Türk Edebiyatında Gotik, Kerime Nadir ve Dehşet Gecesi

Kerime Nadir ‘Dehşet Gecesi’

Türk edebiyatında korku türünde örneklere çok az rastlanır. Hüseyin Rahmi Gürpınar‘ın kimi roman­larında korkuya dair öğeler kullanmışsa da, Ömer Türkeş’in ifadesiyle “bu öğeler doğaüstü varlıklara olan inancın alaya alınması için birer araçtır yalnız­ca.” Yine de Gürpınar‘ın Mezarından Kalkan Şehit adlı romanı her ne kadar finalinde sözkonusu ‘meza­rından kalkan şehit’ olayına rasyonel bir açıklama getirse ve başkahramanın ağzından doğaüstüne inançsızlık içeren söylemlerle baştan sona bezeli ol­sa da tekinsiz köşk ve mezarlık betimlerinde düzeyli bir gotik atmosfer yaratmayı başarmıştır.

Gerçek anlamda korku janrında ilk romanımız sa­yılabilecek olan Kazıklı Voyvoda ise aslında bir uyar­lamadır. Ali Rıza Seyfi imzalı bu eser, Bram Stoker‘ın ünlü Dracula romanının yerlileştirilmiş ve kısaltılmış bir tercümesi sayılmalıdır; gerçekten de Dracula ro­manı, Türkiye bağlamında yerlileştirmeye çok uygun bir eserdir çünkü Stoker için Dracula‘nın kısmi esin kaynaklarından biri olan ve özgün romanda Dracula‘nın, kendi atası olarak andığı, vampir avcılarının ise muhtemelen Dracula‘yla aynı kişi olduğuna işaret ettiği gerçek bir tarihsel kişilik olan Kazıklı Voyvoda, Osmanlı tarihinin bir parçasıdır. Kazıklı Voyvoda, 1953’te Yeşilçam‘da beyazperdeye uyarlanmış, ayrıca yine aynı yıllarda Ceylan dergisinde çizgi romanlaştırılmıştı. 1997’de Drakula İstanbul‘da adıyla yeni bir baskısı yapılan Kazıklı Voyvoda‘nın yazılış ve ilk ba­sım tarihi tam olarak bilinmiyor: 1997’deki yeni bas­kıya kaynaklık eden, Giovanni Scognomillo‘nun arşi­vindeki kitap ise 1940’lardan kalma ama ilk baskısı harf devriminden önce yapılmış olabilir.

ilk özgün korku yazarımız ise aralarında en az bir gotik öykü de bulunan bir dizi korku öyküsü yazmış olan Kenan Hulusi Koray. 1906 İstanbul doğumlu olan Koray, İstanbul Erkek Lisesi‘ni bitirdikten sonra yüksek öğrenimini İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi‘nda yapmış. 1934’de Vakit’te gazeteciliğe başlamış, kısa zamanda yazı işleri müdürlüğüne ter­fi etmiş. Ne yazık ki Adapazarı‘nda yedeksubaylığını yaparken bir tifüs salgınında, 38 gibi genç bir yaşta hayatını kaybetmiş.

Ömer Türkeş, Koray‘ın edebiyat yaşamı hakkında şu bilgileri veriyor: “Kenan Hulusi‘nin edebiyat dün­yasına adım atması öğrencilik yıllarına denk düşer. Serveti Fünun dergisinde yayınlanan ilk hikâyelerinin ardından, aynı dergiye yazan diğer altı arkadaşı ile birlikte, edebiyatımızda ‘Yedi Meşaleciler’ diye anılan topluluğu oluşturdular, içlerindeki tek hikâye yaza­rıydı Kenan Hulusi. 1928’de, önce bir antoloji, ardın­dan da bir dergi hazırlayarak manifest bir çıkış yapan ve Sabri Esat Siyavuşgil, Ziya Osman Saba, Yaşar Nabi Nayır, Muammer Lutfi, Vasfı Mahir Kocatürk, Cevdet Kudret ve Kenan Hulusi‘den oluşan topluluk, milli edebiyatçıların sığlıklarına, gerçekçilikten kopmuş ve içi boşalmış “milli”liklerine bir tepkiyi dillendiriyor­du. Ancak uzun soluklu olmayan çıkışları, Meşale der­gisine iltica etmeleriyle son buldu. Kenan Hulusi‘nin Vakit gazetesine geçişi ve Sadri Ertem‘in etkisiyle ger­çekçiliğe yönelişi bundan sonradır. Yaşadığı sürede beş hikâye kitabı yayınlamış, Osmanoflar romanı ve kısa hikâyelerinin bir çoğu gazete sayfalarında kaybo­lup gitmiştir. […] Yedi Meşaleciler‘de, korkunun iki ustasını; Poe‘yu ve Hofmann‘ı Fransa’ya tanıtan Baudelaire‘ın etkileri önemlidir. Kenan Hulusi, Baudelaire‘a ek olarak, yerli edebiyattan Ömer Seyfettin, ingi­liz edebiyatından Horace Walpole ve Aldous Huxley‘i beğendiğini söylemiştir.” Koray‘ın en beğendiği ede­biyatçılar arasında Walpole‘u sayması, onun gotiğe yönelimini açıklayan bir anahtar.

Türkeş‘in aktardığına göre, Koray‘ın 1939 yılında Çığır Kitabevi tarafından basılan Bahar Hikâyeleri adlı kitabındaki sekiz hikâyeden üçü korku türüne ait: ‘Tuhaf Bir Ölüm’, ‘Gece Kuşu’ ve ‘Kavaklıkoz Ha­nında bir Vaka.’ Türkeş, sonuncu öykü hakkında şöy­le yazıyor:

“Kenan Hulusi, günümüzde sayıları da, konaklayan müşterileri de iyiden iyiye azalmış geleneksel bir me­kanı; bir hanı, Gotik edebiyat ustalarını kıskandıra­cak kadar ürkütücü bir atmosfere büründürüyor. Dışarıdaki şiddetli tipiden bile daha soğuk bir hava­sı var hanın. Loş ışıklar, taş duvarlar, sürekli harlatılması gereken ateş, koridordan gelen ayak sesleri ve hanın geçmişindeki kötü vakalar, ister istemez ölümcül bir olayın gerçekleşeceğine ilişkin beklenti yaratıyor okuyucuda. Krishnamurti’nin vurguladığı gibi, “sözcükler korkuyu çağırıyor.”Bilinenden bilin­meze bir yolculuk demişti korku için Krishnamurti. Kenan Hulusi’nin öyküsünü -ve birçok klasik korku öyküsünü- etkileyici kılan neden, tam da bu belir­sizlikte yatıyor. Güvenli -bilinen- yaşamın biran dı­şına çıkıp başka bir kente/kasabaya giderken, yolu­nuz -kötü hava şartları dolayısıyla- “bilinmez vası­talarla uğursuzluğu kulağınıza gelen Kavaklıkoz hanına” düşerse, artık bilinmeyenin sınırlarına gir­mişsiniz demektir. Dışarıda gece ve tipi, handa ise “kızıl bir deri avuçlarına yamanmış gibi duran, pos bıyıklı, göz kapaklarının altında şiş yağ tabakaları ile” Kavaklıkoz hancısı vardır. “Kavaklıkoz hancısı ateşin tam karşısında oturuyor, geceyi handa geçire­cek misafirler gözleri ara sıra ateşte, çok kereler de hancının gözlerine dikilmiş onu dinliyorlar”. Gece boyunca hancının elleri giderek daha çarpıcı bir hal alırken, insan bedeninin “Frankenstein” ya da “Dr. Jekyll ve Mr. Hyde” gibi metinlerde de korku mo­tifi olarak kullanılan- bu parçasının neden dehşet uyandırdığı sorusu geliyor akla. Hikâyede ne cinler, ne vampirler, ne sapık katiller var. Kenan Hulusi, Anadolu’nun “modern” hayattan uzak bir coğrafya­sının bilinmezliğinden yaratıyor ürpertiyi. Dikkat edilecek olursa, yazarın diğer hikâyeleri de aynı tema etrafındadır. İstanbul’dan uzaklardaki Anadolu hayatına yabancılığın, bir entellektüel üzerindeki etkisidir aslında bu ürperti. Tıpkı Poe’nun, Lovecraft’ın kendi toplumsal korkularının üstesinden gel­mek için karabasanlar, düşler ve sanrılarla dolu hikâyeler yazmaları gibi, Kenan Hulusi’nin hem ta­nımak istediği hem yakınlaşamadığı Anadolu ve Anadolu insanı da bu tarz korku verici metinlere ne­den oluyor.“

KorayBahar Hikâyeleri’nin yanısıra Bir Otelde Yedi Kişi kitabında ve Vakit gazetesinde yayınlanıp kitap olarak basılmayan bazı öykülerinde de fantas­tik hikâyeler denemiş. Koray‘ın korku türündeki öy­külerinden bir derlemenin günümüz okuyucularına sunulması konusunda Türkeş’in dileğini paylaşma­mak olmaz.

Ömer Türkeş, Türk edebiyatında korku türüne ait eserler arasında Cemil Cahit‘in “İkiz Şeytanlar, Kan İçen Hortlak” adlı bir eserini de anıyor ancak bu ese­rin ne yayın tarihini veriyor, ne de öykü mü, roman mı olduğunu belirtiyor. Bu arada Hamdi Varoğlu‘nun “nakleden” olarak imzasını taşıyan Ölmez Adamlar Evi (1955) adlı vampiresk roman ise Türkeş‘in “sanı­yorum nakledenle yazan aynı kişi” şeklindeki tahmi­nin aksine Claude Farrere adlı Fransız yazarın 1911 tarihli maison des hommes vivants adlı romanının uyarlama/çevirisi; o dönemde ülkemizde kısaltarak ve/veya uyarlayarak yapılan çeviriler sıkça “nakle­den” şeklinde bir imzayla sunulurlardı. Öte yandan Türkeş‘in değerli incelemesinde atlamış olduğu bir dizi korku romanı, Vedat Örfi Bengü imzalı Londra’daki Kan izleriKuduran Canavarlar ve Ceymis Peen’in Zaferi adlı romanlardan oluşan bir üçleme olan Lord Lister serisi – en azından, inceleme olanağını bulduğumuz serinin ikinci romanı- katıksız olarak gotik tarzda. Takriben 1944’te APA Yayınevi tarafın­dan basılan ‘Lord Lister’ serisinin özgün mü, yoksa uyarlama mı olduğunu saptamak bu satırlar yazıldı­ğında henüz mümkün olmamıştı.

Ancak Türk edebiyatının, belirli esinlemeler taşı­makla birlikte muhtemelen uyarlama olmayan, ol­dukça özgün sayılabilecek bir gotik korku romanı var ve bu roman, böyle bir eser çıkarması, ilk duyuşta, şaşkınlık yaratacak bir yazarımızın kaleminden çık­ma. Sözkonusu eser, popüler melodramatik aşk ro­manları yazarı Kerime Nadir‘in, isminin neredeyse özdeşleştiği janrın ilk ve son kez dışına çıktığı roma­nı olan Dehşet Gecesi (1958).

5 Şubat 1917’de istanbul’da doğan Kerime Nadir (Arzak), Osmanlı döneminin Mısır kadılarından biri­nin torunu olarak ‘köklü’ bir aileden gelme. Gelece­ğin yazarı, Fransız Saint Joseph lisesini bitirmiş, ilk şiir ve öyküleri Servet-i Fünun, Uyanış ve Yarımay dergilerinde yayımlanmış, ilk romanı ise 1937 tarihli Yeşil Işıklar. Kerime NadirSamanyolu ve Hıçkırık gi­bi romanlarıyla özellikle 1950’Ii ve ’60’lı yılların çok satan yazarları arasında yeralacak, bu arada eserleri­nin önemli bir bölümü Yeşilçam tarafından filme alı­nacaktı. 20 Mart 1984’te İstanbul’da öldüğünde belki eserleri artık eskisi kadar okunmuyordu ama melodramatik anlatılar için halk arasında “Kerime Nadir romanı gibi” denmesine varacak kadar toplumsal bellekte yeretmişti.

İlk olarak 1958’te Sulhi Garan Matbaası tarafın­dan basıldığı kaydedilen Dehşet Gecesi‘nin 6. ve piya­saya çıkan en son baskısı, 1984’te İnkılap ve Aka Kitabevleri‘nden çıkmış. Dehşet Gecesi‘nin ‘roman içinde roman’ içeren ve edebiyatımızda pek sık rastlanma­yan bir anlatış tarzı var. Baştan sona birinci tekil şa­hıs ağzından anlatılan romanın kısa giriş bölümü, önde gelen bir gazeteci olan Mümtaz‘ın, Iraklı bir petrol şeyhinin Cilo dağlarının zirvesinde yaptırdığı turistik bir otelin açılışına katılmak üzere Hakkari’ye doğru trenle yola çıkmasıyla başlıyor. Gazeteci yolda okumak üzere yanına, genç bir yazarın gazetede ta­nıtılması için ilettiği ‘Kızıl Puhu’ adlı bir romanı al­mıştır. Trende kısa bir süreliğine rastlaştığı ve otelin açılışının tanıtım organizasyonunu kendisinin yap­mış olduğunu söyleyen gizemli bir kadının resminin, bu romanın kapağını süslediğini hayretle farkeder. Üstelik romanın yazarının, anlattıklarının başından geçen gerçek olaylar olduğunu iddia ettiğinin bilgisi­ne sahiptir. Böylece büyük bir merakla ‘Kızıl Puhu‘yu okumaya başlar. Takriben yüz altmış sayfalık Dehşet Gecesi‘nin yüz sayfayla ana gövdesini oluşturan ikin­ci bölümü baştan sona Kızıl Puhu‘yu içerecektir.

Kızıl Puhu‘nun yazarı ve kahramanı Cengiz, ilk bakışta klasik bir Kerime Nadir tiplemesidir: Ailesi­nin uyarılarına kulak asmadan, ‘iki gönül bir olunca samanlık seyran olur’ umuduyla maddi sıkıntıları umursamadan sevdiği kızla evlenmiş ama kısa süre­de geçim derdi ile yüzyüze kalmıştır. Tam bu esnada eşinin, tanımadığı bir akrabasından düğün hediyesi olarak kendilerine servetinin önemli bir bölümünü vereceğine ilişkin bir mektup alır ve bununla ilgili “formaliteleri” yerine getirmek üzere Prenses Ruzi-hayal adlı bu gizemli akrabanın Cilo Dağı‘ndaki ‘Kızıl Puhu’ adlı malikanesine doğru yola çıkar, öykünün bu faslı kısmen ama bariz biçimde Stoker‘in Dracula romanından esinlenmiştir; Dracula da ingiliz bir avukatın bazı hukuki işlemleri yerine getirmek üzere Karpatlar‘daki bir şatoya gitmesiyle başlar. Cengiz, oldukça tekinsiz bir yolculuktan sonra vardığı Kızıl Puhu malikanesindeki Prenses Ruzihayal‘in asıl ni­yetinin başka olduğunu çok geçmeden farkedecektir. Ruzihayal, kan içerek ölümsüzlüğü yakalamış bir ne­vi hortlak, bir nevi cadıdır ve mazideki sevgilisine çok benzeyen Cengiz‘i kendine eş (ve kurban) olarak tutmaya niyetlidir. Cengiz, romanın (roman içindeki romanın) sonunda Ruzihayal‘i yok etmeyi ve Kızıl Puhu malikanesinden kaçmayı başarır.

Roman içindeki romanın bitmesinden, yani Mümtaz‘ın ‘Kızıl Puhu‘yu okumayı bitirmesinden sonra Dehşet Gecesi, Hakkari’de Mümtaz‘ın başına gelenlerin anlatımını içeren üçüncü bölüme geçecek­tir. Ancak beklenilenin aksine ve girişten farklı olarak bu üçüncü bölüm kısa bir sonuç bölümü değil, Cengiz‘in başına gelenlerin gerçek mi, uydurma mı, hayal mi olduğu sorusunun uyandırdığı merakın son sayfa­lara kadar tırmandırılarak sürdürüldüğü 50 küsur sayfalık uzunca bir bölümdür. Cilo dağının zirvesin­deki otele ulaşıncaya kadar Mümtaz‘ın başına Cengiz‘in aktardıklarıyla kısmen örtüşen, ama neredeyse daha da inanılmaz olaylar gelir. Sonuçta trende rastlaşmış olduğu kadınla, ki adı gerçekten de Ruzihayal‘dir, otelde bir kez daha karşılaşır. Ruzihayal ona Cengiz‘i gerçekten tanıdığını, hatta eski nişanlısı ol­duğunu ama onun sonradan aklını yitirmiş olduğu­nu, bundan dolayı ‘Kızıl Puhu‘da anlattıklarının ger­çek kişileri içeren ama hayal ürünü olaylar olduğunu söyler. Mümtaz‘ın kafası karışıktır ama yine de kendi­sini, cazibesine kapıldığı Ruzihayal‘e teslim etmekten alıkoyamaz. Bu noktada Ruzihayal, Cengiz‘in anlattı­ğı cadı/hortlaktan çok daha inanılmaz bir doğa-üstü varlığa dönüşür ve Dehşet Gecesinin üçüncü bölümü, ‘Kızıl Puhu‘dan farklı olarak Ruzihayal‘in zaferiyle so­na erer (Cengiz’in beraberinde bir muska taşıyor olu­şu, Mümtaz‘ın ise böyle bir koruyucudan yoksun olu­şu, iki öykünün finallerindeki bu farkın belirleyicisi). Üçüncü bölümün ardından gelen çok kısa sonuç bö­lümünde ise Mümtaz bir hastanededir ve kimse an­lattıklarına inanmamaktadır, söylediklerine göre bir tren kazası geçirmiştir. Roman, Mümtaz‘ın ne kadar korkunç olursa olsun Ruzihayal‘e tekrar kavuşmayı arzu ettiğini beyan etmesiyle son bulur.

Dehşet Gecesi, mükemmel olmasa da oldukça ba­şarılı bir gotik korku romanıdır. Kerime Nadir, kalem oynattığı bu janrın candamarlarından birinin mekan betimlemeleri üzerinden yaratılan ayırdedici bir at­mosfer duygusu olduğunun besbelli bilincinde ola­rak iç ve dış mekan betimlemelerine, Ömer Türkeş‘in de kaydettiği gibi, diğer romanlarında olmadığı ka­dar önem vermiştir. Örneğin Cengiz‘in yolculuğu­nun sonunda Kızıl Puhu‘ya varışı şu pasajla okuyu­cuya sunulur:

Bir aralık kar dindi; ay bulutlar arasından görün­dü. Bu suretle etrafı daha iyi seçmek imkanı doğdu… Aman Allahım!.. Öyle korkunç uçurumlar arasında yol alıyorduk ki, gözlerim karardı. Dehşetten tüyle­rim diken diken oldu. Böyle bir manzarayı hayatta tasavvur bile etmemiştim… Derken, tam zirvede, ilk rivayeti doğrular şekilde, sivri kuleleri bulutları de­len ve üzerinden gökyüzüne doğru kızıl bir ışık huz­mesi yükselen muazzam bir binanın kapkara haya­leti göründü… Dibi seçilmeyen müthiş iki yar ara­sındaki dar ve uzun bir köprüden geçtik… Bu köprü, o şekilde esniyordu ki, sanki bir hava boşluğunu bir kuşun kanadında geçmiştim.

Gerilim ve korku/ dehşet yaratma konusunda ise Kerime Nadir, yer yer janrın en usta yazarlarını arat­mayacak bir maharet sergileyebilmiştir. Ancak her zaman olmasa da ne yazık ki oldukça sıkça tezahür eden ‘kötü’ bir huyu dolayısıyla genellikle kendi an­latımının etkisini kendisi zedelemekten de durma­mıştır: yazarın, en heyecanlı ve gerilimli pasajlarda “işte bu sırada gerçekten inanılmaz bir sahneye şahit olduk” gibi gereksiz ifadeler araya sokma huyu, kendini gerilime kaptırmış okuyucuyu uyararak ge­rilimi bozmakta, az sonra anlatılacak sözkonusu sahnenin anlatımı sırasında duyumsayacağı dehşeti aslında hafifletmektedir. Cengiz‘in malikane yolun­da konaklamak zorunda kaldığı ve Ruzihayal‘in de uğradığı haydutlar hanında cereyan eden bir sahne bu durumun tipik bir örneğidir. Haydutlardan biri Ruzihayal‘e tecavüz etmek üzere onun üst kattaki odasına çıkar, az sonra yara bere içinde merdiven­lerden aşağı yuvarlanır. “Bu esnada ‘Şahikalar Meli­kesi’ merdiven başında görünmüştü. Uzun siyah mantosu, kızıl türbanı ve kıvılcımlar saçan gözleriy­le bir ölüm meleğini andırıyordu. Ağzı, taze kan em­miş gibi kıpkırmızıydı. Kadın bize titreyen meşum bir gülümseyişle – Yukarıya başka gelecek var mı? di­ye sordu. Sesi, bir ihtiras soluğu halinde çıkıyordu.” Bir haydut, onun üzerine tabancasıyla ateş eder ama “kadın hiç sarsılmadı. Dudaklarındaki o meşum gü­lümseyiş biraz daha genişledi.” Haydut, silahındaki bütün kurşunlarını boşaltır. “İşte bu sırada gerçek­ten inanılmaz bir sahneye şahit olduk.” Ruzihayal, ardındaki camı kırıp bir yarasaya dönüşerek boşluk­ta kaybolacaktır.

Dehşet Gecesi‘nin özellikle roman-içindeki-roman faslı tam anlamıyla klasik bir gotiktir. Romanda­ki her iki anlatı da, hem Cengiz‘in hem Mümtaz’ın başından geçenler, başlarda oldukça özenli bir dile sahip olurken sonlara doğru birbiri ardına şaşırtıcı olayların dizilmesine dönüşürler ve bir anlamda ‘dü­zey düşer’. Yani bir diğer deyişle yazar, atmosfer ya­ratmaya vurgu yapmaktan şaşırtıcı olaylar ve du­rumlar nakletmeye vurgu yapmaya kayar. Bu bir zaaf olarak görünse de bir kere daha düşünüldüğünde bir yönüyle bilinçli bir tercih gibi de durmaktadır. Çün­kü Dehşet Gecesi‘nin giriş kısmında Mümtaz, çalıştı­ğı gazetenin ‘Kızıl Puhu‘yu daha önce okumuş olan eleştirmeni tarafından bu romanın niteliği konusun­da şöyle bilgilendirilmiştir: roman, başlarda yazarın bilincini, ortalarda bilinç ile bilinçaltının mücadele­sini, sonlarda ise bilinçaltının mutlak hakimiyetini yansıtmaktadır. Kerime Nadir anlaşılan bilinçaltını, birbirine zayıf bağlarla bağlı bir akış içinde akan ina­nılmayacak durumlar silsilesi olarak düşünmektedir ki bu, çok ters bir bakışaçısı değildir. Ancak bu du­rumda bir dizi inanılmayacak olayın ardarda akışının (ve bunların toplamının) yaratacağına belbağlanan dehşet duygusu ne yazık ki yerini aslında absürdlük duygusuna bırakmaktadır. Asıl etkileyici dehşet at­mosferi ise ‘bilinç ile bilinçaltının mücadelesine’ denk düşen kısımlarda gerçekleşmektedir çünkü dehşet tam da bu mücadelenin yansıması olarak, ya­ni inanılır bir anlatı içinde inanılmaz olayların ve du­rumların peydahlanmasından doğmaktadır. Freud, böylesi durumları ‘tekinsiz’ olarak nitelemiştir; te­kinsizin Almancası umheimlich‘dir, yani ‘ev gibi olan’ ki bu bir yanıyla en aşina olunan mekan olarak evi, ama aslında ev gibi olmamayı, yani en aşina olunan mekanı anımsatıp öyle olmama durumunu, hem alışkın olunan, hem de alışkın olunmayanın almaşıklığını tanımlar.

Dehşet Gecesi bahsini kapatmadan önce bu ro­manın iki özelliğinden daha sözetmek gerekli. Birin­cisi, Kerime Nadir‘in bu eseri yer yer, özellikle finali­ne doğru, erotik anlatımlar içermektedir. Roman bo­yunca Ruzihayal ile Cengiz‘in ve Mümtaz‘ın başbaşa kaldığı ve erkek karakterin kadına karşı çekim hisset­tiği sahnelerde sözkonusu kadının femme fatale ola­rak tasvirinin zaten melodram kalıplarına da aykırı olmadığı söylenebilir. Öte yandan finaldeki halvet sahnesi ise Ruzihayal dahil kadınlı-erkekli grubun “yarıçıplak” olduklarının belirtilmesiyle nispeten da­ha ‘açık’ sayılabilecek bir sahnedir.

Son olarak, Dehşet Gecesi‘nin oryantalist sayıla­bilecek özellikler barındırdığı da eklenmeli. Konu­nun Türkiye’nin doğu yöresinde geçiyor oluşu sırf coğrafi bir farktan öte bu yörenin halklarının ötekileştirilmesiyle bütünleşiyor, romanda Kürtler’in yal­nızca haydutlar, eşkiyalar olarak olumsuz biçimde yeralmaları, bu arada Aleviler’in de arada yine olumsuz biçimde anılmaları, hatta Ruzihayal‘in Bağdat doğumlu, yani belki de aslen Arap olması es geçilemeyecek göstergeler. Bu da hem özel olarak Türkiye’nin Kürt sorununun niteliğine, hem de ge­nel olarak Türk/ Osmanlı tahayyülünün niteliklerine ilişkin düşündürücü çıkarsamalar taşıyor, oryanta­lizmin yalnızca Avrupa/ İslam ekseninde üretilmesi­nin gerekmediğini, bu eksenin öteki ucunun da ken­di içinde ötekiler yaratmaktan muaf olmadığını anımsatıyor.

Kaya Özkaracalar ‘Gotik’ kitabından alıntıdır.

L&M kitaplığı, Epokhe Dizisi, 2005

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s