bir Ölüm’, ‘Gece Kuşu’ ve ‘Kavaklıkoz Hanında bir Vaka.’ Türkeş, sonuncu öykü hakkında şöyle yazıyor:
“Kenan Hulusi, günümüzde sayıları da, konaklayan müşterileri de iyiden iyiye azalmış geleneksel bir mekanı; bir hanı, Gotik edebiyat ustalarını kıskandıracak kadar ürkütücü bir atmosfere büründürüyor. Dışarıdaki şiddetli tipiden bile daha soğuk bir havası var hanın. Loş ışıklar, taş duvarlar, sürekli harlatılması gereken ateş, koridordan gelen ayak sesleri ve hanın geçmişindeki kötü vakalar, ister istemez ölümcül bir olayın gerçekleşeceğine ilişkin beklenti yaratıyor okuyucuda. Krishnamurti’nin vurguladığı gibi, “sözcükler korkuyu çağırıyor.”Bilinenden bilinmeze bir yolculuk demişti korku için Krishnamurti. Kenan Hulusi’nin öyküsünü -ve birçok klasik korku öyküsünü- etkileyici kılan neden, tam da bu belirsizlikte yatıyor. Güvenli -bilinen- yaşamın biran dışına çıkıp başka bir kente/kasabaya giderken, yolunuz -kötü hava şartları dolayısıyla- “bilinmez vasıtalarla uğursuzluğu kulağınıza gelen Kavaklıkoz hanına” düşerse, artık bilinmeyenin sınırlarına girmişsiniz demektir. Dışarıda gece ve tipi, handa ise “kızıl bir deri avuçlarına yamanmış gibi duran, pos bıyıklı, göz kapaklarının altında şiş yağ tabakaları ile” Kavaklıkoz hancısı vardır. “Kavaklıkoz hancısı ateşin tam karşısında oturuyor, geceyi handa geçirecek misafirler gözleri ara sıra ateşte, çok kereler de hancının gözlerine dikilmiş onu dinliyorlar”. Gece boyunca hancının elleri giderek daha çarpıcı bir hal alırken, insan bedeninin “Frankenstein” ya da “Dr. Jekyll ve Mr. Hyde” gibi metinlerde de korku motifi olarak kullanılan- bu parçasının neden dehşet uyandırdığı sorusu geliyor akla. Hikâyede ne cinler, ne vampirler, ne sapık katiller var. Kenan Hulusi, Anadolu’nun “modern” hayattan uzak bir coğrafyasının bilinmezliğinden yaratıyor ürpertiyi. Dikkat edilecek olursa, yazarın diğer hikâyeleri de aynı tema etrafındadır. İstanbul’dan uzaklardaki Anadolu hayatına yabancılığın, bir entellektüel üzerindeki etkisidir aslında bu ürperti. Tıpkı Poe’nun, Lovecraft’ın kendi toplumsal korkularının üstesinden gelmek için karabasanlar, düşler ve sanrılarla dolu hikâyeler yazmaları gibi, Kenan Hulusi’nin hem tanımak istediği hem yakınlaşamadığı Anadolu ve Anadolu insanı da bu tarz korku verici metinlere neden oluyor.“
Koray, Bahar Hikâyeleri’nin yanısıra Bir Otelde Yedi Kişi kitabında ve Vakit gazetesinde yayınlanıp kitap olarak basılmayan bazı öykülerinde de fantastik hikâyeler denemiş. Koray‘ın korku türündeki öykülerinden bir derlemenin günümüz okuyucularına sunulması konusunda Türkeş’in dileğini paylaşmamak olmaz.
Ömer Türkeş, Türk edebiyatında korku türüne ait eserler arasında Cemil Cahit‘in “İkiz Şeytanlar, Kan İçen Hortlak” adlı bir eserini de anıyor ancak bu eserin ne yayın tarihini veriyor, ne de öykü mü, roman mı olduğunu belirtiyor. Bu arada Hamdi Varoğlu‘nun “nakleden” olarak imzasını taşıyan Ölmez Adamlar Evi (1955) adlı vampiresk roman ise Türkeş‘in “sanıyorum nakledenle yazan aynı kişi” şeklindeki tahminin aksine Claude Farrere adlı Fransız yazarın 1911 tarihli maison des hommes vivants adlı romanının uyarlama/çevirisi; o dönemde ülkemizde kısaltarak ve/veya uyarlayarak yapılan çeviriler sıkça “nakleden” şeklinde bir imzayla sunulurlardı. Öte yandan Türkeş‘in değerli incelemesinde atlamış olduğu bir dizi korku romanı, Vedat Örfi Bengü imzalı Londra’daki Kan izleri, Kuduran Canavarlar ve Ceymis Peen’in Zaferi adlı romanlardan oluşan bir üçleme olan Lord Lister serisi – en azından, inceleme olanağını bulduğumuz serinin ikinci romanı- katıksız olarak gotik tarzda. Takriben 1944’te APA Yayınevi tarafından basılan ‘Lord Lister’ serisinin özgün mü, yoksa uyarlama mı olduğunu saptamak bu satırlar yazıldığında henüz mümkün olmamıştı.
Ancak Türk edebiyatının, belirli esinlemeler taşımakla birlikte muhtemelen uyarlama olmayan, oldukça özgün sayılabilecek bir gotik korku romanı var ve bu roman, böyle bir eser çıkarması, ilk duyuşta, şaşkınlık yaratacak bir yazarımızın kaleminden çıkma. Sözkonusu eser, popüler melodramatik aşk romanları yazarı Kerime Nadir‘in, isminin neredeyse özdeşleştiği janrın ilk ve son kez dışına çıktığı romanı olan Dehşet Gecesi (1958).
5 Şubat 1917’de istanbul’da doğan Kerime Nadir (Arzak), Osmanlı döneminin Mısır kadılarından birinin torunu olarak ‘köklü’ bir aileden gelme. Geleceğin yazarı, Fransız Saint Joseph lisesini bitirmiş, ilk şiir ve öyküleri Servet-i Fünun, Uyanış ve Yarımay dergilerinde yayımlanmış, ilk romanı ise 1937 tarihli Yeşil Işıklar. Kerime Nadir, Samanyolu ve Hıçkırık gibi romanlarıyla özellikle 1950’Ii ve ’60’lı yılların çok satan yazarları arasında yeralacak, bu arada eserlerinin önemli bir bölümü Yeşilçam tarafından filme alınacaktı. 20 Mart 1984’te İstanbul’da öldüğünde belki eserleri artık eskisi kadar okunmuyordu ama melodramatik anlatılar için halk arasında “Kerime Nadir romanı gibi” denmesine varacak kadar toplumsal bellekte yeretmişti.
İlk olarak 1958’te Sulhi Garan Matbaası tarafından basıldığı kaydedilen Dehşet Gecesi‘nin 6. ve piyasaya çıkan en son baskısı, 1984’te İnkılap ve Aka Kitabevleri‘nden çıkmış. Dehşet Gecesi‘nin ‘roman içinde roman’ içeren ve edebiyatımızda pek sık rastlanmayan bir anlatış tarzı var. Baştan sona birinci tekil şahıs ağzından anlatılan romanın kısa giriş bölümü, önde gelen bir gazeteci olan Mümtaz‘ın, Iraklı bir petrol şeyhinin Cilo dağlarının zirvesinde yaptırdığı turistik bir otelin açılışına katılmak üzere Hakkari’ye doğru trenle yola çıkmasıyla başlıyor. Gazeteci yolda okumak üzere yanına, genç bir yazarın gazetede tanıtılması için ilettiği ‘Kızıl Puhu’ adlı bir romanı almıştır. Trende kısa bir süreliğine rastlaştığı ve otelin açılışının tanıtım organizasyonunu kendisinin yapmış olduğunu söyleyen gizemli bir kadının resminin, bu romanın kapağını süslediğini hayretle farkeder. Üstelik romanın yazarının, anlattıklarının başından geçen gerçek olaylar olduğunu iddia ettiğinin bilgisine sahiptir. Böylece büyük bir merakla ‘Kızıl Puhu‘yu okumaya başlar. Takriben yüz altmış sayfalık Dehşet Gecesi‘nin yüz sayfayla ana gövdesini oluşturan ikinci bölümü baştan sona Kızıl Puhu‘yu içerecektir.
‘Kızıl Puhu‘nun yazarı ve kahramanı Cengiz, ilk bakışta klasik bir Kerime Nadir tiplemesidir: Ailesinin uyarılarına kulak asmadan, ‘iki gönül bir olunca samanlık seyran olur’ umuduyla maddi sıkıntıları umursamadan sevdiği kızla evlenmiş ama kısa sürede geçim derdi ile yüzyüze kalmıştır. Tam bu esnada eşinin, tanımadığı bir akrabasından düğün hediyesi olarak kendilerine servetinin önemli bir bölümünü vereceğine ilişkin bir mektup alır ve bununla ilgili “formaliteleri” yerine getirmek üzere Prenses Ruzi-hayal adlı bu gizemli akrabanın Cilo Dağı‘ndaki ‘Kızıl Puhu’ adlı malikanesine doğru yola çıkar, öykünün bu faslı kısmen ama bariz biçimde Stoker‘in Dracula romanından esinlenmiştir; Dracula da ingiliz bir avukatın bazı hukuki işlemleri yerine getirmek üzere Karpatlar‘daki bir şatoya gitmesiyle başlar. Cengiz, oldukça tekinsiz bir yolculuktan sonra vardığı Kızıl Puhu malikanesindeki Prenses Ruzihayal‘in asıl niyetinin başka olduğunu çok geçmeden farkedecektir. Ruzihayal, kan içerek ölümsüzlüğü yakalamış bir nevi hortlak, bir nevi cadıdır ve mazideki sevgilisine çok benzeyen Cengiz‘i kendine eş (ve kurban) olarak tutmaya niyetlidir. Cengiz, romanın (roman içindeki romanın) sonunda Ruzihayal‘i yok etmeyi ve Kızıl Puhu malikanesinden kaçmayı başarır.
Roman içindeki romanın bitmesinden, yani Mümtaz‘ın ‘Kızıl Puhu‘yu okumayı bitirmesinden sonra Dehşet Gecesi, Hakkari’de Mümtaz‘ın başına gelenlerin anlatımını içeren üçüncü bölüme geçecektir. Ancak beklenilenin aksine ve girişten farklı olarak bu üçüncü bölüm kısa bir sonuç bölümü değil, Cengiz‘in başına gelenlerin gerçek mi, uydurma mı, hayal mi olduğu sorusunun uyandırdığı merakın son sayfalara kadar tırmandırılarak sürdürüldüğü 50 küsur sayfalık uzunca bir bölümdür. Cilo dağının zirvesindeki otele ulaşıncaya kadar Mümtaz‘ın başına Cengiz‘in aktardıklarıyla kısmen örtüşen, ama neredeyse daha da inanılmaz olaylar gelir. Sonuçta trende rastlaşmış olduğu kadınla, ki adı gerçekten de Ruzihayal‘dir, otelde bir kez daha karşılaşır. Ruzihayal ona Cengiz‘i gerçekten tanıdığını, hatta eski nişanlısı olduğunu ama onun sonradan aklını yitirmiş olduğunu, bundan dolayı ‘Kızıl Puhu‘da anlattıklarının gerçek kişileri içeren ama hayal ürünü olaylar olduğunu söyler. Mümtaz‘ın kafası karışıktır ama yine de kendisini, cazibesine kapıldığı Ruzihayal‘e teslim etmekten alıkoyamaz. Bu noktada Ruzihayal, Cengiz‘in anlattığı cadı/hortlaktan çok daha inanılmaz bir doğa-üstü varlığa dönüşür ve Dehşet Gecesi’nin üçüncü bölümü, ‘Kızıl Puhu‘dan farklı olarak Ruzihayal‘in zaferiyle sona erer (Cengiz’in beraberinde bir muska taşıyor oluşu, Mümtaz‘ın ise böyle bir koruyucudan yoksun oluşu, iki öykünün finallerindeki bu farkın belirleyicisi). Üçüncü bölümün ardından gelen çok kısa sonuç bölümünde ise Mümtaz bir hastanededir ve kimse anlattıklarına inanmamaktadır, söylediklerine göre bir tren kazası geçirmiştir. Roman, Mümtaz‘ın ne kadar korkunç olursa olsun Ruzihayal‘e tekrar kavuşmayı arzu ettiğini beyan etmesiyle son bulur.
Dehşet Gecesi, mükemmel olmasa da oldukça başarılı bir gotik korku romanıdır. Kerime Nadir, kalem oynattığı bu janrın candamarlarından birinin mekan betimlemeleri üzerinden yaratılan ayırdedici bir atmosfer duygusu olduğunun besbelli bilincinde olarak iç ve dış mekan betimlemelerine, Ömer Türkeş‘in de kaydettiği gibi, diğer romanlarında olmadığı kadar önem vermiştir. Örneğin Cengiz‘in yolculuğunun sonunda Kızıl Puhu‘ya varışı şu pasajla okuyucuya sunulur:
“Bir aralık kar dindi; ay bulutlar arasından göründü. Bu suretle etrafı daha iyi seçmek imkanı doğdu… Aman Allahım!.. Öyle korkunç uçurumlar arasında yol alıyorduk ki, gözlerim karardı. Dehşetten tüylerim diken diken oldu. Böyle bir manzarayı hayatta tasavvur bile etmemiştim… Derken, tam zirvede, ilk rivayeti doğrular şekilde, sivri kuleleri bulutları delen ve üzerinden gökyüzüne doğru kızıl bir ışık huzmesi yükselen muazzam bir binanın kapkara hayaleti göründü… Dibi seçilmeyen müthiş iki yar arasındaki dar ve uzun bir köprüden geçtik… Bu köprü, o şekilde esniyordu ki, sanki bir hava boşluğunu bir kuşun kanadında geçmiştim.”
Gerilim ve korku/ dehşet yaratma konusunda ise Kerime Nadir, yer yer janrın en usta yazarlarını aratmayacak bir maharet sergileyebilmiştir. Ancak her zaman olmasa da ne yazık ki oldukça sıkça tezahür eden ‘kötü’ bir huyu dolayısıyla genellikle kendi anlatımının etkisini kendisi zedelemekten de durmamıştır: yazarın, en heyecanlı ve gerilimli pasajlarda “işte bu sırada gerçekten inanılmaz bir sahneye şahit olduk” gibi gereksiz ifadeler araya sokma huyu, kendini gerilime kaptırmış okuyucuyu uyararak gerilimi bozmakta, az sonra anlatılacak sözkonusu sahnenin anlatımı sırasında duyumsayacağı dehşeti aslında hafifletmektedir. Cengiz‘in malikane yolunda konaklamak zorunda kaldığı ve Ruzihayal‘in de uğradığı haydutlar hanında cereyan eden bir sahne bu durumun tipik bir örneğidir. Haydutlardan biri Ruzihayal‘e tecavüz etmek üzere onun üst kattaki odasına çıkar, az sonra yara bere içinde merdivenlerden aşağı yuvarlanır. “Bu esnada ‘Şahikalar Melikesi’ merdiven başında görünmüştü. Uzun siyah mantosu, kızıl türbanı ve kıvılcımlar saçan gözleriyle bir ölüm meleğini andırıyordu. Ağzı, taze kan emmiş gibi kıpkırmızıydı. Kadın bize titreyen meşum bir gülümseyişle – Yukarıya başka gelecek var mı? diye sordu. Sesi, bir ihtiras soluğu halinde çıkıyordu.” Bir haydut, onun üzerine tabancasıyla ateş eder ama “kadın hiç sarsılmadı. Dudaklarındaki o meşum gülümseyiş biraz daha genişledi.” Haydut, silahındaki bütün kurşunlarını boşaltır. “İşte bu sırada gerçekten inanılmaz bir sahneye şahit olduk.” Ruzihayal, ardındaki camı kırıp bir yarasaya dönüşerek boşlukta kaybolacaktır.
Dehşet Gecesi‘nin özellikle roman-içindeki-roman faslı tam anlamıyla klasik bir gotiktir. Romandaki her iki anlatı da, hem Cengiz‘in hem Mümtaz’ın başından geçenler, başlarda oldukça özenli bir dile sahip olurken sonlara doğru birbiri ardına şaşırtıcı olayların dizilmesine dönüşürler ve bir anlamda ‘düzey düşer’. Yani bir diğer deyişle yazar, atmosfer yaratmaya vurgu yapmaktan şaşırtıcı olaylar ve durumlar nakletmeye vurgu yapmaya kayar. Bu bir zaaf olarak görünse de bir kere daha düşünüldüğünde bir yönüyle bilinçli bir tercih gibi de durmaktadır. Çünkü Dehşet Gecesi‘nin giriş kısmında Mümtaz, çalıştığı gazetenin ‘Kızıl Puhu‘yu daha önce okumuş olan eleştirmeni tarafından bu romanın niteliği konusunda şöyle bilgilendirilmiştir: roman, başlarda yazarın bilincini, ortalarda bilinç ile bilinçaltının mücadelesini, sonlarda ise bilinçaltının mutlak hakimiyetini yansıtmaktadır. Kerime Nadir anlaşılan bilinçaltını, birbirine zayıf bağlarla bağlı bir akış içinde akan inanılmayacak durumlar silsilesi olarak düşünmektedir ki bu, çok ters bir bakışaçısı değildir. Ancak bu durumda bir dizi inanılmayacak olayın ardarda akışının (ve bunların toplamının) yaratacağına belbağlanan dehşet duygusu ne yazık ki yerini aslında absürdlük duygusuna bırakmaktadır. Asıl etkileyici dehşet atmosferi ise ‘bilinç ile bilinçaltının mücadelesine’ denk düşen kısımlarda gerçekleşmektedir çünkü dehşet tam da bu mücadelenin yansıması olarak, yani inanılır bir anlatı içinde inanılmaz olayların ve durumların peydahlanmasından doğmaktadır. Freud, böylesi durumları ‘tekinsiz’ olarak nitelemiştir; tekinsizin Almancası umheimlich‘dir, yani ‘ev gibi olan’ ki bu bir yanıyla en aşina olunan mekan olarak evi, ama aslında ev gibi olmamayı, yani en aşina olunan mekanı anımsatıp öyle olmama durumunu, hem alışkın olunan, hem de alışkın olunmayanın almaşıklığını tanımlar.
Dehşet Gecesi bahsini kapatmadan önce bu romanın iki özelliğinden daha sözetmek gerekli. Birincisi, Kerime Nadir‘in bu eseri yer yer, özellikle finaline doğru, erotik anlatımlar içermektedir. Roman boyunca Ruzihayal ile Cengiz‘in ve Mümtaz‘ın başbaşa kaldığı ve erkek karakterin kadına karşı çekim hissettiği sahnelerde sözkonusu kadının femme fatale olarak tasvirinin zaten melodram kalıplarına da aykırı olmadığı söylenebilir. Öte yandan finaldeki halvet sahnesi ise Ruzihayal dahil kadınlı-erkekli grubun “yarıçıplak” olduklarının belirtilmesiyle nispeten daha ‘açık’ sayılabilecek bir sahnedir.
Son olarak, Dehşet Gecesi‘nin oryantalist sayılabilecek özellikler barındırdığı da eklenmeli. Konunun Türkiye’nin doğu yöresinde geçiyor oluşu sırf coğrafi bir farktan öte bu yörenin halklarının ötekileştirilmesiyle bütünleşiyor, romanda Kürtler’in yalnızca haydutlar, eşkiyalar olarak olumsuz biçimde yeralmaları, bu arada Aleviler’in de arada yine olumsuz biçimde anılmaları, hatta Ruzihayal‘in Bağdat doğumlu, yani belki de aslen Arap olması es geçilemeyecek göstergeler. Bu da hem özel olarak Türkiye’nin Kürt sorununun niteliğine, hem de genel olarak Türk/ Osmanlı tahayyülünün niteliklerine ilişkin düşündürücü çıkarsamalar taşıyor, oryantalizmin yalnızca Avrupa/ İslam ekseninde üretilmesinin gerekmediğini, bu eksenin öteki ucunun da kendi içinde ötekiler yaratmaktan muaf olmadığını anımsatıyor.
Kaya Özkaracalar ‘Gotik’ kitabından alıntıdır.
L&M kitaplığı, Epokhe Dizisi, 2005