Söyleşi: Andre Breton

Andre Breton at his home, 1956

“Bugün okullarda gerçeküstücülüğün okutulması benim için tatsız bir şey…”

Andre Parinaud, Gerçeküstücü akımın önderi Andre Breton ile, radyo için, 1952 yılında, zincirleme bir biçimde yayımlanan 16 görüşme yaptı. Breton’un entellektüel hayatını 1914’ten başlayarak kuşatan bu maraton-söyleşiden bir kolaj yapmayı, tek bir bölümü çevirmeye yeğledik. Breton’un üslubunda doğrudan doğruya dilimize gelmeyen yabansı bir yan vardır: Selahattin Hilav konuşmayı bir bakıma yeniden Türkçe söyleme yoluna gitti.

IV – BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONRASI – OTOMATİK YAZI: LES CHAMPS MAGNETİQUES. – TZARA, PARİS’TE. – DADA GÖSTERİLERİ

          A. Parinaud: Bu konuşmamızda, 1919 baharı ile 1920 yılı sonu arasındaki yaşamınızı ele alacağız. Yani, Litterature dergisinin ilk sayıları ile sivil hayata dönüşünüz ve Dada akımından ayrılma­nız söz konusu. 1919 yılında düşünceleri­nizin ve özlemlerinizin ne olduğunu açık­lar mısınız?
          A. Breton: Litterature dergisinin ilk altı sayısının yayımlandığı 1919 ba­harında ve yazında, istediklerimizi ya­pacak durumda değildik; ben, eylül ayında terhis oluyordum, Aragon da bir­kaç ay sonra. O zamanın iktidarı, savaş­ta görüp öğrendiğimiz yaşam ile sivil yaşamın bize sunacağı gerçekler arasın­da bocalamamamızı ve yumuşak bir ge­çiş yapmamızı amaçlıyordu. Bu sakın­ganlık anlaşılabilir bir şeydi. Çünkü, cepheden dönen askerler nefret ve hınç duyacakları sayısız gerçekle karşı karşıyaydılar. Boşu boşuna sayısız insan har­canmıştı. Cephe gerisindekilerin “kanı­mızın son damlasına kadar savaş” lafı­nın altında üçkağıtçılıklar yatıyordu; ocaklar yıkılmıştı ve önümüzde adi bir gelecek vardı. Askeri zaferin sarhoşluğu fos çıkmıştı..
          Savaş bitmişti kuşkusuz, ama yal­nızca yaşamak ve benzerleriyle anlaş­mak isteyen insanları, dört yıl sonunda, yabani ve çılgın kimseler haline getiren “beyin yıkama” bitmemişti.
          Kısacası, savaştan dönenlerin hali kötüydü…
          A.P.: Ama bir baş kaldırma değil, daha çok bir duygusuzluk söz konusuydu sanırım.
          A.B.: Aramızdan çoğu, hangi tarafı tutacağına kısa sürede karar verdi. İkti­dar da, patlak vereceğinden korktuğu ruhsal baş kaldırmayı yumuşatmak için kasvetli törenler düzenledi ve anıtlar dikti. Bir vandallık çağının tanıkları olan bu anıtları hala görüyoruz… Paris’te Etoilc alanındaki “meçhul asker” anıtı, bunun bir örneğidir. Ama askerliğin bo­yunduruğundan kurtulmuş olan ben, hiçbir kısıtlama altına girmemeye karar­lıydım. Başıma gelecekler umurumda değildi…
          A.P.: O sırada, geleceği nasıl düşü­nüyordunuz?
          A.B.: Gelecek hakkında hiçbir fik­rim yoktu. Oteldeki odamda, masanın çevresinde saatlerce dönüp duruyor­dum. Paris’te rastgele dolaşıyordum. Chatelet alanında bir sıranın üzerinde kaç kez tek başıma sabahladım. Bir dü­şünce yoktu kafamda, bir çözüm de dü­şünemiyordum. Her şeyi oluruna bırak­mıştım sanki…
          A.P.: Ama o yıllarda bazı kararlar almış olduğunuzu sanıyorum. En azın­dan. Litterature dergisine yeni bir hava vermek için aldığınız kararlar…
          A.B.: Evet. Litterature dergisinin değişmesi gerektiğini düşünüyordum. Dergide, birbiriyle uzlaşmaz kişiler yanyanaydı. Bir antoloji gibiydi dergi ve buna son vermek gerekiyordu. Aragon, Soupault ve ben, düşündüklerimizi ger­çekleştirecek birçok olanağa sahiptik. Bu arada Paul Eluard’la tanışmıştık ve ben kısa süre önce Tristan Tzara ile ya­zışmaya başlamıştım.
          A.P.: Eluard sizinle nasıl yakınlık kurdu?
          A.B.: Eluard, bize katılmadan önce Jean Paulhan’m dostuydu ve onun ilgi alanlarına yakınlık duyuyordu. Özellik­le Paulhan’ın dil konusundaki üstatça itirazlarını, şiir düzeyinde geliştirmeye çalışıyordu. Paulhan’ın söyledikleri ve özellikle işmar ettikleri ve art düşüncele­rin iç yüzünü ortaya koymaktaki üstün­lüğü, hayranlığımızı çekiyordu. Değer­lendirmelerinin sağlamlığı, karşı çıkışla­rının esnekliği ve dünyaya bakışının keskinliği. Eluard kadar beni de etkili­yordu. Başka yakınlıklar da, Paulhan’ın bizden yana çıkmasına yol açtı zaten…
          A.P.: Kendisiyle rastlaşmanızdan önce Tzara konusunda neler biliyordu­nuz’?
          A.B.: Tzara, o sırada hala Zürih’ deydi ve ortalığı karıştırıyordu. Daha önceki yıllarda. “Dada” denilen akım konusunda açık bir fikrim yoktu. Dada dergisinin ilk iki sayısını Apollinaire’de görmüştüm. Apollinaire, bu dergiden iş­killeniyor ve yazarlarının, ülkelerindeki askeri otoriteye karşı çıktıklarını düşü­nüyordu. Hatta, böyle bir derginin ken­disine gönderilmesinin, başına dert aça­cağını düşünüyordu.
         Derginin bu sayılarında, savaş-öncesi öncü akımların (kübizm, fütürizm) et­kisi açıkça görülüyordu. Ama olumsuz­layıcı bir düşüncenin ve kesin bir taraf tutmanın varlığı da gözden kaçmıyor­du. Ne var ki, kıvılcımı çakan, 1919 yılı başında Paris’e ulaşan Dada 3 oldu. Derginin baş yazısı, Tzara’nm “Dada 1918 Manifestosu”ydu ve dinamit gibi bir metindi. Tzara, sanatın mantıktan kopup ayrılması gerektiğini ve “çok bü­yük bir olumsuzlayıcı işin” yapılması­nın zorunlu olduğunu ileri sürüyordu; kendiliğindenliği göklere çıkarıyordu. Söylediklerinden çok, aşırı tutumu, si­nirliliği, kışkırtıcılığı ve uzaktan da olsa şiirsel yanı ilgilendiriyordu beni. Tzara daha sonra da şöyle demişti: “Meslek­ten yazar değilim ben ve edebiyat ala­nında özlemlerim yok. Bir tek şeyi, yani sıkılmamayı becerebilecek fizik gücüm ve sinir dayanıklılığım olsaydı, hareket­leri hayranlık uyandıran yüce bir serü­venci olurdum.” O sırada, işte bu tür sözler ilgilendiriyordu beni.

Breton’un evi, 1956

Gerçeküstücülüğü Dada’dan kaynaklanmış bir hareket olarak tanıtmak ya da Dada’nın Gerçeküstücülük içinde olumlu ve yaratıcı bir biçimde toparlanıp canlandığını ileri sürmek hem yanlış hem de zamansal açıdan hatalıdır.

         A.P.: Tzara’nın bu sözüne. Vache’de imzasını atardı sanırım…
         A.B.: Böyle bir tutum, Tzara’yı Vache’ye yaklaştırıyordu kuşkusuz ve bundan ötürü ona güven duyuyordum. Litterature’ün doğrultusu da, bütün bunlardan ötürü iyice değişmişti artık.
          Bu arada, dünyanın dört bucağında, çeşitli akımların birbiriyle karşılaştırıl­masını ve yakınlaşmasını sağlayan bir eğilim ortaya çıkmıştı. Savaş sırasında Amerika’da yayımlanan ve sözünü etti­ğimiz yıllarda Paris’te yayımını sürdü­ren dergi 291 ve sonra 391 (Picabia’nın dergisidir), Oscar Wilde’ın yeğeni oldu­ğunu söyleyen “şair ve boksör” Arthur Cravan’ın etkinliklerine dikkati çekmiş­ti. Savaştan hemen önce Cravan, o za­mana kadar görülmedik bir hava taşı­yan küçük bir dergiyi, Maintenanf’yı ya­yımlıyordu. Cravan, sağduyu ve sağbe­ğeni denebilecek her şeye karşı çıkmıştı Amerika’da.
         A.P.: Marcel Duchamp’ın kişiliği de sizi burada etkiledi sanırım…
         A.B.: Evet. Duchamp’ın etkileyici haberlerini, Picabia’dan alıyorduk. İl­ginç çalışmaları vardı. 1911 ile 1913 ara­sında kübizme ve fütürizme özgün kat­kılarda bulunduktan sonra, dükkanlar­da satılan eşyayı imzalayarak klasik sa­nat anlayışını hiçe sayan bir tutum gös­termişti. Örneğin, bir içki kasasına, kü­reğe ya da oyuncağa imzasını atıyor ve bunların birer sanat yapıtı olduğunu ile­ri sürüyordu. Duchamp böylece, salt “seçme”yle bir sanat yapıtı ortaya ko­nabileceğini göstermek istiyordu. “Joconde”un renkli bir röprodüksiyonunu da imzalamıştı, ama bıyık takarak…
         A.P.: Picabia, o yıllarda büyük et­kinlik gösteriyordu. Şiiri, resmi ve davra­nışı konusunda ne düşünüyordunuz??
         A.B.: Picabia, Tzara’yı tanımak için İsviçre’den geçmiş ve Paris’e gelmişti; gerçekten de, “heyheyleri üzerindeydi”. 391 adlı dergisinde, Duchamp ve Georges Ribemont-Dessaignes’den başka herkese veryansın ediyordu. Picabia’ nın, kafasını oraya buraya vurduğunu düşünüyorduk, ama şiirindeki özgür havaya hayranlık duyuyordum; resmindeki “serüven için serüven” anlayışı da etkiliyordu beni.
         A.P.: Söyledikleriniz, hem devrimci hem de özel görüş ve tutumunuzu ortaya koyuyor. Dadaya katılmanızın ve bu akımdan ayrılmanızın nedenlerini böylece daha iyi anlamış oluyoruz. Hala 1919 yı­lındayız. Dada konusunda o sırada, neler biliyordunuz?
         A.B.: O sırada, Richard Huelsenbeck’in etkisinde olan “Dada akımı” konusunda pek az bilgimiz vardı. Ama Köln’de, Max Ernst’in çevresinde olu­şan akımı çok geçmeden iyice öğrendik. Ernst ile Tzara arasındaki düşünce or­taklığı, savaşta Zürih’te bulunan ve Tzara ile dostluk kurmuş olan Arp tara­fından sağlanmıştı. Arp’ın desenleri ve “tahta işleri” o yıllarda görülmemiş ye­nilikte yapıtlardı; almanca şiirleri için de aynı şeyi söyleyebilirim. Bizim için asıl önemli olan, daha düne kadar “düşman” iki ülkede, aynı akımın ortaya çıkmasıy­dı. Bu olgu, sözü geçen akımın haklılığı­nı açıkça ortaya koyuyordu.
Benim “Dada akımı”na katılmamın nedeni, bu ortak görüşün ortaya çıkma­sıdır. (Soupalt, her şeye olduğu gibi bu­na da pek önem vermedi; Aragon ise, uzun süre çekimser davrandı). Manifesto 18’de dile getirildiği biçimiyle Dada, bir gereksinime cevap veriyordu. Yani Da­da, her taraftan ileri sürülen itirazları birleştiren bir akımdı ve bu, tarihsel açı­dan önemliydi.
         A.P.: “Dada görüşü” Litterature’ ün havasını etkiledi mi?
         A.B.: “Dada” görüşünün etkisinde kalmasına rağmen Litterature, başlan­gıçtaki havasını korudu. Dada ve 391 dergilerinde görülen hurufat ve dizgi oyunları, Litterature’de yer almadı. Bi­zim yeni anlayışımıza karşı çıkmasalar da, bu görüşün etkisinde de kalmayan yazarlar (Valery, Gide, Max Jacob, Cendrars, Morand), 1920 Şubatına ka­dar bu derginin sayfalarında boy gös­terdi. Asıl değişikliği “Dada” alanından başka yerde aramak gerekir. Lautreamont’un Şiirler‘inin basılmasından son­ra Litterature‘de, Jacques Vache’nin Sa­vaş Mektupları yayımlandı. Ayrıca der­gi, yazarlara yönelik bir soruşturma aç­tı: “Niçin yazıyorsunuz?” Bu soruya, birbirinden felaket cevaplar geldi ve biz de hepsini yayımladık.
         Ama asıl önemli olan, Litterature‘ün Ekimden Ocağa kadarki sayılarında, benim ve Soupault’un imzalarını taşı­yan Champs magnetiques‘in ilk üç bölü­münün yayımlamasıdır. Bu metin, ilk gerçeküstücü (dada değil) yapıttır. Çün­kü bu metinde, otomatik yazı, sistemli olarak, ilk kez kullanılmıştır. Metni ya­zarken, günde sekiz ya da on saat çalışı­yorduk; yani otomatik yazıyı uyguluyorduk. Bu uygulamamızın büyük önem taşıdığını gözlemlemiştik, ama göz­lemlerimizi tutarlı hale getirmemiz ve gerekli sonuçlan çıkarmamız daha son­raki bir tarihe aittir.
         A.P.: Demek ki, gerçeküstücülükte, daha büyük boyutta kullanılacak olan ir­deleme ve araştırma aracını, 1919’da bul­muştunuz.
         A.B.: Evet, işin önemini kavramış­tık. Bu uygulamanın ruhbilimsel sonuç­ları (ya da başka düzeylerde verebileceği sonuçlar) daha sonra ortaya kondu. Bundan ötürü, gerçeküstücülüğü, Dada’dan kaynaklanmış bir hareket olarak tanıtmak ya da Dada’nın, gerçeküstü­cülük içinde olumlu ve yaratıcı bir bi­çimde toparlanıp canlandığını ileri sür­mek hem yanlış hem de zamansal açı­dan hatalıdır. Dada dergilerinde olduğu gibi Litterature‘de de, gerçeküstücü ve Dada metinlerin sürekli olarak art arda yayımlandığını söylememiz gerekir. Sö­zünü ettiğim bazı zorunluklar, Dada’ya özel bir önem vermemizi gerektiriyor. Ama, Dada’nın ve gerçeküstücülüğün, ancak bir arada ele alınıp kavranabile­ceğim ve birbiriyle örtüşen dalgaları an­dıran akımlar olduklarını unutmamak gerekir.
         A.P.: Peki, 1920 yılı başında “Dada” etkinliği” ne gibi özellikler taşıyordu?
         A.B.: Paris’te geliştiği haliyle Dada etkinliğinde üç dönemin birbirinden ayırt edilmesi gerektiğini sanıyorum: Tzara’nın Paris’e gelişini izleyen ve bü­yük gürültü koparan dönem (Ocak-Ağustos 1920); yepyeni araçlar kullanıldı­ğı halde yine de Dada’nın amaçlarına yönelik olan ve özellikle Aragon ile be­nim etkim altında bulunan dönem (Ocak-Ağustos 1921) ve bir tedirginlik dö­nemi. Bu sonuncu dönemde, ilk girişim­lere dönülmek istendi ama bu yöneliş, birçok kimsenin akımdan ayrılmasına yol açtı (Ağustos 1922’ye kadar). So­nuncu dönem, Dada’nın tüm olarak or­tadan silindiği dönemdir. Birinci dö­nemde, çeşitli yayınlar yaptık. Ama yal­nızca yazmakla yetinmedik, gösteriler de düzenledik. Kışkırtıcı gösterilerdi bunlar ve amaçladığımız şeyler gerçek­leşiyordu. Kurulu düzenin ideolojisini savunanları çıldırtıyorduk. Sağduyulu kişiler, deliye dönmüştü ve basın bize ateş püskürüyordu. Gösterileri hep bir­likte hazırlıyorduk, ama çoğunlukla Tzara’nın görüşleri ağır basıyordu. Soupault ile birlikte yazdığımız “Beni unu­tacaksınız” adlı bir skeci Salle Gaveau’ da ikimiz oynamıştık. Seyirciler, perde arasında hemen satın aldıkları yumurta­lar, domatesler ve bifteklerle bombardı­man ettiler bizi. Ama her ay hazırladığı­mız ve taktiği çok geçmeden kalıplaşmış olan bu kışkırtıcı gösterilerin yetersiz ol­duğunu da için için hissediyorduk.
         A.P.: O sırada yaptığınız yayınların tam anlamıyla dadacı olmadığını düşünü­yorsunuz sanırım.
         A.B.: Gerçeküstücülüğün etkileri bir yana, tam anlamıyla “dadacı” ürünler, ancak Tzara, Picabia ve Ribemont-Dessaignes tarafından ortaya konulur­du. Duchamp çok uzaklardaydı. Arp’ın ürünleri de şiir ve plastik sanat çerçevesi içinde kalıyordu. Ernst ise, dadacılık ile gerçeküstücülük arasında yer alıyordu; her ikisine de katkısı vardı.

Breton’un evi, 1956

Eski “akla” yüzyıllardır tanınmış sınırsız gücü hiçe sayıyorduk ve dolayısıyla bu aklın ahlak düzeyinde insana kabul ettirdiği “ödevler”i hiçe sayıyorduk.

         A.P.: Daha sonraki tepkinizin nede­ni, bu etkinlikleri yetersiz bulmanızdaydı her halde,
         A.B.: Evet. Tzara, düşündüğümüz gibi çıkmamıştı ve bu büyük bir hayal kırıklığına uğramamıza yol açmıştı. Tzara çok iyi bir şairdi kuşkusuz. Ama Paris’te kişiliğinin çevresinde koparılan gürültü, şaşırtmıştı onu; salt kendisini düşünüyordu sanki. Dada 1918 Mani­festosu, bütün kapıları ardına kadar aç­mış gibi görünüyordu, ama çok geçme­den bu kapıların dönüp dolaşıp yine ay­nı yere gelen bir koridora açıldığını fark ettik.
         A.P.: Dada hareketinin ilk iki döne­mini, neye dayanarak birbirinden ayırt edebiliriz?
         A.B.: Nouvelle Revue Française’de A­ğustos 1920’de yayımladığım “Dada İçin” başlıklı metin, iki dönemi birbirin­den ayırır sanırım. Jacques Riviere, “Dada’ya şükran” adlı bir yazıyla buna cevap verdi. Riviere’in yazısı, çok tem­kinli olmasına rağmen, Dada’yı edebi­yat dünyasına sokuyor ve böylece hare­kete öldürücü bir darbe vurmuş oluyor­du.

VII. GERÇEKÜSTÜCÜ DEV­RİM: “YENİ BİR İNSAN HAKLARI BİLDİRİSİ GEREKLİ.” GERÇEKÜSTÜCÜ. – ARTAUD’YA TAM YETKİ. -SAINT-POL-ROUX ŞÖLENİNDEKİ OLAYLAR

         A.P.: Bugün, gerçeküstücülük bakı­mından önemli bir olayı, yani Gerçeküs­tücü Devrim dergisinin yayımlanmasını ele alacağız. Şiirsel, ahlaksal ve siyasal bir başkaldırıyı benimsediğinizi biliyoruz. Derginin ilk sayısında, verdiğiniz kesin kararları açıklayan şu cümle yer alıyor: “Yeni bir insan hakları bildirisi gerekli. “O zamanki düşüncelerinizi açıklamanızın en doğru yolu, bu sözlere verdiğiniz kesin anlamı belirtmenizdir sanırım..
         A.B.: Gerçeküstücü Devrim‘in ilk sayısı 1924’ün sonunda yayımlandığın­da, dergiye yazanlar şu konularda görüş birliğine varmışlardı: içinde bulunduk­ları sözümona descartesçı dünya, ta­hammül edilmez bir dünyadır, kasvetli bir aldatmacadır ve bu dünyaya karşı ayaklanmanın her çeşidi haklıdır; yalnız­ca düşünceye ve kavrayış gücüne dayan­dırılan bir ruhsal yaşam, kökten eleştirilmelidir. Gerçeküstücülerin dostu Ferdinand Alquie, bir yazısında bu görüşleri çok iyi açıklayarak şöyle diyordu: “İnsanın özünün akıl olduğunu söyle­mek, insanı ikiye bölmektir ve klasik düşünce geleneğinin yaptığı şey de bu­dur. Bu gelenek, insana yakıştığını ileri sürdüğü akıl ile akıl-olmayanı, yani in­sana yakışmayan içgüdüleri ve duygula­rı birbirinden kesinlikle ayırt etmiştir.” Düşünce ustamız olarak benimsediği­miz Freud, böyle bir ayırt edişin ve böl­menin, insan için ne kadar tehlikeli ol­duğunu öğretiyordu bize. Eski “akla” yüzyıllardır tanınmış sınırsız gücü hiçe sayıyorduk ve dolayısıyla bu aklın ah­lak düzeyinde insana kabul ettirdiği “ödevler”i de hiçe sayıyorduk. Bu aklın sakat yanlarını göz önüne sermek için her fırsattan yararlanıyorduk. Ve bu aklın yerine, sağlamca temellendirilmiş bir başka akıl konana kadar, bu yolda yürümeye kararlıydık. “Yeni bir insan hakları bildirisi gerekli” sözünü, bu açı­dan kavramak gerekir.
         A.P.: Gerçeküstücü grup, devrimci yöneliş konusunda da görüş birliği içinde miydi?
         A.B.: Kapalı akılsallığı kırma. Yay­gın ahlak yasasını hiçe sayma; şiire, rüyaya, olağanüstüne dayanarak insanoğ­lunu özgürleştirme, yeni bir değerler dü­zeni kurma konularında, tam bir görüş birliği içindeydik. Ama bu amaçlara varmak için kullanılması gereken araç­lar konusunda görüş ayrılıklarımız var­dı.
         A.P.: O sırada, grup içinde, Aragon’un durumu neydi?
         A.B.: Aragon mu? Daha önce de belirttim… Aragon, akrobatları ve cam­bazları her zaman sevmiştir. Herkesten uyanıktır. Siz, bir tepeye tırmanmaya karar vermemişken, bakarsınız Aragon doruktadır… Biz, Aragon’u fazla “ede­biyatçı” bulurduk. Sokaklarda birlikte dolaştığımız zaman bile bitirdiği ya da hala üzerinde çalıştığı bir yazıyı okumaktan geri kalmazdı. Bu yazıların etki yaratmaya yönelik yanı gittikçe ağır bastı. Yanlış bulduğumuz bu davranış, o yıllarda, Aragon’un etkinliklerine (bun­lar her zaman çok zekice ve ince müda­halelerdi), pek zarar vermiyordu.
         A.P.: Eluard’ın tutumu da Gerçe­küstücü Devrim görüşünüzün gerisinde kalıyordu sanırım.
         A.B.: Eluard, geleneksel anlamda şiirle gerçeküstücülük arasında seçim yaptığında, şiiri amaç olarak benimsi­yordu. Oysa bu, gerçeküstücülük bakı­mından büyük bir sapkınlıktı. Eluard’ın 1926’da yazdıklarında, rüya, otomatik yazı ve şiir arasında kesin bir ayrım yaptığı ve bundan şiirin yararlı çıktığı görülür. Türler halindeki bu ayrımlama, çok geri ve gerçeküstücü anlayışa karşıt bir düşünce olarak görünmüştü bana..
         A.P.: Derginin birinci sayısının te­mel özellikleri ve ilginç yanları nelerdi?
         A.B.: Başlangıçta, katışıksız gerçeküstücülük-doğuş halinde gerçeküstü­cülük diyorduk buna ağır basıyordu. Bundan ötürü, derginin yönetimi, o sı­rada, yeni düşünce tarzını tamıtamına benimsemiş olan ve hiçbir ödün verme­ye yanaşmayan Pierre Naville’e ve Benjamin Peret’ye verilmişti. Derginin ilk sayılarında, şiirlere yer verilmeyişi, ama otomatik metinlerin ve rüya anlatıları­nın bolluğu, ilgi çekici bir yandır. Lirik eğilim, bir romantizm uzantısıyla Desnos’da, Rimbaud’nun yolunu izleyen Baron’da ve Baudelaire’i örnek alan Eluard’da ağır basıyordu. Michel Leiris, sözcükleri, gizli yaşamlarını açığa vur­mak ve anlamlarının dışındaki esrarlı alışverişlerini ortaya dökmek zorunda bı­rakarak, dilin maddesi üzerinde müda­halelerde bulunmak ve işlemler yapmak konusunda, Desnos ile aynı tasayı pay­laşıyordu. Bu bakımdan, onların ustası (bizim de ustamızdı) Raymond Roussel’di kuşkusuz. Roussel’in bizim dergiye katkıda bulunmasını defalarca rica et­tik, ama cevap alamadık. Onun yapıtı­nın tam anlamıyla bireysel olduğunu ve dışla ilişkiyi kaldırmadığını anlamaya başlamıştık. Ama Roussel’e duyduğu­muz hayranlık hiç eksilmedi.
         A.P.: Antonin Artaud’dan ve gerçe­küstücülüğe yaptığı katkıdan söz eder misiniz?
         A.B.: Artaud bize katılır katılmaz, her şeyini gerçeküstücülük davasına adadı. Artaud, yaşamla, hepimizden da­ha fazla çatışma halindeydi. Toplumsal kurumların hepsine yönelen korkunç bir öfke taşıyordu içinde ve şaşırtıcı bir yayılma gücü taşıyan bu öfke, gerçeküs­tücü girişimi derinden etkiledi.
         1925’te yayımlanan bireysel ve kolektif metinler, tutumumuzun sertleşti­ğini gösterir. Bu arada, Grenelle soka­ğında 15 numarada bir “Gerçeküstücü araştırmalar bürosu” açıldı. Amacı, bilinçdışı yaşama ilişkin irdelemeler, anla­tılar, belgeler toplamaktı. Francis Gerard’dan sonra, büronun başına Artaud geçti. Burasını, yaşamın “yeniden sınıf­landırılmasının merkezi yapmak isti­yordu.
         Artaud’nun ön ayak olmasıyla, çok sert ve saldırgan kolektif metinler ya­yımlandı. “27 Ocak 1925 bildirisi”, “Hapishaneleri açın, orduyu terhis edin’ ‘, “Papa’ya” ve “Dalay-Lama’ya” di­lekçeler, “Avrupa üniversitesi rektörle­rine”, “Buddha okullarına”, “Tımarha­ne baş hekimlerine” mektuplar, bunun örnekleridir. Kullanılan dil, yalın ve keskindi. Bunlar arasında, Artaud’nun damgasını taşıyanları özellikle çok seve­rim..
         Ama… bu metinlerdeki anlayışa ve içeriğe katıldığım halde, yarattıkları ha­vadan tedirgin olmakta gecikmedim. Bu metinlerin çok kısa aralarla art arda ya­yımlanması ve tartışmanın, öteki etkin­liklerin hepsinden daha ağır basması, hoşuma gitmiyordu. Bugün düşündü­ğümde, daha iyi anlıyorum: bu yarı-özgürlükçü, yarı-mistik yol, benim yolum değildi ve bunun bir yol değil, bir çık­maz olduğunu düşünüyordum (bu dü­şünceyi paylaşanlar vardı). Artaud’nun beni yönelttiği yerin, soyut bir yer oldu­ğunu her zaman düşünmüştüm. Orada her zaman “sözsel” bir şey vardı (bu söz çok yüce ve güzel olsa da). Ayrıca, Ar­taud’nun aşırı coşkunluğuna güvensiz­lik duyuyordum; harcadığımız gücü, daha sonra, yeniden elde edemeyeceği­mizi düşünüyordum. Yani, makinenin tam istimle nasıl çalıştığını görüyor­dum, ama gerekli yakıtın nasıl buluna­cağını kestiremiyordum.

Breton’un evi, 1956

Saint-Pol-Roux şöleninde yaşanan olayın önemli yanı, Gerçeküstücülüğün, o çağda düzeni benimseyenlerden kesin olarak ayrıldığını göstermesindedir. Action Française başta olmak üzere, “Edebiyatçılar Derneği” ve “Savaşan Yazarlar Birliği” gibi meslek toplulukları, bize misillemede bulunulmasını istediler.

                A.P.: Demek ki, yönetimini ele aldı­ğınız Gerçeküstücü Devrim‘de ansızın büyük değişiklikler olmasının nedeni bu.
         A.B.: Evet, Artaud’nun sorumlulu­ğunu taşıdığı deneyi durdurmanın ve derginin yönetimini ele almamın nedeni budur. Bu konuya ilişkin yazımda, “es­ki düşünce tarzını kesinlikle bir yana at­manın” gerekli olduğunu, ama bunun “sert buyruklarla herkesi korkutmak yoluyla” gerçekleştirilmeyeceğini söylü­yordum. Bence, daha önceki tutumu­muza geri dönmemiz, otomatik yazılar­da olduğu gibi her şeyden önce dili köpürtmeye yönelmemiz ve bundan doğa­cak sonuçlara güvenmemiz gerekiyor­du.
         A.P.: Demek ki, tutumunuz herhan­gi bir vazgeçmeyi dile getirmiyordu. Za­ten bu sırada, gerçeküstücülüğün çok ha­reketli bir dönemi başlıyor.
         A.B.: Toplumsal sorunlar bir yana bırakılmamıştı. Ama lirik bir anlayışla değil, daha tutarlı bir tavırla ele alını­yordu bu sorunlar. Derginin dördüncü sayısında, sınıf mücadelesine dayanacak ve belli bir sınırda duraklamayacak her çeşit devrimci hareketi benimsediğimizi belirtiyorduk.
        Bu sırada, bir skandallar dizisi, Saint-Pol-Roux şöleniyle “tamamlandı”. 1925 yılında, gerçeküstücüler, bağdaşık ve sağlam bir grup oluşturuyorlardı. Şö­len gününün sabahı, yeni patlak veren Fas savaşını protesto eden aydınlar bil­dirisinde imzaları yer almıştı. Doğrudan doğruya bizi ilgilendiren bir başka olay da öfkelenmemize yol açtı: Fransa sefiri Claudel, bir İtalyan gazetesine yaptığı açıklamada, dadacılık gibi gerçeküstü­cülüğün de “homoseksüellikten başka şey olmadığını” söylüyor ve daha sonra 1914 savaşındaki yurtsever davranışıyla (ordular için, Güney Amerika’da do­muz yağı satın almış) övünüyordu. Bu kadarı fazlaydı! Biz hakaret yağdırıyor­duk kuşkusuz, ama bu sefer bu işi biz başlatmamıştık…
        Şölene gideceğimiz sırada, ünlü “M. Paul Claudel’e açık mektup” (öküz kanı renginde kağıda basılmıştı) baskıdan çıktı. Biz de, davetlilerin peçetelerinin altına bu mektuplardan birer tane yer­leştirmek için Closerie de Lilas’ya erken gitmeye karar verdik.
         A.P.: Gitmeden önce neler düşünü­yordunuz?
         A.B.: Bu tür bir şölen, bizim hoş­landığımız bir şey değildi. Saint-Pol-Roux’yu, simgeciliğin büyük yaratıcıların­dan biri olarak görüyor ve yüceltiyor­duk. Kendisinin, “imge ustası” olduğu­nu yazmıştım. Ama onun Paris’e gelişi­nin, köhne ve gülünç dost toplantılarına yol açması acınacak bir şeydi. Onuruna verilen böyle bir şölene katılma kibarlı­ğını göstermesi, Bretagne’da dünyadan eletek çekmiş yaşarken, gençlik dostla­rıyla bütün gerçek ilişkilerini kaybetmiş olmasıydı ve bu dostların çoğu hem moruklaşmıştı, hem de bir gecede de olsa, kendileri ile gerçeküstücüler arasında bir yakınlık kurabileceklerini sanıyor­lardı…
         A.P.: Şölendeki bu gösteri, çeşitli şe­killerde anlatılmıştır. Ama, gerçeği siz­den dinlemek isteriz.
         A.B.: Şölen, ya da onun yerine olup bitenler, anlatıldığı gibi gerçekleşmemiş­tir. Claudel’e yazılan mektupta kullanı­lan sözcükler, konukların birçoğunu aptallaştırdı ve öfkelendirdi ve nasıl tep­ki göstereceklerini bilmediklerinden, onlarla bizim aramızda büyük bir geri­lim yarattı. Bu yüzden, konuk hanım­lardan bazıları bayılacak gibi oldu. Ara­larından biri, arkamdaki pencereyi aç­mamı istedi. Biraz fazla kuvvetle asıl­dım herhalde ya da Montparnasse bul­varına bakan bu birinci katın cephesi çok harap olmalı… çünkü, pencerenin iki kanadı elimde kalıverdi… Yanımda oturanlar, derhal fırlayıp camlar kırılma­dan iki kanadı, yere koymam için bana yardım ettiler.
         Şeref masalarında (şu “şeref masası” sözü bizi ifrit etmeye yetiyordu) Madame Rachilde’in ve Lugne-Poe’nun otur­ması (bunlara gerçekten hınç duyuyor­duk) her şeyi berbat etmeye yetti. Rachilde, bilmem hangi gazetede, Almanlar aleyhine bir şeyler yazmıştı (bir fransız kadını bir alman erkeğiyle evlenemez, filan gibi) ve biz bu laflardan tiksiniyor­duk. Lugne-Poe’da hiç affedemediğimiz şey ise, savaş sırasında karşı-casusluk servisinde (2. Büro) çalışmasıydı. O ak­şam, bu kimselerin bizimle karşılaşması, patlayıcı bir karışım oluşturacaktı kuş­kusuz. Gerçeküstücülerin. bu kişiler ko­nusunda yüksek sesle bazı sözler, söyle­mesinin kavganın başlamasına yol açtı­ğı bilinmektedir. Berbat bir “beyaz sos” servis yapılmaya başladığında, bizimki­lerin çoğu masaların üzerine fırlamıştı bile. Konuklardan üçü, dışarı çıkıp po­lislerle döndüklerinde, iş çığnndan çık­mıştı. Ama olayın gülünecek yanı, bağı­rıp çağıran Rachilde’in, genel kargaşa içinde polisçe tutuklanmasıydı. Saint-Pol-Roux’nun “yapmayın, etmeyin” sözleri ortalığı yatıştırınca iş işten geç­mişti. Önce pencereden ve daha sonra bulvarda, resmi makamlara karşı ayak­lanmak gerektiğini haykıran Leiris, ne­redeyse linç ediliyordu. Bu olayın (Saint-Pol-Roux şöleni) önemli yanı, gerçe­küstücülüğün, o çağda düzeni benimse­yenlerden kesin olarak ayrıldığını göstermesindedir. Action française başta ol­mak üzere, “Edebiyatçılar Derneği” ve “Savaşan Yazarlar Birliği” gibi meslek toplulukları, bize misillemede bulunul­masını istediler (adlarımız hiçbir yerde yayımlanmayacaktı ve hatta, Fransa’ dan atılmamız bile söz konusuydu, ama bunun hangi kararnameye dayanılarak yapılacağı bir sorundu…) Bu andan sonra, gerçeküstücülük ile ötekiler ara­sındaki köprüler yıkıldı. Bizim için hava hoştu. Ama ortak başkaldırımız da, bu andan sonra siyasal düzeye yöneldi.

XVI. DÖNÜP GERİYE BAKIL­DIĞINDA.-MUTLULUK?

Bugün “ödün vermezlik” sözünün modası geçmiş olduğunu biliyorum. Bu sözcük, mutlakiyetçilik, diktatörlük anlamına geliyor artık… Ben haklı olduğumu düşündüğüm şey üzerine oynadım, yani insanın durumunu biraz daha kabul edilebilir hale getireceğini düşündüğüm şey üzerine oynadım..

        A.P.: Bu konuşmalarımızın sonunda, bir soruya cevap vermenizi rica ediyo­rum. Bize yaptığınız açıklamaların, kişi olarak Andre Breton konusunda gerçek­ten bilgi edinmemizi sağladığım düşünü­yor musunuz?
        A.B.: Bu konuda yargı verecek son insan benim… Sorduğunuz ilk sorular­dan bu yana, bu konuşmaların konusunun ben değil, gerçeküstücülük olduğu sonucuna vardım. Kollektif bir manevi serüvenin zaman içinde ne gibi bir yol izlediğini açıklamam gerektiğine göre, benliğimi bir yana bırakmam gerekiyor­du. Her şeyden önce de, elden geldiğin­ce nesnel olmalıydım. Gerçeküstücülü­ğün tarihine ilişkin olayların hiçbirinde kendimi ortaya koyma özgürlüğüm yoktu ve olayların nasıl geliştiğini anlat­mak zorundaydım. Ama bazı değerlen­dirmeler ve yorumlar yaptım. Bunlar, kişiliğimin özelliklerini öğrenmek iste­yen kimselere bilgi sağlayabilir. Ne var ki, benden beklenen açıklamaların, ileri­ye değil de geriye dönük olmasına üzül­düm doğrusu. Bunlar, özellikle uzun va­dede isteğime ve kişisel eğilimime aykırı şeyler. Ama elden ne gelir? Büyük bir bölümü, belli bir idealin ileri sürülmesi­ne adanmış her yaşamın ceremesi olmalı bu…
        A.P.: Bu konuşmalarda, yaşam kar­şısındaki tavrınıza ilişkin sorular sormak­tan bilerek kaçındım. Oysa Robert Mallet, Paul Leautaud ile yaptığı görüşme­lerde, bu tür sorular sormuş ve çok başa­rılı olmuştu. Ben, gerçeküstücülüğün tari­hi içinden yaklaşmaya çalıştım size. Çün­kü böylece, kişiliğiniz konusunda daha derin ve bütünsel bir görünüş ortaya ko­yacağımı düşündüm. Ama bunu yapar­ken, ilk bakışta görülmese de, kişiliğini­zin temel yanlarını oluşturan özellikleri karanlıkta bırakmadım mı acaba? Bu gö­rüşmelerin, kişiliğinizi göz önüne sermek olan gerçek hedefine ulaşmadığını mı dü­şünüyorsunuz?
        A.B.: Hayır. Paul Leautaud ile ya­pılan görüşmeler, onun kişiliğine uy­gundu, ama benimkine aykırı düşerdi. Leautaud, her şeyden önce, bir kafa adamıdır; oysa ben, asla böyle değilim. Sonra onun serüveni, tepeden tırnağa bireyseldir. Bundan ötürü Leautaud, ki­şiliği konusunda da kaprisli açıklamalar yapabilir ve serbest davranabilir. Yaşı­nın ve doğal kuşkuculuğunun ona sağ­ladığı bağlantısızlık, benim için söz ko­nusu değildir. Bu kuşkuculuğun ona sağladığı davranış özgürlüğü, hoşuma gidebilir, ama benim benimseyeceğim bir şey değildir bu. Benimle yaptığınız konuşmalarda seçenek şuydu: ya yalnız­ca ben söz konusu olacaktım ya da be­nim aracılığımla gerçeküstücülük söz konusu olacaktı. Siz, ikinci şıkkı seçti­niz. Buna kusur bulmam, kendimi bir şey sanmam olurdu.
        A.P.: Öyleyse, şunu sorayım: gerçe­küstücülüğün savunulmasında gösterdiği­niz ödün vermezliğe bugün dönüp bakın­ca, kendi hakkınızda ne düşünüyorsunuz?
        A.B.: Gerçeküstücülüğün savunul­masında mı?… Görüyorsunuz kendimi­ze rağmen gerçeküstücülüğe dönüyoruz. Bugün, “ödün vermezlik” sözünün mo­dası geçmiş olduğunu biliyorum. Bu sözcük, mutlakiyetçilik, diktatörlük an­lamına geliyor artık. Evet… gerçeküstü­cülüğün savunulmasında gösterdiğim ödün vermezlik ne gibi bir anlam taşıyor? Ben, haklı olduğunu düşündüğüm şey üzerine oynadım, yani insanın durumu­nu biraz daha kabul edilebilir hale geti­receğini düşündüğüm şey üzerine oyna­dım. Aynı şeyi benimsemiş başka kim­seler, bağlılıklarından vazgeçtiklerinde, bu dönekliklerinin hesabının onlardan sorulması gerektiğini düşündüm. Her engeli aşarak temel ilkeleri devam ettire­bildiğim için yine de memnunum.
        Gençlikte, birkaç kişinin, belli bir takım düşünceler konusunda temel bir anlaşmaya varması kolaydır; ama yaşa­mın, başlangıçta bir araya gelen bu güç­leri dağıttığını akıldan çıkarmamak ge­rekir. Örneğin Saint-Simonculuğun ba­şına gelenleri düşünün. Sonra, zaman geçtikçe, parasal sorunlar da ağır basar. Tabii, kadınları da unutmayalım…
        A.P.: Sayısız güçlüğü, ayrılığı, feda­karlığı kapsayan bu kavgaya dönüp bak­tığınızda, kendinizi nasıl değerlendiriyor­sunuz?
        A.B.: Gençlik özlemlerimi yitirmemiş olduğum duygusu var içimde ve bence bu, önemli bir şey. Yaşamım, güzel ve haklı gördüğüm şeylere adanmış olacaktı. Kısacası, bugüne kadar, hayal ettiğim biçimde yaşadım. Bu kavgada, benim kadar kararlı arkadaşlarım oldu. Onlar, insansal sıcaklıktan yoksun bı­rakmadılar beni. Ama sevdiklerimden ayrılmam gerekti, bazıları beni terk etti, bazılarının hatırası peşimi bırakmadı ve bu hatıralar, hala boğuyor beni ve her seferinde bir yara tazeleniyor: evet, sak­lamıyorum bunu. İlkelerimizi korumak için bütün bunları yapmak gerekiyordu. Evet. bunları yaptık ve istediklerimizi büyük ölçüde gerçekleştirdik. Övünmek için söylemiyorum ama, gerçeküstücü­lüğün, modern duyarlığı biçimlendir­mek konusunda büyük katkısı olduğu­nu bugün herkes kabul ediyor. Ayrıca, gerçeküstücülük, kendi değerler sistemi­ni, gerektiği gibi kabul ettiremediyse de, bu sistemin göz önüne alınması gerekti­ğini anlattı herkese. Gerçeküstücülü­ğün, kafalarda bir devrim yarattığını söyleyebilirim. Gerçeküstülüğün, aydın­lığa çıkardığı vc bugün yol gösterici ola­rak benimsenen unutulmuş kişileri ve unutturduğu sahte yol göstericileri düşü­nelim… Bu düzeyde daha fazlası umulamazdı zaten. Bizim karşılaştığımız bü­yük engeller, bir başka sorunda karşı­mıza çıkmıştır. Bu da, dünyanın top­lumsal açıdan değişikliğe uğratılması sorunudur. Bu değişikliği yalnızca ken­dilerinin yaptığını söyleyen kimselerin, insanoğlunun özgürleşmesine mi yoksa köleleşmesine mi yol açtıklarını tarih gösterecektir. Öte yandan gerçeküstücü­lük, belli ve örgütlenmiş bir hareket ola­rak ve en geniş özgürleşme isteğine ce­vap vermesi bakımından, onların siste­minde hiçbir zaman yer almadı. Bu açı­dan başarısızlığa uğramış da olsa. gerçe­küstücülüğün tutumu, yararlı olmuştur. Özgür düşüncenin bir küçük bölümü olan gerçeküstücülük, köleleşmiş düşün­ceyle her açıdan boy ölçüştü ve bu bildi­ğiniz gibi, bir bakıma, Davut’la Calut’ un çatışmasına benzedi…
        A.P.: Gerçeküstücülüğün dünyada bugün almış olduğu yer ile gerçek önemi arasında ne gibi bir oran olduğunu düşü­nüyorsunuz?
        A.B.: Boşuna çalışmamış olduğumu­zu düşünüyorum. Ama gerçeküstücülü­ğün bugün dünyada aldığı yerin, onunla oranlı olduğunu sanmam. Ne var ki, be­nim için önemli değil bu. Daha önemsiz bir yer alsaydı da. yakınmazdım bun­dan. “Yer alma” sözünde, beni her za­man rahatsız eden bir resmileştirme ve kabul edilme anlamı vardır. Düşüncem­le değil de, daha çok mizacımla, sürekli olarak kendini yenileyen bir azınlığa ka­tılmaya hazırımdır. Bundan ötürü, bu­gün okullarda gerçeküstücülüğün oku­tulması, benim için tatsız bir şey. Gerçe­küstücülüğün kolunu kanadını kırmak için yapılıyor bu. Gençliğimde, Baudelaire’i ve Rimbaud’yu gerektiği gibi an­lamamı, bu şairlerin okul programların­da yer almamaları sağlamıştı…
        A.P.: Gerçeküstücülük 1951 yılında ortaya atılmış olsaydı, aynı coşkuyla kavgaya girişir miydiniz?
        A.B.: Bu tür sorulara cevap verir­ken, insan, caka satmaktan kurtulamaz. Doğru dürüst bir cevap vermek için, otuz yılın bende ve dünyada yaptığı deği­şikliği göz önünde tutmak gerekir. Be­nim değişmemim de, dünyanın değişme­sine bağlı ve onun sonucu olduğunu unutmamalıyım. 1920’li yılların dünyası, bugünkünden farklıydı kuşkusuz…
        Örneğin o yıllarda, Fransa’da, dü­şünce, donup taşlaşma tehlikesiyle karşı karşıyaydı, oysa bugün, düşüncenin çö­zülüp dağılması tehlikesi söz konusu. Bugün, dünyanın yapısında olduğu gibi insan bilincinde de beliren çatlaklar, o zaman henüz ortaya çıkmamıştı (bunla­rı söylerken, iki siyasal bloğu. Totaliter yöntemleri, atom bombasını düşünüyorum). Bugünün gençliği, bizim gençliği­mizde karşı çıktığımızdan çok farklı bir duruma karşı çıkmak zorunda. Ama bütün bu gerçeklerin, şiir, özgürlük ve aşk düzeylerinde, gerçeküstücülüğün ileri sürdüğü tezleri, hiçbir biçimde ge­çersiz kılmadığım düşünüyorum. Yeni veriler göz önünde tutularak yeniden düşünülmesi gereken şey, toplumsal so­rundur. Ve ben bu açıdan, Marx’tan ge­rilere giderek Charles Fourier’ye Övgü’ de belirttiğim gibi, onun yapıtlarında canlı kalan yanlar üzerinde durmaktan korkmadım. Ayrıca, bugün koşullara cevap veren biricik akım olarak gördü­ğüm “Dünya vatandaşlığı” hareketine katıldım.

Gençliğimizin manzarasının, olgunluk çağında tozlarla kaplanmaması ve bir zamanlar büyük coşku kaynağı olan şairlerin ve başka kimselerin sözlerini rüzgarlar getirdiğinde, zaman aşımına uğramamış olanların yeniden ortaya çıkması, gerçek mutluluktur bence…

        A.P.: Sizi yarı yolda bırakan eski arkadaşlarınız için ne düşünüyorsunuz?
        A.B.: Bu konuda hiçbir tutkuya ka­pılmadan yargı verebilecek kadar uzak­tayım eski olaylardan. Dostum Ferdinand Alquie, Cahiers du College philosophique‘de yayımlanan “Gerçeküstücü ve varoluşçu hümanizma” adlı incele­mesinde, bu konuya ilişkin çok ilginç bir açıklama yapıyor ve şöyle diyordu: daha önce romantizmde olduğu gibi gerçeküstücülükte de, “rüyadan yoksun bir eylem” seçenlerle, “başlangıçtaki ideallerinde vazgeçmemeyi ama bağla­nımdan vazgeçmeyi” seçenler arasında­ki bölünümü ele alırsak, bu farklı se­çimleri yapanların aynı ölçüde içten ve sözünden dönmez kişiler olduğunu söy­leyebiliriz. “Ahlakın boyutu ile tarihin boyutunun uyuşmaması” bir gerçektir ve bu kişilere yüklenebilecek bir kaba­hat değildir..
        A.P.: Mutluluğun, yaşamınızdaki yeri nedir?
        A.B.: Şu “mutluluk” sözcüğünün anlamı üzerinde anlaşmak gerek. Dü­şünce üretiminden ve bu üretimin yarat­tığı yankıdan sağlanan doyum, sağlıklı bir rahatlık duygusu vermez insana. Ama birçok insanın (ben de bunlardan biriyim), çok pahalıya ödese de, bu tür doyuma yöneldiğini söyleyebilirim. Kendimi adadığım türden bir etkinliğin en kötü yanının, bu etkinliğe katılan ki­şiler arasındaki duygusal bağları her­hangi bir ideolojik anlaşmazlığın boz­ması olduğunu daha önce söyledim. De­mek ki, inişli çıkışlı bir mutluluk söz ko­nusu burada. Ama, gençliğinizin man­zarasının, olgunluk çağında tozlarla kaplanmaması ve bir zamanlar büyük coşku kaynağı olan şairlerin ve başka kimselerin sözlerini rüzgarlar getirdiğin­de, zaman aşımına uğramamış alanların yeniden ortaya çıkması, gerçek bir mut­luluktur bence…
        Mutluluk derken, bize bir metnini okuyan Gide akımı geldi – Aragon, Soupalt ve ben dinliyorduk – Şöyle başlıyor­du metin: “İnsanın mutluluk için yara­tıldığını bütün doğa öğretiyor…”. İler tutar tarafı yok bu sözün, diye düşün­müştüm. Ben aşkta da mutluluğu değil, aşkı aradım.
        A.P.: Bugün, gerçeküstücülüğün, si­nema, radyo, vb. gibi çeşitli tekniklere ne gibi perspektifler getirdiğini düşünüyor­sunuz?
        A.B.: Daha birinci Gerçeküstücülük Manifestosu’nda, gelecekteki gerçeküs­tücü tekniklerin beni ilgilendirmediğini belirtmiştim. Bundan ötürü, gerçeküs­tücülüğün şu ya da bu anlatım aracına uygulanması, beni hiç mi hiç ilgilendir­miyor. Zaten, Duchamp’ın bazı yapıtla­rını hangi kategoriye sokabiliriz? Max Ernst’in, Magritte’in Brauner’in tuvalle­ri, resim olduğu kadar da şiir değil mi? Sinema sanatının ölçütleri, L’Age d’or gibi bir filmin hakkını verebilir mi? Bu çeşit ayırımlar yapmak gülünçtür. Ken­di yollarından şaşmayan yakın dostları­mızın (Miro ya da Prevert gibi) gerçe­küstücü olup olmadıklarını sormak ta gülünçtür. Romantizmi ve hatta izle­nimcilik ile simgeciliği göz önüne alır­sak, bu sorunun kof bir sorun olduğunu görürüz zaten…

Çeviren: Selahattin Hilav

Gergedan Dergisi Gerçeküstücülük Özel Sayısı, Ağustos 1987


Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s