Barbarları Beklerken Edebiyat Fanzini (Sanat Kolektifi) üzerine Dolunay Aker ile söyleşi
Aykut Akgül
Öncelikle merhaba Dolunay. Ben senin adını ilk duyduğumda 2016 Altın Defne Genç Şiir Ödülü’nü almıştın. Seninle her ne kadar çok eskilere dayanan bir tanışıklığımız olmasa da, kısa zamanda birbirini tamamlayan fikirlerle birlikte, heyecanla karışık, çarçabuk kaynaşan bir dostluğumuz oldu. Bundan hiç rahatsız olmadım ve bunu niye belirtiyorum çünkü hız bende şüphe demektir, hem sanatsal, hem insan ilişkileri açısından, hızın işe yaradığı hiçbir branş bana samimi gelmemiştir. Birçok sebebi olmasına rağmen kapitalist düzenden içten içe olan rahatsızlığımda aslında bu yüzden. Hız, kimin işine yarıyorsa, o kişi işini sevmeyi bırakmıştır bana göre. Aslında çemberi daha da fazla aşmadan soruma geçsem iyi olacak. Daha öncelerden ismine aşina olmama rağmen ben seni Barbarları Beklerken ile tanıdım ve takip etmeye başladım. Her sayıyla daha çok kendine gelen, yükselen bir oluşum oldu Barbarları Beklerken. Öyle ki artık benimde dahil olduğum kolektif bir vücuda dönüştü. Merak ettiğim şu: Seni Barbarları Beklerken’e iten neydi, niye böyle bir oluşum olsun istedin, nasılsa herkes çeşit çeşit oluşumlar kurup, şiirler, öyküler vs yazmıyor muydu? Barbarları Beklerken’in çıkışı dönemiyle ne kadar alakalı sence, Barbarlara ihtiyaç var mıydı gerçekten?
Evet yazıyordu fakat bir kenetlenme eksikliği vardı. Yan yana görünenler aslında kendi konfor alanını oluşturmaya çalışıyordu. Barbarları Beklerken ansızın bir refleks olarak ortaya çıkmadı. Her adımı, içerik ve yaklaşımları, sanatsal ve politik müdahaleleri hep bir meseleden doğarak kendisini büyütmeye çalıştı. Bunu ne kadar başardı bilemem. Ama zaten bir başarı hedefiyle ortaya çıkmadı. Kazmak ve dikkati farklı bir noktaya çekmek derdindeydik. Hâlâ da öyleyiz. Barbarları Beklerken minimal bir oluşum. Çokluğu sevmeyen bir oluşum. Çok olmak, çok görünmek sadece geçici içerikler yaratıyor, düşünce değil. Düşüncenin, sanatsal bir pratiğin yükümlülükleri var. Dünya kapitalist bir çarkın içinde kirleniyor. Sınıfsal çatışmalar şiddetleniyor. Saflar belirginleşiyor. Beklerken ne yapabiliriz sorusu her zaman gündemimizde oldu. Sanırım Barbarları Beklerken bu sesi yükselmek istiyor. Adı Kavafis’ten alt söylemi Ezra Pound’tan. İnsanlar Barbarları Beklerken’de bir sıcaklık gördüler. Ateşin hızla yanıp sönmesini değil ateşe verilen bir ifadeyi gördüler. Bu bizi daha çok iş yapmaya yöneltiyor. Seninle bu ateşin ivme kazanacağını düşündüğümüz için bir araya geldik. Başka arkadaşlar da yavaş yavaş bizimle yol almaya başlıyor. Şimdi derdimiz kağıdın dışına çıkmak. Bu yüzden Barbarları Beklerken sanat kolektifine dönüştüğünü ilan etti. Buradan da tekrar duyurmuş olalım. “Ateşi çalmak” isteyenleri bekliyoruz.
Sorunun diğer kısmına gelecek olursak Türkiye’de dergi sayısının çokluğu o dergilerin bir mücadele alanı olduğu anlamına gelmiyor. Bir vitrin var ve birçok edebiyatçı orada kendisini satma derdinde. Biz vitrini bir gösteri alanına dönüştürmekten çok orada insanların ifadelerini özgürleştirmeyi amaçladık. İlk sayıdan itibaren her dergide görünen isimleri almamaya çalıştık. Metni bizim poetik çizgimizi karşılıyorsa ve metin gerçekten içinde kendi yazarını da aşan bir güce sahipse fanzinin sayfalarında yer alabildi. Dergiye gelen eserlerle birlikte biz metnine güvendiğimiz, okuru olduğumuz hatta daha önce hiç konuşmadığımız insanlardan metinler istedik. Bu bizim estetik taleplerimizin göstergesidir. Sırf dolsun diye kimseden eser istemedik. Sevmediğimiz metni yayınlamadık. Sırf baskı sayısı mükemmel kurnazlığını yapmamak için her sayıyı sınırlı tuttuk. Güzel yorumlar aldık. Dolaşım ağını yeterli seviyede kullanmamamıza rağmen okurlar küçük yaktığımız ateşlerin ışığını gördü. Bu bize yetiyor. Şimdi ışık nerelere ulaşacak ona bakacağız.
Erkut Tokman ‘Biz Sokakta Mıyız?’ müdahale, Eylül 2020, Kadıköy İstanbul
Barbarları Beklerken ile bir şeyler değişti mi, değişiyor mu, değişecek mi? Değişim mikro bir yol çiziyor şimdilik. Ama bu bütünsel bir çabaya dönmeyeceği anlamına gelmiyor. Küçük öbekler halinde insanlar bir şeyleri değiştirme derdine düşüyor. Bence bu kıymetli. O küçük öbekler yeni okuma sahaları yaratıyor. O okumanın, o pratiğin içinden geliyoruz. Ben kendi öznelliğimde yazdığım şiiri ve poetikayı değiştirme hamleleri yapıyorum. Demek ki bir değişim başlamış ve bizi de çoktan etkilemiş.
Şairlerin geçinilmesi zor insanlar olduklarını düşünüyorum. Geçmişte bir çok hareketin içinde bulunduğum için az çok genelleme yapacak kadar şair tanıdığımı da düşünüyor ve sana Barbarları Beklerken ekibinin ilk kurulduğu andan bu yana çektiği zorlukları, kayıpları ve başarılarını sorsam neler söylersin? Barbarları Beklerken’i bir arada tutmanın bir sırrı var mı yoksa onlar zaten bir aradaydı da sen birbiriyle mi tanıştırdın?Barbarları Beklerken ilk toparlanma süreceni yaşadıktan sonra kendisine sorduğu sorularla ilerledi. Biz kimiz ve kimlerle olmak, birlikte üretmek, paylaşmak, büyümek istiyoruz. Bu kalanları ve gidenleri belirledi haliyle. Bize dışarıdan katkı sağlayan çok insan var. Ekipte değiller fakat fanzini sıcak bulduklarını düşünüyorum. Yoksa neden yazsınlar ki? İlk andan itibaren seçen bir yayın olduk. Düşünce, estetik, eleştiri; bu üç faktörün görgüsüyle bütünsel bir yayını sürdürüyoruz. Toplamacı mantığı sevmiyor, en azami seviyede de olsa fanzinde metni yayınlanan yazarların bu üç faktöre yakınlığını önemsiyoruz. Bizi bu aura bir arada tutuyor. Bizden uzaklaşanları da bu dinamizm uzaklaştırıyor. Onları birer kayıp değil sürece emek veren insanlar olarak görüyoruz. Tabi ki herkesten aynı performans beklenemez.
Barbarları Beklerken ekip olarak hiç denenmemiş projeler peşinde ve bu projelerle birlikte bir sürü insanı da peşinden sürüklüyor, bu dikkat çekme çabası mıdır? Öyleyse bile neden dikkat çekmek istiyor? Örneğin; “Biz Sokakta Mıyız?” projesi zannedildiğinden daha büyük bir kitleye ulaştı ve bu bağlamda projenin amacına ulaştığını düşünüyor musun? Dikkat çekme çabası değil. Daha öncede belirttiğim gibi biz bir düşünce doğrultusunda hareket ediyoruz. Bu düşünce edebiyatta kanıksanmış şeyleri denemek istiyor. Daha önce denenmiş olanı yenileyip, özgün frekanslarla yeniden sunmak istiyor. Hiç denenmemiş olanın sınırında tecrübe kazanmak istiyor. “Biz Sokakta Mıyız?” projesini sorman güzel oldu. Çünkü bu proje sadece yazarları ilgilendiren bir şey değildi. Ortaya atılan çıplak bir soruydu. İstanbul, İzmir, Antakya eksenli faaliyet yürüten bir ekibin sokağa dair eleştirel yaklaşımını, sokak hakkında konuşurken o kadar da rahat olmamamız gerektiğini ironik ve eleştirel bir şekilde ifade etti. Sahi sokakta mıyız? Ben daha çok barda bira içip “aydın” rolünü oynadığımızı düşünüyorum. Sokakla alakası olmayan insanların sokak satmasına karşı bir tepkiydi “Biz Sokakta Mıyız?”
Yeni projeler var mı? Elbette var. Önce kendimizi sonra bize bakanları şaşırtacağız.
Anladığım kadarıyla Barbarları Beklerken elbette şiirden ibaret değil, ama şiire bir zaafı olduğu da aşikar, peki neden şiir? Yani aslında şiir değil sorum, Barbarları Beklerken’in şiiri neleri karşılıyor, karşılamalı sence? Şiir diğer türlere göre konfor alanını daha fazla rahatsız ediyor. Bunun şairlerle alakası yok. Edebiyat ortamına bakarsak dünyanın en konformist, en kaprisli insanlarını görürsünüz. Bu insani ilişkilerle de böyledir. Giydirilmiş imaj ve imge yığını şiirin önüne geçmiş artık; söz söyleyen şiir değil, şiir dışında aklınıza gelebilecek her şeydir. Ancak takip ettiğim bu unsurların dışında oluşumlar yok mu tabi ki var. Natama, Kaygusuz, Başka Dünyalar, Sürem Şiir Dergisi, Açık Şiir, Lümpen, Neden Şiir… Bulmak isteyene çok huzursuzluk var.
Barbarları Beklerken’in uluslararası anlamda benimsediği, kendine yakın hissettiği, takip ettiği başka oluşumlar var mı? Farklı ülkelerdeki Sürrealist grupları takip ediyoruz. Hindistan’da Açlık Kuşağı şairi Malay Roychoudhary hâlâ yaşıyor ve bizim için doyumsuz bir ilham kaynağı. Burada olduğu gibi dünyada da vasat iş üretenler oluyor. Ama yeni hayaletlerin dolaşmadığını kim söyleyebilir ki?
Barbarları Beklerken fanzin #06
Barbarları Beklerken kendine rakip bir oluşum, başka kolektif bir yoğunluk ister mi? Rakip değil dayanışma ister.
Barbarları Beklerken’i hemen hemen var olmaya çalıştığı her alan, her hareketini göz önünde bulundurarak bizim için eleştirir misin? Tekil kazanımlar var. Kolektif avangard bir huzursuzluğu daha yakalayamadık. Dikkat edersen Sürrealistler, Sitüasyonistler bu konuda daha disipline daha örgütlü hareket ediyorlardı. Bence eksik olan bu. İşler biraz sıkıya alınmalı.
Barbarlar’ın Garip akımı ve 2000’li yılların şiir oluşumlarına, deneylerine ve tepkilerine karşı bakış açısı nedir? 2000’ler bence çok fazla şey getirdi şiire. Yoğun bir dinamizm, yoğun ve kanonik olmayan fakat kısa bir sürede İkinci Yeni’yi bile sollayan bir kanonlaşma. Şiirin muhafazakar algılarına indirilen sert bir darbe. Etliye sütlüye karışmayanların ister istemez üzerine söz söylemek zorunda kaldığı bir kuşak. Barbarları Beklerken hepsinin okuruydu. Öyle de olmaya devam ediyor.
Garip şiiri popüler anlar yaşasa da doğru bir değerlendirmeye çok az tutuldu. Erhan Altan’ın Ölçü Kaçarken’ine bakılmalı. Orada neden ölçünün kaçtığı ve hangi ölçülerde kaçması gerektiği anlatılıyor. Değişim ölçüsüz olmaz. Yoksa savrulur gider.
Toparlarsak geniş bir külliyatın içinde eleştirdiğimiz noktalar olsa da kazanımları alıyoruz biz. Donuk, sadece kendine bakan bir şiirin dışında güçlü bir şiir yazılabileceğini gösteren bu huzursuz geleneğe çok şey borçluyuz.
Son olarak söz Barbarları Beklerken’de, takipçilerine ve dahil olmak isteyenlere söylemek istediklerin nelerdir? Beklerken yalnız olmak istemiyoruz. Kesinlikle Godot’yu beklemiyoruz.
Artık kültürel evrim, bilişim ve sibernetik teknolojilerinin zehriyle baş döndürücü bir biçimde hızlanmış ve insana dair tüm değerlerden ve ihtiyaçlarımızdan açıkça kopmuş bir şekilde boşa dönmektedir. Sözün çürüdüğü, insanın (hayvanın ve canlılığın) metalaştığı, tüm ifade biçimlerinin gerçeklikle temaslarını yitirip, kendi kendisinin parodisine indirgendiği günümüzde, sosyal hayatın tüm alanlarında yapıcı bir altüst oluşa gereksinim var ve bu altüst oluş bizim sanatımızdır.
Hem boğulmakta olan bir gençliğin tepkisi hem de yeni bir çağın habercisi. Bizim sanatımız devrimci bir sanattır; geçmişin idealleriyle uyuşmaz, yeniliğin peşindedir. Aynı zamanda karşılaştığı direnç ölçüsünde güçlü bir yaşam iradesinin de ifadesidir ve yeni bir toplum kurma mücadelesinde öncü bir çığlıktır.
Burjuva pisliği, hayatın her alanına nüfuz etmiş durumda, hatta medyatik örgütlenmenin tiranları bizlere sanat sunma küstahlığında bile bulunuyorlar. Ama bu sanat artık hiçbir işe yaramayacak kadar bayat. Kaldırım taşları ve sokaklardaki grafitiler, insanın kendini ifade etmek için dünyaya geldiğini açıkça gösteriyor; artık bizleri pasif birer izleyici, ya da sosyal medya maymunu kalıbına sokarak bu ilk dirimsel gereksinimizi karşılamaktan alıkoyan medyatik iktidara karşı mücadelemiz başlamıştır.
Bizlere dayatılmış boğucu kültürün taraftarları ile karşıtları arasındaki antagonizmanın temeli işte burada sanatta yatar. Yerleşik anlamsızlık ve yalıtılmışlığı besleyen muhafazakâr toplumun (ve sanatın) krizi ancak alternatif yaşama biçimlerinin deneyimiyle, böyle bir deneyime yönelik girişimlerle aşılabilir. Bir resim, sadece renkler ve çizgilerden meydana gelen bir kompozisyon değil, aynı zamanda titreşen bir Canlılık, bir Geceyarısı, bir İnsan, bir Şimşektir.
Devrimci sanatçılar, müdahale çağrısında bulunanlar ve gösteriyi bozmak, onu yok etmek için müdahele etmiş olanlardır. Sanat, hiçbir şey ifade etmediği körelmiş, boğucu bir atmosferin ardından, her şey demek olduğu yaşayan, canlı bir döneme adım atmak zorundadır.
Yaşasın Sokaklar ! Yaşasın Sokağın Sınır Tanımaz Çağrışım Gücü !
Erman Akçay, 11 Eylül 2020 East Kadıköy Graphic Resistance
Studio Lisi ‘Polimer Kil ile Küpe Yapımı’ atölyesi (2019) İstanbul
Baş Kaldıran Yüzükler
STÜDYO LİSİ
Sevgili dostum Işıl Karaçalı‘nın el emeği göz nuru aksesuarlar ürettiği atölyesi Stüdyo Lisi, tüm olumsuzluklara rağmen rengarenk kolye, küpe ve benzeri ürünlerle yeni yılı şimdiden selamlıyor. Yeniliğin ruhunu üzerinde taşıyanlar, sevdiklerinize hediye almayı unutmayın. Stüdyo Lisi aynı zamanda çeşitli workshop ve atölyeler de düzenlemektedir.
Now the cultural evolution, poisoned by the cybernetics and information tech, has been accelerated ad nauseam, and is wasting its energy explicitly out of any touch with human values and needs. Where the word has rotten, where human (and animal, sentient) life has been reduced to mere consumer goods, where all modes of expression has been put out of touch with the reality, reduced to their own parodies, what we need is a constructive upheaval in all sectors of social life. This very upheaval is our art.
It is both the reaction of a youth being suffocated, and the herald of a new age. Our art is revolutionary, it does not come to terms with the ideals of the past, it hounds the new. It is the expression of a will to live that is as powerful as the resistance it encounters and a pioneering scream in the struggle to build a new society.
The bourgeois excrement penetrated into all aspects of life and the tyrants of media organisations even dare to offer us art. Their offerings are useless and stale beyond recognition. What shows us that we, as humans, are born to express ourselves, are the pavements and the graffities on the streets; thus starts our war against the mediatic powerholders, who turn us into passive viewers or social media apes, preventing us from satisfying this very biological urge to express and create.
The antagonism between the hooligans of this suffocating culture that is imposed on us and those who resist it finds its foundation here. This crisis of the conservative society (and its art) that nourished this established meaninglessness and isolation, can only be transcended via the experience of alternative modes of living, via attempts at such experiences. A painting is not only a composition made up of colours and lines, but also life itself Vibrating, it is Midnight, a Human being, a Lightning.
Revolutionary artists, those who call for resistance, are those who dared to interrupt, to spoil this spectacle, to devastate it. Art should step out of this strangulating atmosphere where it means nothing, into a new, alive epoch, where it will mean everything.
Viva La Graphic Revolution !
Viva La Boundless Reflective Power of Art !
Erman Akçay, September 11, 2020
Translation from Turkish to English by Mutlu Yetkin
East Kadıköy Graphic Resistance
Big Baboli Şarküteri : Retina Decadence group exhibition – İstanbul (2020)Zez Eah ve Moklich sergiyi hazırlarken – İstanbul (2020)Emre Orhun ‘La Nuit’ 2014Memo Köseman ‘Black Hole Head’, ‘Triskelion Garden’ 2015Burak Dak ‘Submarine’ 2016Daniel Cantrell ‘comic strips’ 2015Jurictus ‘French Steel’ 2015Caroline Sury ‘Poisson Ferré’, ‘Chignon Choc Nerf’ 2015
Retina Decadence vflyer by Sazalamuth a.k.a Dave2000Boris Pramatorov ‘Fear, My Friemd’ 2015
The Heart of Rock’n Roll
Beats in This Gallery :
Big Baboli Şarküteri
from Istanbul
Not long ago, around three or four years, I metZezeah and his husband Moklich, at their workshop in Kızıltoprak. They showed me the examples of the prints they made, mostly silk-screen posters produced for music groups with a collection value. Then came the Krüw events and exhibitions where the original works of young talents were displayed and were quick to bring a strong dynamism to our contemporary graphic / illustration world. These handcrafted paintings brought us together with the most colorful and exciting examples of Illustration Art. Those works of many different styles and artists were literally fascinating.
Apart from the drawings produced in a commercial context, this young generation of artists, who adopt “illustration” or “illustrative works” as a serious discipline and style, display quite different and original works from those of the previous generations, which were published in old humor magazines or on our classical comic-novels. There is a better understanding with the works they produce. On these younger artists it is possible to approach all the traces of the computer and cybernetic age : alienation, rootless cosmopolitanism, madness and perversion, which gained momentum after the beginning of the new millennium. There is a huge cultural pool of psychedelic rock posters, underground comics, graffiti and manga culture, computer-generated graphics and all kinds of cyberpunk interactions.
Opening its doors last winter, Big Baboli Şarküteri also hosts different events such as movie screenings and artist talks. We interviewed Zezeah, the favorite name of the team, during the epidemic days, for those who give value to art in an age where the human is defined with its shadow.
Hello Zezeah, since we are in the “epidemic days”, we are spending days under quarantine, it looks like Napalm Death record covers; to what extent did this affect the art market, how did this situation affects you as a gallery owner? ZEZEAH: Hi Erman, thank you very much on my behalf for asking our state first. It is understandable that art lovers and collectors restrict luxury expenses apart from their individual needs in this pessimistic period. The same is true for us; We say “Health first!”. Apart from that, online exhibitions, conversations etc. we are not enthusiastic about these areas as we do not like virtual events.
Last winter, Big Baboli Şarküteri met with art lovers; you hosted many different events from group exhibitions to movie screenings, displaying big names such as Hakan Günday, Emre Orhun, Miron Zownir. How did the transition from artist to gallery owner show affect you? ZEZEAH: Yes, we had the opportunity to exhibit and share the works of the artists whose work we have been following with enthusiasm for years. This was a calendar of events, mostly made up of our friends and close circle. As you may say, I am not a gallery owner, I cannot claim that I am very experienced in art direction, marketing and exhibitions, but for about ten years we have been running our own Big Baboli Print House art print workshop with the pseudonyms Moklich and Zezeah, and we produce and sell our own works. In the spring of 2019, we joined forces with our friend Berk Kula to make a common dream come true and we took steps together to open the Şarküteri. We wanted to create a different concept by combining Berk‘s contributions and our experiences and possibilities. As an artist, we nourished the Şarküteri with our creative environment. We have a curious audience that trusts our sincerity and supports the new generation of artists as much as they can; and thanks to them we have created a truly independent structure that does not need the support of any brand or company.
The Şarküteri prioritizes the artists in terms of commission, the second priority is the ability of the gallery to stand on its own feet and to keep the platforms such as advertising, photography and online sales, which are necessary for the artists to present their works better. We are a small crew that does all this with self-sacrifice. Despite all this, this building has been greeted with enthusiasm by people and we hope we can already be an exemplary venue.
You started organizing open studio days with artists. ZEZEAH: Together with the days of Open Studio, we created a presentation for collectors to better observe and understand the stages through which a poster they purchased from Şarküteri is printed and why the piece they have is so valuable. Our first studio experience was realized with curious participants who wanted to meet the artist and who already had little knowledge about screen printing. We hope we can reach a more enthusiastic and excited audience that has no idea about the subject in the upcoming studio days.
You create groundbreaking works in the field of graphics and illustration both as an atelier and as a gallery, we also see many quality publications on the shelves, you also combine artists’ drawings with cool clothing styles. ZEZEAH: The idea in our mind for a limited number of products was that people could reach their favorite artists at every price scale, so we produced a limited number of by-products such as stickers, t-shirts and pins for the artists we worked with. Şarküteri undertook the entire cost, so we diversified the product scales of the artists and filled our catalog with many different options such as original work, limited edition, painting, fanzine, sticker, pin, tshirt. Limit-editon compromises have been given to artists and collectors for all these products; This is also a guarantee that unlimited profits will not be made through their arts, so every product purchased from our gallery carries a collection value. We are pleased that the preference is mostly for silkscreen prints and stickers, because the popularity of original pieces is always a great motivation for artists.
Thank you very much for the interview Zeynep, If you have something to add, please. ZEZEAH: Many greetings to all our friends who have been with us until today with their support, contribution and cooperation; Hope to see you at new events as soon as possible, goodbye for now.
The ways of seeing and perception in Art are various and imply vast imaginativeness and hallucination of humankind as well as reality. All opens its door to creativity, freedom, soul and mind etc. under society until Universe’s expansion become universal under minor and major entities and identities. Therefore I would say herein Retina Decadence Exhibition which is curated by Erman Akçay gathering international and Turkish artists all around world to take public attention differently on one of those vision of our times called Graphic Art. It is enigmatic, bizzare, sluggish, histeric and evilsake mixed in all and more under(upper)world which underlines/ minds/ pins the artificial being of human soul, its bizzare, absurd and discordant existance and sub-concious inbetween pain and passion meanwhile trying to find an exit through its striving illumination. This is what we should expect and except as well as include and tolarate and finally put into our mosaic of art-world in İstanbul or elsewhere in World to broaden our view of conciousness as implied by ist name Decadence is on continue in this World now and then Retina observes it by narrow and wide blinked mind and eye side from dark to light and from light to dark but in the end openness is everything in Contemporary World and its Art. Retina Decadence keeps this secret to whisper your perception by its sickness inside to be healed asif in effect of dark hole after Big-Bang occured out of scattered scene of existance.
Erkut Tokman, October 2020, İstanbul
Zez Eah ve Moklich sergiyi hazırlarken– İstanbul (2020)Zez Eah ve Moklich sergiyi hazırlarken– İstanbul (2020)Zigendemonic x Daniel Cantrell, 2017Valfret Aspératus, 2015Anne Van der Linden ‘Nostalgie’, ‘Navigation’ 2017Zigendemonic ‘Dessin composition’ 2020Dave de Mille ‘Dessin composition’ 2010-15Daisuke Ichiba ‘Untitled’ 2012Sam Rictus ‘Hypsignatus’ 2020Bahadır Baruter ‘Ruhaltı’ 2001Elif Varol Ergen ‘Theriantropy’, Memento Mori’ 2020Miron Milic ‘dessin’ 2020Daniel Azélie ‘dessin’ 2020Erkut Terliksiz ‘desen kompozisyon’ 2010-15Roman Shcherbakov a.k.a Dasetatoo, dessin 2020Pakito Bolino ‘dessin’ 2020Zavka Zavka ‘Bomb Girl’ comic strips 2020 Big Baboli Şarküteri : Retina Decadence group exhibition – İstanbul (2020)
Humans Fly production ‘Cactus Boy’ animation movie (06:46) / 2016Yakamoz sok. 2<2 TN:44 (2019) İstanbulRukus & Rakun, Suadiye – İstanbul (2019)Hose, Suadiye – İstanbul (2019)Brake, Suadiye – İstanbul (2019)Rust, Suadiye – İstanbul (2019)SOB^Hash Crew, Suadiye, İstanbul (2019)Pes, Suadiye, İstanbul (2019)Dank, Suadiye – İstanbul (2019)Mad, Suadiye – İstanbul (2019)
‘B-boy ve turntable’ı
almaz ki o Beyin !‘
Rash, Suadiye – İstanbul (2019)Mr. Hube, Suadiye – İstanbul 2018Murys, Suadiye – İstanbul 2019
Karanlık Fısıltı : RHO & Rakun, Yakamoz sok. 2<2 TN:44 (2019) İstanbulCiNS, S0MON, ASBEStOS, Suadiye – İstanbul 2019CiNS X S0MON, Suadiye – İstanbul 2019CiNS X S0MON, Suadiye – İstanbul 2019
ASBEStOS, Suadiye, İstanbul 2019
Suadiye, İstanbul 2019 Suadiye, İstanbul 2019KMR, Suadiye, İstanbul 2019TABONe, Suadiye, İstanbul 2019Suadiye, İstanbul 2019
Wicx, Suadiye, İstanbul 2019
Meriç the Pro. teftişte (2019)
Kütük Fanzine
on the Road !
Düz duvara tırmananların dergisi Kütük fanzin, dördüncü sayısı için yola çıktı, Arno Suna tarafından hazırlanan yayın, Kadir Küçük, Orhan Kiraz, Tollie Tolga, Tessa Fox gibi İstanbul sokaklarının en tehlikeli kaykaycılarından fotoğraf ve hikayelere yer veriyor, ayrıca KK‘den çizimler ve Arno‘dan editöryal espiriler de fanzine farklı bir hava katmış. İlk üç sayısı A5 renkli formatta hazırlanan derginin eski-yeni sayıları için erişim adresi : Arno Suna, kutukfanzin @ gmail.com / kutukfanzin
Yağız EryılmazEgzantrik kişilik Çağatay’dan bir Frontside SmithKadir Küçük’den bir BS WallkickboxKütük #01’den : Kadir KüçükOkan Şen (2019)Adem Ustaoğlu, Başakşehir – İstanbul
KK’den mesaj: Go Faster !
Istanbul based skate punk ‘zine Kütük‘s new issue is out now ! Editing by Arno Suna w/ cool artworx and photos by Kadir Kiraz. Dont forget to ask 4 yer copy : kutukfanzin @ gmail.com
Wick, Hasanpaşa Underground – İstanbul 2020Esk Reyn, Hasanpaşa Underground – İstanbul 2020Esk Reyn, Hasanpaşa Underground – İstanbul 2020Canavar, Hasanpaşa Underground – İstanbul 2020Rekkolaa, Hasanpaşa Underground – İstanbul 2020Max, Hasanpaşa Underground – İstanbul 2020C Lupus, Hasanpaşa Underground – İstanbul 2020
‘Hatasız Kunst Olmaz !’
Doğal İkona-Kırıcılar Olarak Sokak Sanatçıları
Ferhat Kamil Satıcı, 2010
“İçinde yaşadığımız çağa ya imge enflasyonu yaşanan bir çağ olarak bakmak ya da bir adım daha ileri gitmek ve “imgesiz bir çağ” olarak yaklaşmak gerekir.” *
Sanatçısı Bilinmiyor ‘Hatasız Kunst Olmaz!’ 2007, Beyoğlu – İstanbul
İmgeyi yaratan onun varlıksal olarak anlam oluşturmasını sağlayan kültürde, dilde yer alan ideolojik ortaklıkla imge bombardımanı çağında her şey iç içe geçmiş ve kopyalama teknikleri ve çoğaltma ile anlam yitimine uğramıştır. Bu da modern yaşam içindeki bireyleri sürekli şimdi içinde yaşamalarını ve geçmiş ile gelecekten kopartan şizofrenik bir unutuş olan afazi rahatsızlığına iter. Belleksizlik temel ideoloji halini alır. Çünkü hafızada tutulması gereken her şey sistem tarafından tutulmaktadır. Bizlere ise sunulan anlamları koşulsuz kabullenip uyum sağlamak kalır. Bu geçici fakat etkili fantazya dünyasında karşı tarafa geçmek ve sınırları aşmak gereksizdir. Gerekli olan her şey size sunulur. Bu, meta fetişizminin motive ettiği ve bir arada tuttuğu bu sistem tam olarak bir simülasyon dünyasıdır. Bu dünyanın ikonları ise gösteri dünyasının pop yıldızları, futbolcular, modeller, vb.dir. Eğer bir entelektüel ya da bir toplumsal hareketin önderi iseniz de gösteri dünyasının ikonlaştırma sistemi içinde yerinizi alırsınız.
Bizanslılar ikonayı varlıksal bir problemin yansıması olarak görmüşler, ruhani olanın varlığının doğal bir yansıması olarak algılamışlardır.
“Gerek bu dünyada gerekse ötesinde iki ayrı mekana sahip olan ikona, Kendini çürütmekten, kendi çöküşünü imlemekten kendini gizlemekten asla sakınmayan bir aşkınlıktır.“
“İkona kendi çöküşünü göze alabildiği için görünmeyenin gösterenidir.“
Bu şekilde ikona’nın maddesel varlığının ortaya koyduğu ruhani tarafın parçası yada kendisi olma iddiası, ikonanın aynı zamanda bu çok taraflı varoluşunu da tehlikeye sokar. Burada resmin temsil problemi, resim olarak ikona’yı yalancı durumuna sokabilmekte dinsel bir konuyu imleyen kutsanmış maddesinin iffetini kaybetmesine yol açmaktadır. İkona “İçinde saklı bütün olasılıkları barındıracağı ve gözü görünenin zincirlerinden kurtaracağı yerde onu yerçekimi kurallarına mahkum eder” Hem kendisi ile bir olan hemde olmayan ikona aynı zamanda kendini bu varlıksal ortaya koyuşla inandırıcılığını da ikona kırıcılara göre yitirmektedir. İnandırıcılığını yitirmiş sistem inancın yok olduğu bir boşluk sunar.
Gerçek ile kurgu arasındaki bu muğlak ilişki Bizanslıların kiliselerde o dönemlerde okuma yazması olmayan halka Hristiyanlık dinini anlatma işlevi olan ikonaları kırma ve kaldırma anlamına gelen ikonaklasm döneminin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu gün İstanbuldaki Aya İrini Kilisesi‘ndeki devasa Haç’ın soyut simgesel anlamı daha çok bu dönemin sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
İkon’un kendi varlıksal durumu, temsil etme-etmeme arasında gidip gelen ikircikli doğası onun ve sanatın gerçekle kurgu arasında duran temsil problemini oluşturur. Bu problem görünen ve söylenen ilişkisini ortaya koyar. “Görünen ve okunan her şey göründüğünde susar, okunduğunda saklanır” sözünden de anlaşılacağı üzere resmin ve yazı’nın doğasındaki bu durum ikona’nın ve gösteri objesinin varoluş problemi ile örtüşür.
Oysa günümüzün ikonları da bir metanın parçası olarak bu ruhani yapıyı içermez, kendi maddi varlığı dışında sunabileceği bir şeyi yoktur. Gösterinin içinde yer alan her şey metaya dönüşme tehlikesi ile karşı karşıya kalır. Bu varlıksal problemi aşmanın yolu gündelik yaşamlarımızı kuşatan ikonları bir işlemden geçirmek olabilir. Eğer ikon kendi çöküşünü ya da anlam yitimini kendi içinde barındırırsa yönlendiriciliğini kaybeder.
Sahrayıcedit Catacomb Creature : CiNS – İstanbul (2007)
Bu bağlamda günümüzün görsel enflasyonu içinde kendi varlığını arayan writer ve grafiti sanatçısı bir tür varolan baskın sistemi yerinden etme sayılabilecek müdahalesini çağın görsel imgelerine ve mekanına yönelterek kendi bireysel ve aynı zamanda potansiyel anonim ve kolektif ruhuna yer açarken çağın baskın yaşama biçimlerinin temsilleri olan ikonların, anlamını bozan, yer değiştiren, ya da görünmeyen yüzünü ortaya çıkaran, bir deneyim geliştirmektedirler.
_______
* Zeynep Sayın ‘İmgenin Pornografisi’ Metis yayın evi s.8
Tuğçe Türksoy, King of Ink Tattoo Studio – İstanbul (2016)
Love Hurts
King of Ink dövme stüdyosunun sahibi Tuğçe Türksoy, 1989 Ankara doğumlu; Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi mezunu. Dövmeye olan tutkusu ve arkadaşlarının da ısrarına dayanamayarak 2007 yılında dövme makinesini eline alıyor ve 2010 senesinden bu yana profesyonel olarak bu işle uğraşıyor. Tuğçe, bir kadın olarak dövme sektöründe çalışmanın zorluklarından ziyade faydası olduğunu dile getiriyor ve ekliyor :
Müşteriler bizim daha hijyenik olduğumuzu, elimizin daha hafif olduğunu, daha hassas çalıştığımızı görüyorlar ve dolayısıyla daha rahat davranıyorlar. Bu işe ilk başladığımda ülkemizde kadın dövmeci pek yoktu, sanıyorum ben de sektördeki ilk kadın dövmecilerden biriyim. Geçtiğimiz senelerde kadın dövmecilerin sayısı gittikçe arttı ve bu durum bizleri gerçekten sevindiriyor.
Tuğçe Türksoy, King of Ink Tattoo Studio – İstanbul (2015)
Dövme Stilleri
Geleneksel Amerikan dövmeleri olan oldschool denizci dövmelerinde çapalar, kırlangıçlar, gemiler, boks yapan erkekler, güzel çingene kızları gibi klasik figürler kullanılıyor ve kalın çizgilerle işleniyor (ince tercih edenler de olabilir). Bu dövmeler denizcilerin hayatlarını anlatıyorlar : Örneğin ‘kırlangıç’ figürü, geminin karaya yaklaştığı günü, kırlangıçların görünmesi ve eve dönüşü, ‘çapa’ ise sadakati sembolize ediyor. Bunun dışında neo-traditional dediğimiz bir tarz var. Bunun için oldschool‘un yeni versiyonu diyebiliriz fakat daha karmaşık ve karanlık formlar barındırıyor. Ayrıca ön planda kalın çizgilerle figürün, ardında sulu boya lekelerin uygulandığı Sulu Boya dövmeleri de bu sıralar çok moda.
Trash Polka denilen tarzda ise figürlerin arkasına daha çok fırça darbesi uygulanıyor. Üstünde daktilo yazıları veya karanlık figürler tercih ediliyor. Çoğunlukla Kırmızı- Siyah veya Mavi- Siyah gibi çift renkler tercih ediliyor. Yine 90’ların modası Tribal dövmeler‘imiz var : Sert ve siyah dövmeler bunlar; özel bir anlam taşımayan estetik modeller. Bunun dışında noktalama dot-work ve çizgileme ‘linework’ dediğimiz yeni nesil dövme tarzları da mevcut. Bu tarz dövmelerde daha çok doğa manzaraları yapılıyor; geometrik bir şeklin içine dağlar, ormanlar, nehirler gibi çizimler yapılıyor. Bunların dışında klasik dövmeler var : Çok tercih edilen Atatürk imzası gibi. Yazılar, sonsuzluk işareti, kanatlar, kelebekler, melekler ve periler insanların en çok tercih ettiği figürler arasında ve bunlar hiç bir zaman eskimeyecek gibi.
İlk gençliğimde dövmelerim dikkat çektiği zaman insanların bakışlarından rahatsız olurdum, sonra kendim gibi doğal davranmaya başladım ve hiç dikkat çekmediğimi farkettim. Hepimiz aynıyız, ben de bahçe suluyorum, yemek yapıyorum, ağlıyorum vs… 2012 yılında çırak olarak dövmeciliğe adım attım; dövmeciliğin yaşam tarzımdan ödün vermeden kendim olabileceğim bir meslek olduğunu farkettim ve ciddi anlamda çalışmaya başladım. Güzel sanatlar lisesi mezunuyum, üniversitede iç mimarlık okudum ve resim bölümünde öğrenciliğe devam ediyorum.
Ayça Ay ‘Love or Hate’ 2020
Dövmeciler olarak farklı dertlerimiz var ve bunları çözmeye, yansıtmaya, anlatmaya çalışıyoruz.
İnanılmaz detayları olan bir iş ve yaptığın işi iyi yapmak istiyorsan her şeye hakim olman gerekiyor. Ben usta çırak ilişkisinden yanayım. Eli biraz boyayla pislenmiş, kağıtlardan kesikler yemiş ya da kafası farklı çalışan yaratıcı insanların bir çok şeyi becereceğine inanıyorum.
Temiz ve steril olmak öncelikli prensibimdir, bunun dışında insanlarla olan iletişim var. Bir çok insanla yakınlık kuruyoruz, özel bir iletişim halindeyiz ve bu çoğu zaman ciddi bir yakınlık oluyor. Eminim her dövmeci, kendisi için farklı prensipler geliştirmiştir. Benim prensibim iletişim kuramayacağım, anlaşamayacağım bir kimseyle asla çalışmamak. Dövmelerimde renk kullanmaktan ve stil olarak gerçekçi, hiperrealist üsluptan uzağım; Bunun yerine kendinden emin, sade çizgiler, savaşçı, büyücü ve şifacı özelliklerimizi gösteren tribal modelleri tercih ediyorum. Herkese hitap eden bir tarzım olmadığının da farkındayım ve dolayısıyla seçkin bir azınlığa hitap ediyorum.
Ayça Ay ‘Devil’, ‘Kara Sevda’
Ülkemizde dövme sektörü gittikçe gelişiyor, genişliyor; son yıllarda çok yetenekli dövmeciler gün yüzüne çıkıyor, sektörün önünü açıyorlar, insanlar dövme sanatına daha bilinçli yaklaşmaya başladılar. Her yıl çeşitlenenen bu organizasyonlar sayesinde daha da güzel şeyler olacak şüphesiz.
Posta sanatı, yaratıcı olan herkesin katılabileceği uluslararası bir ağdır. Posta sanatı bir deney, dışavurum, işbirliği, iletişim, özgürlük ve eğlence sanatıdır.
Şinasi Güneş
Mektup ile yollanabilen herhangi bir sanat objesi posta sanatının ilgi alanına giriyor. El yapımı kartpostallar, fotokopiler, bilgisayar baskıları, kolajlar, resimler, çizimler, çeşitli nesneler, kısaca istediğiniz her şey. Gönderilen her türlü posta sanatı objeleri elemeye tabi olmadan sergilenirler. Yapıtlar satılık değildir. Geri gönderilmezler. Fakat tüm katılımcılara, fotoğraf ve sanatçı listesi gibi dökümanlar yollanır. Posta sanatı, sanatı, tüketici zihniyetinden ve galeri monopolünden arındırmayı hedefleyen bir sanat hareketi olarak tanımlanır.
Posta Sanatı Tarihi
Posta sanatçıları sanat postasının başlangıcı için esprili bir iddiada bulunurlar. Bu iddia Kleopatra’nın kendisini, sarıldığı bir halıyla Julius Caesar’a sunmasıdır. Oysa bildik anlamda o dönemde bu ne bir posta ne de sanat ile ilişkilendirilebilir. Olay bugüne taşındığında güncel sanat mantığı dizgesinde performans sanatı ve posta sanatının bir türevi olarak değerlendirilebilir. Ki bu ekstrem bir örnektir ve nihayetinde bir pula ve adres bilgilerine ihtiyaç vardır.
1955 yılında Ray Jhonson “moticos”ları üzerine çalışmaya başladı.
1960’da Jhonson ilk “nothing/hiç” çalışmasını yaptı.
Johnson önemli bir post -sürrealizm ve pre – pop kolaj sanatçısıdır. Johnson aynı zamanda New York Correspondance (Posta) okulunun kurucusu ve Correspondance sanatının (Mail Art olarak da bilinir) orijinal başlatıcısıdır. Bu sanat, bir şekilde geleneksel posta servisi ıle yaygınlaşan uluslararası disiplinler formudur.
O kendi kolajlarını kompleks aktivite spektrumlarının bir parçası olarak gördü ki; bu aktiviteler çizimleri, mektupları, telefon görüşmelerini, performans sanatını, şiiri ve gerçek yaşamı içermekteydi. Bütün bunlar Zen ve Tao’nun bir dokunuşu ile noktalanmaktadır.
Johnson, Fluxus, Happenings, Neo-Dada, Judson Dance Church ve 1960, 70, 80’ lerdeki diğer intermedia aktivitelerine katılan bir çok sanatçının çağdaşı olduğundan, uluslararası avangardizmin değişimine faydalı olmuştur. Bunu yaparak ellinin üzerinde ülkedeki genç sanatçılar arasında istemeden bir kült kişilik haline gelmiştir.
Fluksus güzel sanatların dışında başladı. Ve bu hareket artistik geçmişi olmayan insanları içeriyordu. Fluksus posta sanatını etkiledi. Fluksus sadece teknik ve ideolojik yönüyle değil doğasıyla da posta sanatını etkiledi.
‘Damga’ by Şinasi Güneş‘Çingeneler’ by Isabelle Vannobel, Fransa
Alexander Limarev ‘Evsizler’ Rusya
Posta sanatı sosyo-kültürel ve politikdir. Cinsellik, ekoloji, teknoloji, feminizm gibi konularda karşı duruşuyla vardır. Kapitalizm karşıtı çalışmalar sık sık kullanılır. Mektuplaşma halkası giderek büyüdü. Posta sanatı 1970’lerin başında, performans, video gibi diğer medyalar ve yeryüzü sanatı ile birlikte çıktı ve uluslararası bir nitelik kazandı.
1986’da Bağımsız Dünya Posta Sanatı Kongresi düzenlendi, posta sanatçılarının bir birleriyle tanışmaları ve düşüncelerini paylaşmaları açısından teşvik edici oldu. 500’den fazla sanatçının katılımıyla 80’nin üstünde toplantı 35’e yakın ülkede düzenlendi. İnternetin gelişmesini beklemekle değil kültürler arası iletişimi yaygınlaştırmak, canlandırmak için posta sanatını arzulamak, onu görünür kıldı. Bu açık ilişki potansiyeli, heyecan barındırmakta fakat onun, kanıksanmış sonucu, bazı beklenilen yeni sanat akımlarından daha ziyade arkadaşlık ilişkilerini geliştirdiğinin görülmesidir.
‘Gözetleme’ by Giorgio, FransaGözetleme ‘Silvio de Gracia’ Arjantin
Posta sanatı gerçekten çağın ruhunu yakalamış oldu.
1988’de Uluslararası Posta Sanatçıları Birliği (IUOMA) kuruldu. Dünyanın birçok ülkesinde üyesi olan bir posta sanatçıları insiyatifidir. Bugün halen etkinliğini sürdürmektedir.
1990’ların başında internet ile birlikte geleneksel sanat postası sanatçıları “Sanat Postası Şebekesi” (Mail Art Network) hareketini oluşturdular. Bağımsız kavramsal bir ağ’dır.
40 yıldır, 50 ülke civarında Mail Art, hızla Johnson’un orijınalleriyle aynı doğrultuda yol almaya devam ediyor. Bununla beraber bire bir uyumlulukta devam etmektedir ve “ Uyumlu Bir Akşam Yemeği” gibi uyumlu diğer işler network yoluyla yayılmaya ve hedefinden sapmadan” kendin yap-ses kayıtlarıyla desteklenerek Punk Rock’ın gelişiminde de rol oynamış, buna ilham vermiştir. Aslında mail art bir hareket olarak farzedilebilir. Bir başka hareket asla bu kadar yayılmamış ve uzun sürmemiştir.
Ryosuke Cohen ‘Beyin Hücresi‘ Japonya
Bazı posta sanatı projeleri :
Ryosuke Cohen’in Brain Cell-Beyin Hücresi Projesi 1985’te başladı. 1998 yılına gelindiğinde 400’den fazla yayına ulaşılmıştı. Robin Crozier’in Memo(random)/Memo(ry) projesi 1980’li yılların başında başladı, “ekle ve gönder” yönergesi üzerine kuruluydu.
Ryosuke Cohen’in Beyin Hücresi projesini tanıtacak olursak;
Beyin Hücresi
Ryosuke Cohen 1984’te posta sanatı yapmaya başlıyor. Şimdiye kadar kesintisiz devam eden bir proje gerçekleştirdi. Bu projenin adı “beyin hücresi” idi. Bu proje, en üstün global ağ ideallerinin bir göstergesidir.
Cohen Avrupa’da bilinmeyen bir teknikle, çok renkli A3 posterlerin baskısını alır. Bu yöntemin çalışmalarını plastik mühür (posta sanatçılarını heyecanlandıran önemli plastik mühürlerdir.) bir logo ya da bir imgeler fragmanı ile ona gönderir. O bunu alır ve parlak renkler dizgesi içinde 40 ya da 50 farklı imajla birlikte, sticker’lar ve plastik mühürlerle yeniden yapılandırır ve elde ettiği ne varsa ona geri gönderir. O, 84’ten bugüne bunu sürdürür, tümüyle “sonsuz ağ”ın olağanüstü imajlarından oluşan yüzlerce poster birikir. “Global Beynimizin” her bir “hücre”si her biri otonom, sanatçıların seçimi olan imajları gösterir.
‘Fundamentalizm’ by Clemente Padin, Uruguay
Posta sanatçıları
Ray Johnson
Guy Bleus
Mark Bloch
Hans Braumüller
Al Williams
Crackerjack Kid
Snowflake
John Held Jr.(not to be confused with illustrator John Held Jr.)
Not : Bu yazı “Posta Sanatı” kitabı’ndaki Posta Sanatı Tarihi, Bazı Posta Sanatı Projeleri ve “ebenzin.com” daki Mail Art, Ray Jhonson başlıklı yazılarımın harmanlanmasından oluşmuştur.
bir şair de bir cumhurbaşkanı kadar şerefsiz olabilir
artistik piçliğin ses yükselttiği kuru kafaların oyununa geliniyor
sahne 1: pörsütülmüş memelerini sallaya sallaya kahin
mağaza yağmalamaktan duyulmuyor iniltiler
tuvalet kâğıdına sarılmış reyonların arkasında sevişen ‘‘hardcore’’ makarnalarla bir sanatçı portresi Sasha Grey
sahne 2: ceketini solundan kalkarak iliklemek
fuayelerde damızlık kahkahalarla bir grup birbiriyle sözcük çiftleştiriyor orada taşaklarından mercimekli soteler fışkıran bacakları peksimet kurusu kumarbaz karılar eğleniyorlar hep beraber dizelerle korodan şarkılar
kuyruğuna bas!.. –şimdi de ‘‘online’’ tuşuna
hiç heyecanlı değilsiniz, gizemli ve karanlık
insanlığın ortak bir düşmanı var artık tanrısı da varsa şayet, adaleti serttir adaleleri, penisi, açlıktan gözü dönmüş haikuları
pencereni aç sağlığını düşünüp mastürbasyon yap
sahne 3: birden zarif kumların zeminden kürsüleri havalandırışı
soylu ihanetlerin ağulu renk değişimi tartışılıyor bütün sistemlerin gamsız hacimsizliği üstünden demir atmış protokoller karşısında dimdik
çakma bir Hollywood ‘‘after efffects’’i çöp kamyonlarıyla standa tersten dalıyor bir Caravaggio tablosu şahikası adeta salonlar mikrop meleğinin revirine açılıyor
ortalıkta kopmuş başlık heceleri, atılan kart sloganlar mikrofondan art arda sıralanan kapsül isimlerle
lütfen şair B. B Blok 2. Salon’a lütfen şair B. B Blok’ta şair B. Salonu’na
büyük vurdumduymazlıklarla ofset baskıların deprem tehlikesi ülkeye köklerini salıyor
yooooo canım, ben hiç oturmayayım şair dediğin evine vaktinde varmalıdır ayakta sıçmalıdır ne biriktiyse alışveriş sepetinde yastığa vurmalıdır öğrenciler vurulurken başını
biz böyle öğrendik ‘‘şairin namusudur şiir’’
sahne 4: domestosla yıkanmış altmış beşliler kuyruğu
yere yığılan yaşlıların hızını alamıyoruz cinayetler akmak istiyorlar marketlere
işsizlikten mideleri kurt kabaranlar nefret döküyorlar biriken suskunluklarından onlar nefretlerini yüreklilikle dile getiriyorlar
şairse düt yemiş araba
hayat saçma bir devrim, kapalı spor salonları hariç
gözlerini görmediğiniz savaşa belirsizliği emanet edin bağışıklığı ansızın çökecek taşlaşmış böbreklerinizin
füzeler tepelerde, artçılar şahlanmış denizlerle birleşerek korkulan korkulan daha çok korkulan
bir dize doğrulmuyor ıkınsalar da yıkılan tarihin altında Pompei’den geri kalanlardan geliyor sokağa çıkmanın yeniden yasakları yasaklar sizinse sokaklar bizimdir
enselerinde solucan delikli bıçak taşıyanların tırnaklarını böceklerin yaladığı otların arasından odalardan çalışmayan metro hezeyanlarına mecburi açlığın azametiyle sahilleri dökecekler geliyor
sahne 6: bir şair de bir cumhurbaşkanı kadar etkisiz eleman
söz sanatlarının gül suyuyla yıkandığı lokumlar nefis ceketini iliklemenin devletle benzer tarafları var
oysa gördünüz mü, hepimizi darp ediyor bugün salgın polisler, cemaat işbirlikçileri, çöken internet demeçleri dişlerini ete bandırmış liberal sansarların bencilliğin nazlı ceylanlarıyla kuduz aşırmaları
sivil toplum hizalarıyla çekilen kırmızı şeritler şarap çeşmelerinin aktığı toplantılardan dikenli sarmaşıkların vahşetiyle kaçacakları gün dolandırıcıların meşruluğunu anlayacaksınız
nitekim, bildiği bir şeydir toprağın parçalaması omurlarını cesetle doyan buzdolabının da tarihsel bir gün tepesi atar
uçtuğu görülmüş müdür dinginliğine aldanarak virüsün kararlı havayollarından geçip giderek saydam kanatlar gibi
gerçek bir yüzleşme yeniden yükleniyor gerçek bir kilitlenme birazdan
polisler tüm pembe şeritleri şiddete boyuyor olay yeri levazımatçılarına sorulduğunda yalnızlığa yetişemediği görülüyor ambulansların
havayı düğmeleyip, rüzgârı pelerinine iliştirmiş salgın kara orman vaşaklarıyla sivri sinekleri de takarak peşine taze nefesini salıyor kent ormana çiçekler etkilenmiyorlar, yorulmuş çakıl taşları
pekâlâ bir şair de bir öğretmen kadar mürit olabilir bir siyasetçi kadar ebleh, bir din adamı kadar konformist
Ego gökyüzüne yükseldikçe kişilik ayağa düşer; mahalle piçlerinin ilgisini çekmeyerek ufalanırsın yarattığın atmosferden klakson seslerini işitmen zaman alır yüksektesindir. Rögar kapakları kabul etmez seni yüksektesindir. Şehir tozu yutamazsın, yüksektesindir. Şaraba alışman zaman alır
yüksektesindir…
Bizlerse lağımın dibini çoktan boyladık üzerimize binlerce kez sifon çekildi ellerimiz sıvı sabuna saygı duydu -neşeyle morardı kollarımız- yanlışlıktan çekilen ilk nefes, yeni bir yanlışlıkla bir çeşit izmarit olup ulandı küçük odalarımızdan ormana
İşte şurası her şeyin ortası özne ve yüklemde çatısızlık biraz hissizliği, uyku problemi günaydın töreni, iyi akşamlar söylemi
k a f a p r e s i !
Öldürmeyi düşündüklerin susmayı tercih ettiğin güzide anlar adına katlettiğin önemsiz cümleler… İşte şurası her şeyin sonrası koptu bir parça ten insanın derisinden karıştı ambulans sirenlerine sevinç gösterileri eşliğinde: Parti flamaları Sinema afişleri Banliyö trenleri İşçi kanı üzerinden yükselen kaçak gökdelenler Sürekli eli terleyenler Sürekli yemin edenler Göt yalamaktan suratı Göte dönüşenler Üçüncü sınıf barlarda efkarı için yeni bir neden icat etmeyi deneyenler Seks cinayetleri Erotizm Klitoris
Rektum.
pedofili, parafili, nekrofili pygmalionizm ve yakın akrabaları daima sinek konan suratlar gün boyu ucuz kimyasal tüketip bir gülme krizinden bir diğerine savrulanlar bira içmekten sidik torbası patlayanlar tüm zamanını intihar düşüncesi ile geçirip yine de yaşamaya devam edenler prova odaları, süpermarketler müşteri kavramı – silahsız soygunlar film kareleri ve her akşam evine metrobüsle dönerken arabeski hissedenler aletiyle oynayanlar iltihabıyla oynaşanlar
Eczane Anarşizm ve Numune Hastanesi üçgeni arasında anlık sıkışma yaşayıp soluğu Yoğurtçu Parkı’nda alanlar. İskele sokaklarında gündüz cilası Yeldeğirmeni pavyonları
Kadıköy konsomatrisleri !
Söğütlüçeşme caddesi, martı eti martı eti çöplükler, bodrum katları bodrum katlarında kafayı kıranlar izbe kafe tuvaletlerinde götünü garsonlara siktirenler pahalı deri giyen metalciler babasının cüzdanını her gün bir fare gibi kemiren punkçılar hamsterlar – hipsterler Allah’a uzak teras katlarında öğle güneşinin köpek öldüreni
Öğle güneşinin köpek öldüreni !
Köprüden atlamak üzere olanlar aynı yolda eriyip biten ayakkabılar sayısız sakinleştiricilerle büyümekte olan ev sayısız sakinleştiricilerle küçülen dünya… dev şirketler, köle pazarları silah endüstrisi ve onların tekel gazeteleri onların köşe yazarları, onlara ait olan her şey üçüncü dünya ülkeleri elektrik kesintileri iş makinaları iş cinayetleri yasa dışı örgütler ve hiç bir sikime yaramadan tıraş köpüğü gibi dağılıp giden fraksiyonlar.
Halüsinasyonlar… Halüsinasyonlar Halüsinasyonlar…
ve bir trajedinin arkasına sığınıp kendine olan saygısını geride bırakıp uzak doğuya yönelenler sonra; ambalajlı hayvan tüketin’ler.. boğazı kesilerek öldürülenler boğazına sarıldığın sigara paketinde bir yazı
Smokers die younger !
Atlamayı düşündüğün balkon parçalanmış vücudunu park halindeki bir otomobilin iskeletinden ucuz parke taşlı yani Avrupa taklidi kaldırımlardan ait olduğun belediyenin logosunu taşıyan şehir mazgalına doğru sürüklenirken tahayyül ettiğin zemin zemine tekamül edebilen nesneler
Sonra beni üzmeyin’ler ! beni delirtmeyin’ler !
İş arayanlar, evsizler ve her şeyini terk edip geri kalan hayatını Uzak’ı görerek geçirenler Baba evinde anarşizmi savunanlar Takım elbisesinden kan damlayanlar Bilinçli suikastlar Tüm mesaisini sisteme köpeklik ederek geçirenler Sivil polisler ve devlet A.Ş. Amatör ruh koleksiyonerleri Saman kağıtları -saman kağıtları-
Robot yetiştiren eğitim sistemini her gün düzenli olarak bir ilk okulun bahçesine işeyerek protesto edenler Liseyi terk edenler
İktidar eliyle bastırılan propaganda kitapları Muhalif yayın organları Militarizmin kayıp çocukları Sırf kuşe kağıt tüketmek uğruna ortalığa saçılan dergi müsveddeleri Et götürebilmek için şairi oynayanlar Her hangi bir köşeyi parsellemek adına yaşamını sonsuz bir rezilliğe çevirenler Gazete manşetleri Ana haber bültenleri
Sana hiç bir zaman doğruyu söylemedi.
Sen uyuşturucuya karşıydın fakat seni dizilerle uyuşturdular Sen otopsiye karşıydın fakat sabah seanslarında beynini aldılar Evet beynini aldılar! Sonra bıraktılar sana oral marifetlerini titizlikle sergileyebileceğin yatağı koparılmış deri parçalarıyla dolu ufak bir otel odası
Çünkü sen ağzına alacağın şeyi bilirsin
Kola gibi -kin gibi – sik gibi soluyan nesnelere adını verdik Cansız mankenlerine ilham olduk vitrinlerine suçluluk duygusu olduk matemlerine
Hep birlikte kavramların kaydığı, neyin ne anlama geldiğini unutttuğumuz bir çağ yaşıyoruz. Kelimelerle düşünen ve hisseden insan kelimelerini ve onların içini dolduran anlamları kaybediyor. Oysa kullanmadığımız ya da yanlış kullandığımız kelimeler aynı zamanda onların ifade ettiği düşünme ve hissetme biçimlerinin de soyunu tüketir. Yeni olanlar ise yeni düşüncelerin ve duyguların yolunu açar. Zihin kelimelerle genişler, büyür, tekâmül eder. Antiütopya deyince akla gelen iki kitap vardır: Yevgeni Zamyatin‘in Biz‘i ve George Orwell‘in -bence Zamyatin‘den aşırdığı- 1984 kitabı. Her iki eserde de dilin bir toplumu değiştirmek için temel malzemelerden biri olduğunu görürüz. ‘Sevgi’ kelimesini yasaklamayı başarabilen bir iktidar, birkaç nesil sonra neredeyse sevgiyi hissedemeyen, hissettiğinde adlandıramayan ve sevginin etrafındaki diğer hisleri de kaybetmiş bir insan topluluğunu kurgulayabilir. Mesela ‘cool’ kelimesinin anlamını bilen bir zihinsel yapıyı kazanırken ‘rızk’ kelimesinin barındırdığı anlamları nasıl kaybettiğimize bakabilirsiniz. Genç birine ‘vesile olmak’ ne demek diye sorun. Eğer bilmiyorsa vesile olmaya çalışmayı da bilemiyor demektir. Eğer o genç, bir ‘hekim’ ise olasılıkla kendine doktor diyecektir ve hekim kelimesinin hikmet sahibi olmakla ilişkisini de bilmiyordur. Dolayısıyla bir hastanın şifasına vesile olmanın derin anlamlarını da bilemiyor olduğu için kendisini vesile olma noktasından başka bir iktidar ve hırs noktasında görmesi beklenen bir sonuçtur. Kelimeler, zihni, dolayısıyla insanı biçimlendirir; bireyin nasıl bir insan olacağını, kendisine, doğaya ve diğer insanlara nasıl bakıp, nasıl ilişki kuracağına yön verir. Bu nedenle öğrendiğimiz yabancı diller, yeni düşüncelere ve açılımlara götürür bizi ve de unuttuğumuz her kelime de bir kaybedişin öyküsünü barındırır içinde. Küreselleşmenin biçimlendirdiği tek dile doğru gidiş, tek düşünce biçimi olan insana doğru gidiştir. Kültürlerin ve onların doğurgan memelerinden fışkıran kelimelerin her biri öldüğünde, aslında soyu tükenmiş bir düşünce ve duygudan söz ediyoruz demektir artık.
Sanatçı?
Benim çocukluğumda sanatçı deyince aklımıza Leonardo, Dostoyevski, Beethoven, Kafka, Ingmar Bergman gibi isimler gelirdi. Ben belki de o yüzden yazar oldum. Edebiyat bir sanattı ve yazar da bir sanatçı. Oysa şimdi bana sorsalar kendime sanatçı demekten şiddetle kaçınırım. Çünkü artık sanatçı deyince akla gelen “şey” ile hiç ilgim yok ve olsun da istemem. Mesela Safiye Soyman‘ın eşi Faik Öztürk bir sanatçı, Seren Serengil, Seray Sever, Doğuş ve hatta yapımcı Şahin Özer de sanatçı. Bu insanları eleştirmiyorum, sadece artık “sanatçı” kelimesinin hangi anlama doğru kaydığını anlatmaya çalışıyorum. Oysa ben yazar olurken de, sonrasında sanatsal yaratıcılık ile ilgili araştırmalar yaparken de ölçü aldığım şey bu kaymış anlam değildi. Yüksek, entelektüel sanattan falan dem vurmuyorum; en aşağılığından en naifinden de söz etsem ‘sanat’ denilen kavram bu değil.
Pek çoğumuzun bildiği gibi geçenlerde Başbakan Erdoğan demokratik açılım için sanatçılarla buluştu. Davet edilenlerin isimlerine bakıldığında Başbakan’ın ve onun danışmanlarının da artık kavramsal bakışı kaybedip popüler olan üzerinden hareket edip düşündüklerini söyleyebiliriz. Bir başbakanın ve kültür bakanının en azından bu buluşmayı müzik endüstrisinde çalışanlar, popüler figürler, müzisyenler gibi bir tanımlamayla yapmaları gerekmez miydi? Kültür bakanımız müzik yapımcısı olmayı (derdim eleştirmek değil, o da oldukça saygın bir iş) sanatçı olmak olarak mı biliyor yoksa? Ülkeye yön verecek açılımlar yapacak en üst düzey kurumlar da magazin programlarının diliyle şekillenmiş zihinsel standartlarda mı hareket ediyorlar? Başbakanın, kelimeler, onların anlamları, hatta, “Oku,” diye başlayan kitabı, esmâ‘yı, zikri bildiğini sanırken; şiir okuyan, kelimelerin gücünü bilen biri olduğunu sanırken biraz hayal kırıklığına uğradım desem yalan olmaz.
Anadolu’nun Kayıp Şarkıları
Toplantıda Başbakanımız, “Bu ülkenin bütün türkülerinin, şarkılarının, bu toprakların her şeyini, fakat her şeyini yansıtacak kadar güç ve bilgelik taşıdığına bütün kalbimle inanıyorum,” demiş. Güzel söylemiş. Yaklaşık sekiz yıldır bir şekilde her adımını bildiğim, hissettiğim, şaşırdığım, takdir ettiğim, eğer elimden birşeyler geldiyse esirgemediğim ve çok inandığım bir film giriyor yakında gösterime: Nezih Ünen‘in “Anadolu’nun Kayıp Şarkıları” isimli çok kıymetli yapıtı. Demokratik açılıma bir sanatçı işte böyle katkıda bulunur. Üstelik de popüler bir terim olmasının çok öncesinden, kendisinin bir yerleri acıdığı için, kendisi birşeyleri hissettiği için çekmeye başladı bu filmi Nezih Ünen. Film tamamlandığında bile henüz açılım lafı yoktu ortada. Kaybettiğimiz kelimeler, unuttuğumuz hislerle birlikte ‘mozaik’ dedikleri bu acayip, bu görkemli, bu inanılmaz çamurun, bu doğurgan toprağın filmini seyredin sayın Başbakan. Aradığınız sanatçı açılımını orada göreceksiniz, olasılıkla filmin bir yerlerinde sizin de benim gibi gözleriniz dolacak ve sizin de benim gibi tüyleriniz diken diken olacak. Filmin isminin altında “birbirimizi dinlemeye hazır mıyız?” yazıyor. Bir çoklarının aksine bana hâlis gelen açılım niyetinizin altını doğru kelimelerle, anlamlı kavramlarla doldurmanıza ihtiyaç var. Çünkü -umarım ve sanırım ki- bu filmden çıkınca, “Ne mutlu Anadolu’da doğdum, orada yaşadım, orada insan oldum diyene,” diyecek herkes. “Varlığım, tüm varlığa armağan olsun,” diye hissedecek çoğu insan. Kimliğini, kimliklerini diğerlerinden başka, üstün, farklı bir yere koymadan da onurlanacağı bir varoluşa sahip olduğunu hatırlayacak pek çoğu. Kendini beden sananlar ise kendilerini kanlarıyla tanımlaya devam edecekler.
Cem Mumcu ‘Kendine Bakma Kitabı’ 2010
1200-1201 Alçalma Hataları
ve de ki öyleyse bir ilgisi olmalı ağzımdaki bu kokuyla, kulağımdaki uğuldamanın duyuyorum tıkırtılarını ölü makinenin bu kulaklık, örneğin, ilettiği gibi iletebiliyor mu bendeki cızırtıyı
duyduğum şekliyle muazzam inişleri, çıkışları kaydedebiliyor mu bir sismograf, sabitlendiği yerden o ucuz sehpadan belli olabiliyor mu kaç cinnetin elde yarım koçan, kapıdan daldığının bu ekran, görmediğim şeyleri, gördüğüm şeylere çeviriyor bu kılavye, bu tuşlar da aynı, şiire girmez desek de, bunca elektron, fiş, fiştek şiir geçiyor içinden, parmaklarımın pası kiri değil hız gerek çünkü bana, bu termik, bu hidrolik, bu her şeyi sığ bir zamirle bir şeylere bağlamanın saati. şimdi burada sıcaklık, -ıo derece yok uğultular, yok kar, yok his ağzımdaki koku, günde iki paket sigaradan o uyuz kahveden, o tipsiz reklâmlardan ve yığılıp durmuş kitaplardan arkamda önümde birkaç yıldır beni esir alan şu kompüter, şu dökülesi işlemcinin, şu sabit diskin kaymış hafızası oradan oraya bir şeyler taşımaktan yorulmuş bellek, terimle, pasımla kirlenen tuşlar, dişlerim ağzımda sıkmaktan iki büklüm ve kararmaya başlayan. bir odaya sığdığında, bunun atası bir odaya sığamayacak şeylere karşıcı geldiğinden Oktay Rifat, ne anlardı astronottan, ne de Komarovdan, ne de o kötü çekilmiş Ay’a çıkma şeylerinden.
ben bildiğimden değil, görmedim, duydum sadece cılız bir kaydını Komarov’un, dünya halkları bilmem ne. ama sesin izi, geçemiyor Armstrong’un potinlerinin ağırlığını, ne kadar hafif olsa da, kuş gibi bir adam çekiyor, Dünya’da A B D’nin bin okka söylemi. Kimse bilmiyordu, dünya bilmiyordu, toplama kamplarını, buydu verilen cevap, “bilmiyorduk ki”, şimdi öğrendik ve bunun da hiçbir boka faydası yok. burayı “sil” tuşu ile birkaç adımda silebilirim, ama silmiyorum çünkü yok geri dönüş, bu meret, gizli gizli kaydediyor her şeyi, sonra yığıyor ozon civarında bir yere bir uydunun kanatlarına, pençelerine akbaba edasıyla yere dik bakarken. salıveriyorlar birden kapıdan içeri, indirim varmış yarım yarım çatırdıyor kapısı, fiyatı çeyrek düşmüş şeylere doğru, oradan kasaya, seçtiğim değil keseme uygun olan. tarım toplumu ağzı, kese cüzdan, cep. kaldıramıyor bu yığını büyük bir buldozer, küçük küçük taksitlere bölünüyor bizi biz yapan şu biçerdöverler, cep telefonları, ya da bin beş yüz kat daha dayanıklı malzemeden yapılmış kuantum siniler. kahveyi onlara biz verdik, vaftiz ettiler fiziği, cebiri ve parayı da. koyunlarına soktular. birbirlerini keserken bile sakladıklarına göre el-Kitâbu’l-Muhtasar fi Hısâbi’l Cebri ve’l-Mukâbele’yi. biri ve sıfırı onlara biz verdik ve hep sadece biriyle çarpıldık ondan beri. sen biri için kayıp bir şey olduğunda bulunduğunda o kayıp şey olarak o kayıp şey sen olacaksın kimsenin haberi olmayacak, her dakika haber olsa da; misal mi, ırak.
Ay modülü kapsülünde her şey tamam gibiydi dışarıda kamera ya da yönetmen yoktu. sesler, bipler, dondurucu soğuk lehim kokan basit transistörleri, çipleri, yalayıp, Dünya’ya öyle gönderiyordu. Maxwell denklemlerini, 200 yıllık birikimi ile o potinler yere çarpıyor, kompüter hata yapmaya başlıyordu. 1200-1201 alçalma hatası, bildirildiğine göre kısa bir süre içinde yazılan belleği birkaç defa kullanmış ve sürekli aynı komutları göndermişti bilgisayara, bu teknik bir hata değildi, bu mekanik de değildi. teknik bir hata değildi, bu mekanik de değildi. teknik bir hata değildi, bu mekanik de değildi. teknik bir hata değildi, bu mekanik de değildi. teknik bir hata değildi, bu mekanik de değildi. bu, yarılıp giden yüzyılların arsasından fışkırmış kupkuru aklın devasa kekemeliğiydi. dile geliyordu, ay karşısında, soğuk sopsoğuk ne varsa Dante’nin parseli. o tekleme sendin bendim biraz, biraz Oktay Rifat’tı geriye kalan ne varsa onlardı, bundan sonra da onların olacaktı, bize de köyümüzün yağmurlarında tımar edilmiş kursaklar ve plastik patlayıcı kareler ve hep dnalanıp geldiğimiz yere doğru bir at sürme isteği ile bu isteğe gem vurmuş saatler kalacaktı.
Purquoi est-iel si difficile d’aborder la question du porno ? Tant de personnes concernées qu’il paraît absurde de taire ce sujet. Pourtant, beaucoup d’autres problématiques dans le registre des luttes sociales semblent plus faciles à aborder, à clamer, voire à dénoncer. Mais le porno fait rougir, il met mal à l’aise. Pourquoi cette gêne ? Viendrait-elle du simple fait qu’on culpabilise de prendre du plaisir ? Souvent seule, parfois à plusieurs, en contemplant ces images qui nous font frétiller comme peu d’autres le peuvent. D me paraît juste, alors, d’associer le porno à cette prise de plaisir en solitaire (ou accompagné.e).
dessin : Nils Bertho
La Masturbation
Masturbation évidente et revendiquée chez les hommes cis-genres. plus taboue voire complètement tue pour tou.x les autres.
Masturbation pour le plaisir, mais plaisir honteux.
Une question est alors centrale : comment est-il encore possible de pouvoir prendre du plaisir en se masturbant sur du contenu qui ne représente en rien qui nous sommes, ni même ce que nous véhiculons dans nos sphères publiques ? Et donc, d’une certaine manière, notre plaisir est-il encore abordable ?
Je repense à toutes les fois où, avant de connaître l’existence des pornos alternatifs, féministes et bienveillants, à l’âge où le porno se vêt du rôle de guide sexuel, j’ai été déçue, seule devant mon écran, à choisir des vidéos peu glorieuses par dépit. A tous ces visionnages qui ne m’ont pas ouverte sur le champ des possibles, qui ne m’ont pas montré des modèles de sexualités variés, d’orientations diverses auxquelles j’aurais pu m’identifier mais qui au contraire, de par leur monotonie et leurs stigmates, ont tenté de me formater aux pratiques consensuelles d’une culture hétéro-patriarcale blanche comme neige.
Par ailleurs, il est un phénomène de production d’images diminuant toujours plus la frontière entre érotisme et pornographie. Une projection/captation photographique de vulve ou de pénis n’est souvent plus pornographique, à la limite de l’érotisme, aux grands bienfaits de l’émancipation des corps et des représentations et expressions de genre, bien entendu.
dessin : Nils Bertho
Alors nous cherchons d’autres moyens, puisque la sexualisation des corps a aussi pris d’assaut toute notre culture de l’image. On tombe dans le trash, l’hyper violent, cette culture du viol perpétuelle qui fait en sorte que nos yeux y soient habitués et en redemandent toujours plus, errant d’images en images, de scènes en scènes d’une rudesse comparable à un Salô ou les 120 journées de Sodome sauce 2020 pour combler cette avarice de douceur et de romantisme.
Est-ce alors ça, une pornographie alternative ? La conséquence de tout ce ramassis de hardcore qui nous fait saigner la cornée rien que d’y penser ? Son enjeu principal serait-il de recouvrer une douceur initiale et redécouvrir les plaisirs d’un coït sans violence ? Ou est-ce justement de ramener de la réalité à ce que l’on a toujours considéré comme de la fiction pour se déculpabiliser, par exemple, d’un fantasme du viol couvé par cette culture ultra violente, mais d’une manière déjouée et peut-être plus subtile ?
En intégrant de l’art à la pornographie, nous entrons dans ce type de contenus que l’on devrait appeler post-pont, et c’est peut-être ainsi que ce texte aurait dû commencer, mais c’est là où nous en arrivons après ces cheminements de pensées balbutiants. Le post-porn, c’est très certainement Annie Sprinkle qui nous l’introduit en 1990 avec ses performances The public cervix announcment qui avaient pour but de « démystifier le corps féminin » et d’amorcer une scission entre sphère publique et sphère privée des sexualités, en invitant le public à venir ausculter l’intérieur du vagin de l’artiste à l’aide d’un spéculum (événement avec lesquels Rachele Borghi nous introduit son éminent article « Post-porn » en accès libre à la fin de ce fanzine, que je vous invite chaleureusement à dévorer).
Le post-porn nous permet de nous réapproprier nos corps et nos images, afin de transformer nos sexualités en des actions non plus privées mais publiques et politiques et d’en parler librement, sans tabou, sans honte ni gêne et surtout avec beaucoup de paillettes et d’amour.
Pour une pornographie émancipée, qui nous veut du bien et nous fait du bien !
Dans ta gueule est une publication collaborative rassemblant divers formes de participations autour des thème liés aux violences intégrées, organisant des évènements visant à créer du lien social .
Artık kültürel evrim, bilişim teknolojilerinin zehriyle baş döndürücü bir biçimde hızlanmış ve tüm insani değerlerden ve ihtiyaçlarımızdan açıkça kopmuş bir şekilde boşa dönmektedir. Sözün çürüdüğü, insanın (hayvanın ve canlılığın) metalaştığı, tüm ifade biçimlerinin gerçeklikle temaslarını yitirip, kendi kendisinin parodisine indirgendiği günümüzde, sosyal hayatın tüm alanlarında yapıcı bir altüst oluşa gereksinim var ve bu altüst oluş bizim sanatımızdır.
Hem boğulmakta olan bir gençliğin tepkisi hem de yeni bir çağın habercisi. Bizim sanatımız devrimci bir sanattır; geçmişin idealleriyle uyuşmaz, yeniliğin peşindedir. Aynı zamanda karşılaştığı direnç ölçüsünde güçlü bir yaşam iradesinin de ifadesidir ve yeni bir toplum kurma mücadelesinde öncü bir çığlıktır.
Burjuva pisliği, hayatın her alanına nüfuz etmiş durumda, hatta medyatik örgütlenmenin tiranları bizlere sanat sunma küstahlığında bile bulunuyorlar. Ama bu sanat artık hiç bir işe yaramayacak kadar bayat. Kaldırım taşları ve sokaklardaki grafitiler, insanın kendini ifade etmek için dünyaya geldiğini açıkça gösteriyor; artık bizleri pasif birer izleyici, ya da sosyal medya maymunu kalıbına sokarak bu ilk dirimsel gereksinimizi karşılamaktan alıkoyan medyatik iktidara karşı mücadelemiz başlamıştır.
Bizlere dayatılmış boğucu kültürün taraftarları ile karşıtları arasındaki antagonizmanın temeli işte burada sanatta yatar. Yerleşik anlamsızlık ve yalıtılmışlığı besleyen muhafazakâr toplumun (ve sanatın) krizi ancak alternatif yaşama biçimlerinin deneyimiyle, böyle bir deneyime yönelik girişimlerle aşılabilir. Bir resim, sadece renkler ve çizgilerden meydana gelen bir kompozisyon değil, aynı zamanda titreşen bir Canlılık, bir Gece Yarısı, bir İnsan, bir Şimşektir.
Devrimci sanatçılar, müdahale çağrısında bulunanlar ve gösteriyi bozmak, onu yok etmek için müdahele etmiş olanlardır. Sanat, hiçbir şey ifade etmediği körelmiş, boğucu bir atmosferin ardından, her şey demek olduğu yaşayan, canlı bir döneme adım atmak zorundadır.
Yaşasın Sokaklar ! Yaşasın Dekadans !
Erman Akçay, 11 Eylül 2020 East Kadıköy Graphic Resistance
• • •
Zigendemonic : permanent marker on paper 31×42 cm (2020)
Evolution of Consciousness
The ways of seeing and perception in Art are various and imply vast imaginativeness and hallucination of humankind as well as reality. All opens its door to creativity, freedom, soul and mind etc. under society until Universe’s expansion become universal under minor and major entities and identities. Therefore I would say herein Retina Decadence Exhibition which is curated by Erman Akçay gathering international and Turkish artists all around world to take public attention differently on one of those vision of our times called Graphic Art. It is enigmatic, bizzare, sluggish, histeric and evilsake mixed in all and more under(upper)world which underlines/ minds/ pins the artificial being of human soul, its bizzare, absurd and discordant existance and sub-concious inbetween pain and passion meanwhile trying to find an exit through its striving illumination. This is what we should expect and except as well as include and tolarate and finally put into our mosaic of art-world in İstanbul or elsewhere in World to broaden our view of conciousness as implied by ist name Decadence is on continue in this World now and then Retina observes it by narrow and wide blinked mind and eye side from dark to light and from light to dark but in the end openness is everything in Contemporary World and its Art. Retina Decadence keeps this secret to whisper your perception by its sickness inside to be healed asif in effect of dark hole after Big-Bang occured out of scattered scene of existance.
Erkut Tokman, October 2020 Osmanağa, Kadıköy – İstanbul
• • •
R.E.T.I.N.A. D.E.C.A.D.E.N.C.E.
• • • Six Years of Löpçük Fanzine • • •
Viva la Graphic Revolution
20-25 OCTOBER
UNDERGROUND COMICS & GRAPHIC ARTS Group Exhibition +30 Contemporary Artists w/ zine release party + experimental cinema screening
Artists :
Valfret Aspératus • Daniel Azélie Bahadır Baruter • Nils Bertho Pakito Bolino • Daniel Cantrell Oktay Çakır • Uzay Çöpü Burak Dak • Robert D. Elwood Elif Varol Ergen • Rafaël Houée Daisuke Ichiba • Memo Kosemen Anne Van der Linden • Dave de Mille Miron Milic • Emre Orhun Boris Pramatarov • Luca Pravadelli James Quigley • Julien Raboteau Sam Rictus • Reinhard Scheibner Norihiro Sekitani • Roman Shcherbakov Caroline Sury • Burak Şentürk Tetsunori Tawaraya • Erkut Terliksiz Marco Toxico • Zavka Zavka Zigendemonic
• • •
Dave de Mille a.k.a. Sazalamuth ‘Les microns’ video-animation (2020)
Legendary silkscreen duo Re:Surgo! started to print some old style Bongoût grafzines again as we miss, if you want to join the adventure, you would get in contact with them via email : christian@resurgo-berlin.com. First experiment ‘Bongoût 667‘ is featuring Guillaume Moinet, Jana Barthel, Mathieu Desjardins, Arnaud Loumeau, Rob Barber, FTZ, Franziska Schaum, Raimon Keimig, Pete Corrie, Benedikt Rugar & Miroslav Weissmüller and it tastes Bongoût than ever !
Berlin-based duo Bongoût talks about applying their unique approach to screen printing to everything from wallpaper to album covers.Gfeller & Hellsgård ‘Bongoût 667’ fold out poster zine (2020)‘Bongoût 667’ fold out poster zine (2020)
While new issues are on the way, don’t forget to visit Re:Surgo! web store for ‘Beuys on Sale’ collection also for possible screen-printed artists’ books, riso & graph’zines, gigposters and prints, Bongoût rules forever !