Fredox ‘Dossiers Noirs De L’histoire’ 2005 (Dekupe)
Yayıncılık dediğin şey, bir “kültürel ekosistem” falan değil. Bir denetim aygıtı. Bir filtreleme merkezi. Bir çeşit kültürel sınır kapısı.
Gökhan Gençay
Senin yazdığın her cümle, onlar için bir “güvenlik taraması.” X-Ray’den geçmeyen kelime: Yasaklı madde. Sarsıcı fikir: Potansiyel tehdit. Sistem eleştirisi: İdeolojik risk.
Çünkü uyandıran yazar piyasa ilişkilerini bozar ve “operasyon riski” taşır!
Bu sektörün kanunları var. Ekonominin, siyasi atmosferin, piyasa korkularının yazara dayattığı görünmez kelepçeler.
Yazar özgür değildir. Okur hiç özgür değildir.
Yalnızca satış rakamları özgürdür. Dolasıyla sadece grafikler konuşur. Onlar “edebiyat” demez; “ürün” der. “Yazar” demez; “içerik sağlayıcı” der. “Okur” demez; “müşteri segmenti” der.
Kelimelerin metafizik ağırlığı yoktur, pazar payı vardır. Metnin estetik değeri yoktur, finansal riski vardır. Ve bütün bunların üstünde, görünmeyen ama her yeri yöneten bir otorite vardır: Trend!
Trend dediğin şey, kültür endüstrisinin parti bayrağıdır. Ona biat etmeyen “piyasa dışı” ilan edilir. Özgünlük ise ceza gerektirir. Radikalliğe barikat oluşturulmalıdır. Politik keskinlik, “ülke şartlarına kesinlikle uygun değildir.”
Sansür artık makasla yapılmaz. Excel tablosuyla yapılır.Artık kimse sana “Bunu yazma,” demez. Onun yerine şöyle derler:
“Bu okura ağır gelebilir.” “Satışları düşürür.” “Bu bölüm çok karanlık.” “Bu fikir politik olarak riskli.” “Bu karakter fazla gerçekçi.”
Fazla gerçek olmak suçtur artık. Çünkü gerçeklik yönetilemez. Kontrol edilemez. Kalıba girmez.
Excel para basar, gerçeklik sorun çıkarır.
Bunlar seni durdurmasın o yüzden. Unutma ki, sen raflara girmek için değil, raf sistemini çökertmek için yazıyorsun!
Yayıncılık bir tür ılımlı otoriterliktir. Devlet açıktan sansür uygulamak zorunda bile kalmaz; çünkü yayınevi “piyasa hassasiyetlerine” göre davranıyordur zaten. İktidar seni yasaklamaz; editör “Geniş kitlelere uygun değil bu kitap,” der. Toplumsal tabular seni öldürmez; satış ekibi “Reklam verirken zorlanırız,” der.
Bu kibar cümlelerin hepsi tek bir anlama gelir: “Söylemek istediğini sakın söyleme.”
Kültür endüstrisi radikal yazar sevmez. İşte en kirli gerçek de tam burada: Seni susturmak istemezler. Seni yönetmek isterler. Yönetilebildiğin sürece en sıkıntılı meseleleri konu almanda bir sakınca yoktur. Çünkü radikalliğin paketlenebilir olanı makbuldür.
Yayıncılık bir kolonizasyon biçimi, yazar ise kolonileştirilecek toprak.Metnin benzersiz olan her yanı “fazlalık” sayılır. Üslubun “risk” unsudur. Politik duruşun “kriz yönetimi gerektirir.”
Sana özgü olan her şeyi kesmek, törpülemek, zımparalamak isterler. “Deneysel”, “cesur,” “sınırları zorlayan”…Bunlar gerçek nitelikler değil, etiketlerdir. Seni övmek için değil paketlemek için sarf edilir.
Fazla keskin olandan, fazla sert olandan, fazla dürüst olandan, fazla karanlık olandan korkarlar.
Sonuçta, seni törpülemeye çalışacaklar. Her zaman. Her dosyada. Her kitapta. Bahaneler belli. Çünkü kelimelerin steril değil. Ontolojik olarak, doğası gereği böyle. Mesele “sert” yazman değil aslında, senin sert olman.
Sen “postmodern ironi” değil; damakta pas yapan metal tadısın. Sen “piyasa kitabı” sunmuyorsun, elektrik panosuna tornavida sokuyorsun.
Bunlar seni durdurmasın o yüzden. Unutma ki, sen raflara girmek için değil, raf sistemini çökertmek için yazıyorsun!
“Melek Yüz, modern İstanbul’un sert gerçekliği içinde büyümeye, dönüşmeye ve kendi gücünü bulmaya çalışan bir genç kadının ateşle dövülmüş portresi. Şiddet, bir kurtuluş değil, bir fark edişin yolu. Ve bazen kendini bulmak, başkalarının sana biçtiği yüzü yakmakla başlar.
Gençlik altkültürleri ve dövüş sanatlarının sert birleşimi. Varoluş sancısı ve öfkenin manifestosu. Chuck Palahniuk’un sarsıcılığı, Irvine Welsh’in karanlığı, Ryu Murakami’nin stilize şiddeti.” -Selim S.
Ecca Vandal
“Bir an önce her şeyden uzaklaşmak, gelecek planlarını sonsuza dek rafa kaldırmak istiyorum… Dünyanın bu kadar hızlı dönmesine son vermek istiyorum. Düzenli olan, işleyen her çarkı kırıp dökmek, parça parça etmek istiyorum… Biraz olsun iyi hissedebilmek istiyorum. Kendime her şeyin yolunda olduğunu söylemek istiyorum.
‘Tarihin tüm aldatıcı gerçekleri ve tereddütlerini aydınlığa çıkarmak için efsanevi bir Taş Devri ekonomisi gerekiyor — rahipler yerine şamanlar, lordlar yerine ozanlar, polis yerine avcılar…’
Hakim Bey ‘Ontolojik Anarşizm Nüshaları’ndan Türkçeleştiren İmam Mayıs Aru
KAOS ASLA ÖLMEDİ. Başlangıçta var olan yekpare kütle, tapılacak biricik canavar, durağan ve kendiliğinden, herhangi bir mitolojiden daha kızılötesi (Babil’in önündeki gölgeler gibi), varlığın özgün, ayrımlaşmamış birliği, hâlâ daha sükûnetle ışın saçıyor Suikastçıların kara sancakları gibi, gelişigüzel ve ebediyen sarhoş.
Kaos, tüm düzen ve entropi ilkelerinden önce gelir, o ne bir tanrıdır ne de bir sinek kurdu, onun ahmakça tutkuları olası her koreografiyi kuşatıp tanımlar, manasız tüm eterleri ve filojistonları1: maskeleri kendi çehresizliğinin kristalleşmeleridir, tıpkı bulutlar gibi.
Doğadaki her şey mükemmel bir biçimde gerçektir bilinç de dahil, kesinlikle dert edecek hiçbir şey yok. Yasanın boyunduruğu kırılmakla kalmadı, asla var olmadı da; iblisler asla yıldızlara bekçilik etmedi, İmparatorluk hiç başlamadı, Eros asla sakal bırakmadı.
Yo, dinle, gerçekte olan şuydu: sana yalan söylediler, iyi ve kötüye dair fikirlerini sana yutturdular, bedeninden şüphe etmeni ve kaos peygamberliğinden utanç duymanı sağladılar, moleküler aşkın için tiksindirici sözcükler icat edip, seni ihmalle afsunladılar, uygarlık ve onun tefeci duygularıyla içini sıktılar.
Oluş diye bir şey yok, ne de devrim, mücadele ya da yol; hâlihazırda sen kendi teninin şahısın –çiğnenmesi mümkün olmayan özgürlüğün tamamlanmak için yalnızca diğer şahların sevgisini bekliyor: bir rüya politikası, göğün maviliği kadar ivedi.
Tarihin tüm aldatıcı gerçekleri ve tereddütlerini aydınlığa çıkarmak için efsanevi bir Taş Devri ekonomisi gerekiyor — rahipler yerine şamanlar, lordlar yerine ozanlar, polis yerine avcılar, yontma taş devri miskinliğinin toplayıcıları, kan gibi zarif, bir alamet peşinde anadan üryan yahut kuşlar gibi boyalı, dengelenmiş aşikâr varlığın dalgası üstünde, saatsiz an-ı daimde.
Kaosun temsilcileri içinde bulundukları hale, lux et voluptas2 ateşlerine tanıklık etmeye muktedir her şeye ve herkese yakıcı bakışlar atarlar. Ancak terör noktasına varana dek sevdiğim ve arzuladığım şeylerle ayığım – geri kalan her ne varsa kefenli mobilyalardır, gündelik anestezidir, beynin bokudur, totaliter rejimlerin alt-sürüngen can sıkıntısıdır, basmakalıp sansür ve beyhude acıdır.
Kaosun avatarları tıpkı casuslar, sabotajcılar, amor fou3 suçluları gibi hareket ederler, ne kendilerini düşünmeden ne de kendi çıkarlarına; çocuk gibi kandırılabilir, barbarlar gibi terbiyesiz, takıntılarla yaralanmış, işsiz, duygusal açıdan dengesiz, kurtmelekler, tefekkür aynaları, gözleri çiçekler gibi, tüm alamet ve manaların korsanları.
İşte burada emekliyoruz kilisenin, devletin, okulun ve fabrikanın, tüm paranoyak yekpare taş duvarları arasındaki çatlaklarda. Yabanıl hasretle kabileden bağlarımız kesilmiş, kayıp sözcüklerin, farazi bombaların peşinde tünel kazıyoruz.
Olası son amel bizleri bağlayan görünmez altın bir sicim olan algının kendisini tanımlayandır: adliye koridorlarında gayrı-meşru bir dans. Şuracıkta seni öpecek olsaydım buna terör eylemi derlerdi – öyleyse altıpatlarlarımızı yatağımıza alalım ve bir vaveylayla kaos tadının mesajını kutlayan sarhoş haydutlar gibi gece yarısı şehri uyandıralım.
filojiston: Yunanca tutuşkan anlamında, simya ilmine göre maddelerin yanmasına neden olan ilke↩︎
“Gece bizi dinler, biz günü ıslıklardık; ahenk ve kaos aynı şey olurdu o vakitler. En korkunç ihtimali güzel bir şeye çevirmek çocuk oyuncağıydı. Devrin ufunetine maruz kaldığımız bir şey değildi yaşamak. Tabiatın meyvesiydik ve aklımız bedenimizin hüneriydi. Otun, böceğin, çiçeğin ve diğer varlıkların adları her çocuk gibi benim dilimde de ıslığa dönüşüyordu usulca.
Neyin nerede olduğunu, neyin ne zaman ve nasıl koktuğunu, tabiatın ne zaman uyanıp ne zaman masala dönüştüğünü bilirdik; kokusu, rengi, boyutları ve biçimleriyle orman ahalisi doluşurdu rüyamıza. Bilinç ve inanç, neşe ve ürperti, çığlık ve fısıltı, tehdit ve vaat her sabah tazelerdi kendini. Dzevağ (karayemiş) ve yux (böğürtlen), dere ve orman, ot ve toprak, ağaç ve hayvan, koku ve renk, biçim ve boyut, yani bütün bir varlık âlemi aklıma hız, inancıma renk verirdi ustalıkla.
Sempatizanıydım henüz yaşamak denen kadim meşgalenin. Karanlık ve efkâr batımızda böğüren/köpüren tehditkâr marşlarla, sır ve şifa doğumuzda dalgalanan esinli şiirlerle bulaşırdı lisanımıza. Denizin gösterdiği, dağın duyurduğu ne varsa yaşamı sakınan, aklımızdan fazlasını fısıldayan tabiatın cömert kuvvetleriydi.
Ağaçlardı ‘Hayat Bilgisi’ öğretmenimiz! Ağacın göğe uzanma hevesi ve hüneri, suyun ve ışığın yasasına boyun eğmezdi. Denizin alnında söneceğini bildiğimiz her yeni günün tekrar tekrar doğumuydu ormanın sırrı, vaadi, şifası…”
Suat Hayri Küçük
Eşitsizlik üreten güç ilişkileri karşısında duruşumuz nettir. Hünerimizi sıçrayışlarda değil, duruşumuzda gösteririz. Biliriz ki şiir ve barut, gül ve balta aynı yıldızın tozudur.
-Suat Hayri Küçük
Suat Hayri Küçük ‘Bento’nun Tuhaf Huyları’ Öteki Yayınevi (2024)
Nesnesini sarmalayan kavramlar gibi adının hakkını veren “tuhaf” bir metin.
“Gerçeğin canı cehenneme” der gibi gözünü gündüz düşlerine diken Bento’nun tuhaf hikâyesini okurken, “Dur hayat, dur içimde; bulandırma aklımı” diye mırıldanırken bulacaksınız kendinizi.
« Est-ce que vous avez un avenir ? Ouais, il est derrière moi ! »
Gökhan Gençay aka G.Killa
Müzikal beğeniler esas mevzumuz değil tabii ki. Her müzik türünün de içinde anarşistlerin duygudaşlık kurabilecekleri, hissiyat bağlamında örtüşebilecekleri örnekler de var. Bunlar genel geçer kabullerimiz. Ancak, sıra kültürel akımlara ve bunların sosyal, siyasal, estetik açıdan hayatın içinde tuttukları yerlere geldiğinde, kafa karışıklıklarına meydan vermeden satırbaşları mahiyetinde konuyu özetlemek iyi olacak.
Punk vs. metal hususunda latife, espri bağlamında belirttiğimiz noktaların hepsinin esasında reel hayatta da bir karşılığı var. Punk akımının çıkış yıllarından günümüze olmazsa olmazları olarak sahiplendiği birtakım değerler mevcut. En basitinden, punk, “do it yourself” felsefesini benimseyerek mevcut hayata yönelik toptan bir karşı çıkışın ifadesi olmuştur. Punk’ın başkaldırısı salt melodik bir agresyonla sınırlı değildir, onu da içerir ama ondan ibaret değildir.
Punk, nihilizmden anarşizme, lettrizmden sitüasyonizme farklı farklı radikal akımlarla paslaşan, onlarla içsel bağlantılar kuran bir kültürel tavırdır. (Bu konuda Greil Marcus’un Sex Pistols üzerinden sitüasyonizmle punk bağlantısını muazzam bir dille anlattığı kitabı “Ruj Lekesi”ni hararetle öneririz.) Nitekim punk’ın yükselişe geçtiği yılların, dünyadaki isyanların, yıkım iradesinin ivme kazandığı zamanlar olması da basit bir tesadüf değil. Punk, nihilist enerjisini sosyal bir tavır olarak örgütlemiştir. Üç akor çalabilmeyi beceren herkesin kendi sözünü, derdini dillendirmesini ajite eder. O zamana kadar sadece virtüözlere ve enstrümanına hâkim kişilere açık olan sahneleri, varoluş olarak sergilenen performansların alanı şekline büründürmüştür punk. Kısacası, sitüasyonizmde olduğu gibi, hayatla sanatın buluşma noktalarının arayışı olmuştur.
Sex Pistols ‘Holidays In The Sun’ 1970s
Buna karşılık, metal kültürünün müzikal manada sahip olduğu enerji ve öfkenin sosyal alanda bir karşılığı yoktur. Metaldeki agresif söylem ve öfkeli jestler salt sahneye, şova dönüktür. Özellikle ergenleri kolayca yakalayan sert metal melodilerinin reel hayata taşan sonuçları olmamıştır.Bu hususta kendimize soracağımız birkaç basit soru bile aradaki farkı bilince çıkarmamıza vesile olacaktır. Dünyanın dört bir köşesinde squatlarda, barikatlarda punklara rastlarız, punkların ayaklanma haberlerini okuruz. (Özellikle Berlin’de punklar törensel olarak polisle şiddetli çatışmalara girerler.) Buna karşılık, bu kadar yıldır sosyal bir grup olarak metalcilerin sistemle organize bir mücadeleye girdiği, bu tip mevzilerde yer aldığını görmediğimiz gibi, ‘metalciler polisle çatıştı’ türünden haberlerini de okumadık. (Bireysel olarak kendini metalci olarak tarif eden öznelerden değil, sosyal bir küme olarak metalcilerden bahsediyoruz burada.)
Metalin metaforik düzlemde lirikleri/ kültürel referansları tarihsel kahramanlara, mistik hikâyelere, diabolitik figürlere yapılan göndermelerle doluyken, punk’ın özne tarifleri anarşizmle iç içe geçecek kadar yakındır. Punk yekten sistemi hedef tahtasına alır, kaotik bir manifesto işlevi görür. Metal ise kişinin içsel daralma haline, sıkıntılarına eşlik edecek bir müzikal üretimden başkasını vaat etmez/etmemiştir. Punk’ın ontolojik manada içerdiği kolektif yıkım enerjisi karşılığını squatlarda, sokak çatışmalarında bilfiil gösterirken, metalin içerdiği öfkenin dışavurum alanı sadece dev stadyum konserleriyle sınırlı kalır.
Mevzu çok uzun ve katmanlı tabii ki. Birkaç satırda anlatmanın imkânı da yok. Ama illa belli bir formülle demek istediğimi özetlemek gerekirse: Punk, Clash’ten Black Flag’a kadar haysiyetli grupları ve aktivizm bağlamında girdiği kolektif sokak seferberliği üzerinden karşı-kültür olmayı becermişken, metal bu uğurda yol alamamış, salt bir alt-kültür olarak kalmıştır. (Nitekim, punk ruhunun hakikaten var olduğu 70’li yılların sonları dünyanın dengelerinin de altüst olduğu hareketli dönemlerdir. O tarihlerde süren mücadelelerin sürekliliğinin sağlanamaması, iktidar güçleri tarafından massedilmesi, sistemin karşısında alınan yenilgiler ve akabinde radikal kitlesel hareketlerin düşüşe geçmesiyle punk tarih sahnesinden silinmeye başlarken metal yükselişe geçmiştir. Yani, metal zaten çıkışı itibariyle bu yenilgi koşullarının, döneminin müziği ve kültürüdür.)
Meseleye dair temel başlıklar bunlar bizce. Tabii ki herkesin müziği, grubu kendine, ama kültürel/sosyal gerçekleri de görmezden gelemeyiz. –Gökhan Gençay
« Est-ce que vous avez un avenir ? Ouais, il est derrière moi ! »
‘Un groupe de jeunes punks de la banlieue parisienne et leur conception de la vie avec Eric Bourdet dit Haine, Gladys Le Bihan dite teutanik et Didier dit Raid. Ils vont et viennent du RER Parisiens à la banlieue. Du HLM au terrain vague et au hangar désaffectés, parlant et mimant leur vie. Entre terrain vague et usine desaffectée et jouant avec des poubelles les 4 jeunes se racontent dans leur rapport avec le monde des adultes et la société.’
Karaköy 2023
PUNKIS NOTDEAD
Tekno-endüstriyel sistemin önümüze koyduklarını tarafsız, istenildiğinde sağlıklı biçimde kullanılabilecek araçlar olarak görmediğimiz ve burayı kimliğimizin asli parçası haline getirmediğimiz için Facebook’tan da özel bir beklentimiz yok. Kontrol ve denetimin sistemin asli vazifesi olduğunun bilincindeyiz ve underground yayıncılık dışında saygı duyduğumuz bir mecra mevcut değil.
Herkes “iyi yurttaşlık görevi” kabilinden kopyalayıp kopyalayıp sayfasında paylaşıyor ya, biz de geri kalmayalım bari:
Facebook burada paylaştığımız her şeyi istediği gibi kopyalayıp kullanabilir. Hatta ne kadar çok yerde kullanırsa o kadar memnun oluruz, malûm uyumsuzluğu duruş olarak benimseyen isyancıların sayısı ziyadesiyle az, dolayısıyla Facebook hazretleri sesimizi, sözümüzü, mesajımızı istediği yere taşıyarak bize yardımcı olabilir.
Sosyal medya ortamını bikinili, mayolu fotoğraflarımızı paylaşmak, sağa sola olta atmak için kullanmadığımızdan buraya eklediğimiz her fotoğrafı da istedikleri gibi tepe tepe kullanabilirler, hayırlı uğurlu olsun hepsine. Sonuçta Facebook’u Facebook’luk yapıyor diye eleştirecek kadar naif veya salak da değiliz. Onlar kendi işini yapsın, biz de kendimizinkini.
Hem Facebook’a hem demokratik siber âlem yanılsamasına kapılmış “güzide yurttaşlara” selamlarımızı iletiyoruz.
Gökhan Gençay ‘Beyin ve Omurilik Cerrahisi’ İstanbul, 2024
Gökhan Gençay,Benim Kanım öykü kitabı ile voltajı çok yüksek bir gerilim yaratarak edebiyata giriş yaptı. Tik Tak! İsimli öyküsü ile de umutsuzluğu şiddete, bedeni bir öfke sanatına dönüştürürken geleceğin karanlık sokaklarında bizleri köşeye sıkıştırıyor. Ne bakıyorsun kaçsana!
[Kaczynski’nin bu makalesi Green Anarchy dergisinin Bahar 2002 tarihli 8. sayısında yayınlanmıştır.] Özgür Hayat’ın 15 Eylül 2002 tarihli 10. sayısında yayımlanmıştır.
1.Bu Makalenin Amacı.
Bu makalenin amacı, insan çatışmasının çok basit bir ilkesine, tekno-endüstriyel sistemin düşmanlarının dikkate almaz göründükleri bir ilkeye dikkat çekmektir. Söz konusu ilke, herhangi bir çatışma biçiminde, eğer kazanmak istiyorsanız, düşmanınızın yaralanacağı yerine vurmanız gerektiğidir.
“Yaralanacağı yerden vurmak”tan bahsettiğimde illaki fiziksel darbelere ya da fiziksel şiddetin başka herhangi bir biçimine gönderme yapıyor olmadığımı açıklamak zorundayım. Örneğin sözlü tartışmada “yaralanacağı yerden vurmak”, iddialarınızı rakibinizin pozisyonunun en zayıf olduğu noktaya yöneltmeniz anlamına gelir. Başkanlık seçiminde, “yaralanacağı yerden vurmak”, seçimle ilgili hayati olayları barındıran durumları rakibinizden kazanmanız anlamına gelir. Ben yine de, bu tartışmayı yürütürken fiziksel çarpışmayla benzerlikler kuracağım, çünkü bu daha etkili ve açık bir yol.
Birisi size yumruk attığında, kendiniz onun yumruğuna vurarak savunamazsınız, çünkü onu bu yolla yaralayamazsınız. Kavgayı kazanmak için yaralanacağı yerden vurmanız gerekir. Bu da demektir ki, yumruğun ardına geçmeli ve o kişinin bedeninin duyarlı ve zayıf yerlerine vurmalısınız.
Bir kereste şirketine ait bir buldozerin evinizin yakınındaki ormanı yıktığını ve sizin de onu durdurmak istediğinizi farz edin. Toprağı yaran ve ağaçları alaşağı eden, o buldozerin kepçesidir ama kepçeye bir balyoz indirmek zaman kaybı olacaktır. Eğer balyozla kepçe üzerinde uzun ve zorlu bir çalışma yürütürseniz, ona kullanılmaz hale gelecek zararı vermeyi başarabilirsiniz (1). Fakat buldozerin geri kalanıyla kıyaslandığında, kepçe görece ucuz ve kolay yenilenebilirdir. Kepçe, yalnızca, buldozerin toprağa vurmak için kullandığı “yumruk”tur. Makineyi yenmek için “yumruğun” ardına geçmeniz ve buldozerin hayati parçalarına saldırmanız gerekir. Örneğin motor, radikallerin iyi bildiği araçlarla, az bir zaman ve çaba harcayarak tahrip edilebilir.
Bu noktada, kimseye bir buldozeri tahrip etmesini tavsiye etmediğimi vurgulamalıyım (kendi malı olmadığı sürece). Ya da bu makaledeki herhangi bir nokta, herhangi türden illegal bir faaliyeti tavsiye ediyor gibi de yorumlanmamalıdır. Ben bir mahkumum ve eğer illegal faaliyeti özendirecek olsaydım, bu makalenin hapishanenin dışına çıkmasına izin bile verilmezdi. Buldozer benzeşimini kullanıyorum, çünkü bu açık ve etkili; ve aynı zamanda radikaller tarafından takdir edilecektir.
2.Teknoloji Hedeftir.
‘Çağdaş tarihsel süreci belirleyen temel değişken(in) teknolojik gelişme tarafından sağlandı’ğı (Celso Furtado) genel olarak kabul edilir. Teknoloji, dünyanın mevcut durumundan – geri kalan her şeyden daha fazla – sorumludur ve dünyanın gelecekteki gelişimini kontrol edecektir. Bu yüzden ortadan kaldırmamız gereken “buldozer”, modern teknolojinin ta kendisidir.
Çoğu radikal bunun farkındadır ve bu nedenle görevin tekno-endüstriyel sistemin tümünü yok etmek olduğunu anlamaktadır. Ama malesef, sistemi yaralandığı yerden vurma gerekliliğine çok az dikkat edilmiştir.
McDonald’s ya da Sturbuck’s ı tarumar etmek anlamsızdır. McDonald’s ya da Sturbuck’s i iplediğim için söylemiyorum. Birisinin bunları dağıtıp dağıtmaması umurumda değil. Fakat bu, devrimci faaliyet değildir. Dünyadaki tüm fast-food zinciri yok edilse bile tekno-endüstriyel sistem sonuçta asgari düzeyde bir zarara uğrayacaktır, çünkü sistem, fast-food zinciri olmadan da rahatlıkla yaşamaya devam edebilir. McDonald’s ya da Sturbuck’s a saldırdığınızda, yaralanacağı yerden vuruyor olmuyorsunuz.
Bundan birkaç ay önce Danimarkalı genç bir adamdan mektup aldım. Genç adam tekno-endüstriyel sistemin yok edilmesi gerektiğine inanıyordu, çünkü – söylediği gibi – “Böyle devam edersek ne olacak?”. Bununla birlikte, göründüğü kadarıyla onun “devrimci” faaliyeti kürk çiftliklerine baskın yapmaktı. Bu faaliyet, tekno-endüstriyel sistemi zayıflatma aracı olarak, tamamen kullanışsızdır.
Hayvan özgürlükçüleri kürk endüstrisini tamamen yok etmekte başarılı olsalar bile, sisteme hiç zarar vermiş olmayacaklar çünkü sistem kürkler olmadan da mükemmel bir şekilde işleyebilir.
Vahşi hayvanları kafeslere tıkmanın dayanılmaz olduğuna ve bu uygulamaya son vermenin soylu bir amaç olduğuna katılıyorum. Fakat başka soylu amaçlar da vardır: trafik kazalarının önüne geçmek, evsizler için barınak sağlamak ya da yaşlıların yolda karşıdan karşıya geçmesini sağlamak gibi. Yine de yeterince aptal olmayan kimse bunu devrimci faaliyetle karıştırmaz ya da bunların sistemi zayıf düşürecek şeyler olduğunu sanmaz.
3.Kereste Endüstrisi İkincil Bir Sorundur.
Başka bir örneği ele alırsak, aklı başında olan kimse, gerçek vahşi hayat gibi bir şeyin tekno-endüstriyel sistem var olmaya devam ettiği sürece hayatta kalabileceğine inanmaz. Çoğu çevreci radikal, bunun sistemin çöküşü için neden ve umut olduğu konusunda hem fikir. Fakat pratikte, tüm yaptıkları kereste endüstrisine saldırmak. Kereste endüstrisine saldırmalarına kesinlikle hiçbir itirazım yok. Aslında bu, kalben yakın hissettiğim bir sorundur ve radikallerin kereste endüstrisine karşı kazandıkları başarılardan keyif alıyorum. Buna ek olarak, burada açıklama ihtiyacı hissettiğim nedenlerle, kereste endüstrisine karşı çıkmanın sistemi yıkma çabalarının bir öğesi olması gerektiğini düşünüyorum.
Fakat kereste endüstrisine saldırmak sisteme karşı çalışmak için kendi başına etkili bir yol değildir; hatta pek mümkün olmasa da, radikaller dünyanın her tarafındaki keresteciliği durdurmayı başarsalar dahi, bu, sistemi alaşağı etmeyecektir. Ve vahşi hayatı kalıcı bir şekilde kurtaramayacaktır. Politik iklim er ya da geç değişecek ve kerestecilik yeniden başlayacaktır. Kerestecilik dirilmese bile, vahşi hayatın yok edileceği ya da yok edilmese de uysallaştırılacağı ve evcilleştirileceği başka olaylar olacaktır. Madencilik ve maden araştırmaları, asit yağmuru, iklim değişiklikleri ve türlerin nesillerinin tükenişi vahşi hayatı tahrip ediyor; vahşi hayat – diğer şeylerin yanı sıra, hayvanların elektronik takibi, nehirlerin planlı üretilen balıklarla doldurulması ve genetik müdaheleye uğramış ağaçların dikilmesini kapsayan yollarla – yeniden yaratım, bilimsel çalışma ve kaynak yönetimi aracılığıyla uysallaştırılıyor ve evcilleştiriliyor.
Vahşi hayat yalnızca tekno-endüstriyel sistemin yok edilmesiyle kalıcı bir şekilde korulanabilir ve sistemi kereste endüstrisine saldırarak yok edemezsiniz. Sistem kereste endüstrisi ölse de kolaylıkla ayakta kalabilir, çünkü odun ürünleri sistem için faydalı olsa da, gerekirse başka malzemelerle değiştirilebilir.
Sonuç olarak, kereste endüstrisine saldırdığınızda sisteme yaralanacağı yerden vuruyor olmuyorsunuz. Kereste endüstrisi yalnızca, sistemin vahşi hayatı tahrip ettiği “yumruk”tur (ya da yumruklardan biridir) ve aynı yumruk yumruğa kavgada olduğu gibi, yumruğa vurarak kazanmazsınız. Yumruğun ardına geçmeli ve sistemin en duyarlı ve hayati organına vurmalısınız. Tabii, barışçıl protestolar gibi yasal araçlarla.
4.Sistemin Dayanıklı Olmasının Nedeni.
Tekno-endüstriyel sistem, sözde “demokratik” yapısı ve sonuçtaki esnekliğine bağlı olarak, olağanüstü derecede dayanıklıdır. Diktatoryal sistemler katı olmaya eğilimlidirler; sisteme isabetli bir şekilde zarar verecek onu zayıflatacak toplumsal gerilimler ve direniş inşa edilebilir ve bunlar devrime yol açabilir. Fakat “demokratik” sistemde, toplumsal gerilim ve direniş tehlikeli bir şekilde inşa edildiğinde, sistem bu gerilimleri güvenli bir seviyeye çekmek için yeterince esner ve yeterince uzlaşır.
1960’larda insanlar, daha çok büyük şehirlerimizin havasındaki görünür ve koklanabilir pislik kendilerini fiziksel olarak rahatsız etmeye başladığı için, çevre kirliliğinin ciddi bir sorun olduğunu fark ettiler. Çevre Koruma Ajansı’nın kurulmasına ve sorunun azaltılması için önlemler alınmasına yetecek kadar protesto baş gösterdi. Tabii ki, kirlilik sorunlarımızın çözülmekten çok çok uzak olduğunu hepimiz biliyoruz. Ancak halkın şikayetlerinin durulmasını ve sistem üstündeki baskının birkaç yıllığına azalmasını sağlayacak müdahaleler yapıldı.
Bu nedenle, sisteme saldırmak bir lastik parçasına vurmaya benziyor. Çekiçle bir darbe bir döküm demiri tuzla buz edilebilir çünkü döküm demir katı ve kırılgandır. Fakat lastik parçasını ona hiç zarar vermeden yumruklayabilirsiniz çünkü esnektir: Protestonun önünde size yol verir, protestonun gücünü ve önemini yitirmesine yetecek kadar… Sonra sistem geri seker.
Bu yüzden, sisteme yaralanacağı yerden vurmak için, sistemin geri tepmeyeceği, sonuna kadar savaşacağı konular seçmek zorundasınız. Çünkü ihtiyacınız olan, sistemle uzlaşmak değil, ölüm kalım mücadelesidir.
5.Sisteme Kendi Değerlerine Göre Saldırmak Yararsızdır.
Sisteme onun teknolojik-temelli değerlerine göre değil, sistemin değerleriyle uyuşmaz olan değerlere göre saldırmak kesinlikle esastır. Sisteme onun değerlerine göre saldırdığınız sürece, sistemi yaralanacağı yerden vurmuş olmazsınız, sistemin yol vererek ve geri teperek protestonun altını boşaltmasına izin vermiş olursunuz.
Örneğin, eğer kereste endüstrisine öncelikle ormanlara su kaynaklarını ve yeniden yaratım fırsatlarını korumak için gerek duyulduğu temelinde saldırırsanız, sistem kendi değerlerinden taviz vermeden protestonun içini boşaltmak için zemin sağlar: Su kaynakları ve yeniden yaratım sistemin değerleriyle tamamen uyumludur ve eğer sistem esnerse, su kaynakları ve yeniden yaratım adına keresteciliği kısıtlarsa, o halde yalnızca kendi değerler kodu için taktiksel olarak geri çekilmiş olur, yoksa stratejik bir bozguna uğramış olmaz.
Mağdurlaştırma konularını (ırkçılık, cinsiyetçilik, homofobi ya da yoksulluk gibi) öne sürerseniz, sistemin değerleriyle çatışıyor ve hatta sistemi esnemesi ve uzlaşması için bile zorluyor olmazsınız. Doğrudan sisteme yardım ediyor olursunuz. Sistemin en bilgeli destekleyicileri, ırkçılık, cinsiyetçilik, homofobi ve yoksulluğun sisteme zararlı olduğunun farkındadır ve bu nedenle sistemin kendisi mağdurlaştırmanın bu ve benzeri biçimleriyle savaşmaya uğraşır.
“Sweatshop”lar (2), düşük ücret ve berbat çalışma koşullarıyla bazı şirketlere kar getiriyor olabilir, ama sistemin bilge destekleyicileri işçilere daha uygun davranıldığında bir bütün olarak sistemin daha iyi işlediğini çok iyi biliyorlar. Sweatshop’ları konu edindiğinizde sistemi zayıflatmıyor, onu güçlendiriyorsunuz.
Çoğu radikal, ırkçılık, cinsiyetçilik ve sweatshop’lar gibi gereksiz konular üzerine odaklanmanın cazibesine kapılıyorlar, çünkü bu daha kolay. Sistemin taviz verebileceği ve Ralph Nader, Winona La Duke, işçi sendikaları ve diğer tüm pembe reformculardan destek görebilecekleri bir konu seçiyorlar. Belki sistem baskı altında biraz geri adım atacak, eylemciler çabalarının belli bazı sonuçlarını görecekler ve bir şeyler başardıkları gibi tatminkar bir illüzyon elde edecekler. Fakat gerçekte, tekno-endüstriyel sistemi yok etmek yolunda hiç ama hiçbir şey başarmış olmayacaklar.
Küreselleşme konusu teknoloji sorunuyla tamamen ilgisiz değildir. “Küreselleşme” adı verilen ekonomik ve politik tedbirler paketi, ekonomik büyümeyi ve sonuçta teknolojik ilerlemeyi teşvik ediyor. Yine de, küreselleşme önemi az olan bir konudur ve devrimciler için iyi seçilmiş bir hedef değildir. Sistem küreselleşme konusunda zarar görmeden zemin sağlayabilir. Küreselleşmeyi aslında sona erdirmeden, protestoların içini boşaltmak amacıyla küreselleşmenin olumsuz çevresel ve ekonomik sonuçlarını hafifletebilir. Hatta sıkıştığında, küreselleşmeye toptan son vermek için uğraşabilir bile. Büyüme ve ilerleme yine de sürecektir, sadece biraz daha düşük bir düzeyde. Ve küreselleşmeyle savaştığınızda sistemin asıl değerlerin saldırmış olmuyorsunuz. Küreselleşme karşıtlığı, işçiler için uygun ücretleri muhafaza etmek ve çevreyi korumaktan hareket ediyor ve bunların her ikisi de sistemin değerleriyle tam anlamıyla uyumludur. (Sistem, kendi çıkarı için, çevresel bozulmanın çok ileri gitmesine izin veremez.) sonuçta, küreselleşmeyle savaştığınızda sistemi gerçekten yaralandığı yerden vurmuş olmuyorsunuz. Çabalarınız bir reformu teşvik edebilir, fakat tekno-endüstriyel sistemin alaşağı edilmesi amacı için faydasızdır.
6.Radikaller Sisteme Kesin Sonuç Getiren Noktalardan Saldırmalıdır.
Tekno-endüstriyel sistemin imhası doğrultusunda etkili çalışmak için devrimciler, sisteme kendisinin zemin sağlamaktan çekineceği noktalarda saldırmalıdır. Sistemin hayati organlarına saldırmalılar. Tabii, “saldırı” sözcüğünü kullandığımda fiziksel saldırıya gönderme yapmıyorum, yalnızca yasal protesto ve direniş biçimlerinden söz ediyorum.
Sistemin hayati organlarına örnekler şunlardır:
A. Elektrik gücü endüstrisi. Sistem tamamen elektrik gücü şebekesine bağımlıdır.
B. İletişim endüstrisi. Telefon, radyo, televizyon, e-posta ve benzerleri aracılığıyla hızlı iletişim olmadan sistem hayatta kalamaz.
C. Bilgisayar endüstrisi. Hepimiz biliyoruz ki, bilgisayarlar olmadan sistem çabukça çöker.
D. Propaganda endüstrisi. Propaganda endüstrisi, eğlence endüstrisini, eğitim sistemini, gazeteciliği, reklamcılığı, halkla ilişkileri ve aşağı yukarı tüm politika ve akıl sağlığı endüstrisini kapsar. Sistem, insanlar yeterince yumuşak başlı ve uyumlu olmadıkları ve sistemin onlarda ihtiyaç duyduğu alışkanlıklara sahip olmadıkları sürece işleyemez. İnsanlara bu tür düşünme ve davranışları öğretmek propaganda endüstrisinin işlevidir.
E. Biyoteknoloji endüstrisi. Sistem (bildiği kadarıyla) ileri biyoteknolojiye henüz fiziksel olarak bağımlı değil. Bununla birlikte, kendisi için kritik bir öneme sahip olan Biyoteknoloji konusu üzerinden karşıtlığa yol vermeye katlanamaz. Bunu birazdan tartışacağım.
Tekrar: Sistemin bu hayati organlarına saldırdığınızda, bunlara sistemin değerlerine göre değil, sistemin değerleriyle uyuşmaz olan değerlere göre saldırmanız zorunludur. Örneğin, elektrik gücü endüstrisine çevreyi kirlettiğinden hareketle saldırırsanız, sistem elektrik üretmenin daha temiz yöntemlerini geliştirerek protestonun içini boşaltabilir.
Hatta daha da beteri, sistem tamamen rüzgar ve güneş enerjisine geçebilir. Bu durum çevresel tahribatı azaltmak için çok işe yarayabilir ama tekno-endüstriyel sisteme son vermez. Ya da sistemin esas değerleri için bir bozgunu temsil etmez. Sisteme karşı herhangi bir şey başarmak için, bir ilke olarak, elektriğe bağımlılığın insanları sisteme bağımlı kılması zemininde, elektrik gücü üretiminin tümüme saldırmalısınız. Bu, sistemin değerleriyle bağdaşmaz bir zemindir.
7.Biyoteknoloji Politik Saldırı İçin En İyi Hedef Olabilir.
Politik saldırı için bekli de en umut verici hedef Biyoteknoloji endüstrisidir. Her ne kadar devrimciler azınlıklar tarafından tatbik edilse de, genel nüfustan bir derecede destek, sempati ya da en azından rıza gelmesi yararlı olur. Bu tür bir destek ya da rıza kazanmak politik eylemin hedeflerinden biridir. Politik saldırınızı, örneğin, elektrik gücü endüstrisine yoğunlaştıracak olursanız, radikal bir azınlık dışındakilerden destek almak aşırı derecede zor olacaktır, çünkü çoğu insan yaşama tarzlarındaki değişikliklere direnir, özellikle de onları rahatsız eden değişikliklere. Bu nedenle, çok azı elektrik kullanımına son vermeyi isteyecektir.
Fakat insanlar henüz kendilerini ileri biyoteknolojiye elektriğe olduğu kadar bağımlı hissetmiyorlar. Biyoteknolojiyi yok etmek hayatlarını radikal bir şekilde değiştirmeyecek. Aksine, biyoteknolojinin süre giden gelişmesinin hayat tarzlarını dönüştüreceği ve uzun zamandır var olan insan değerlerini sileceği insanlara gösterebilir. Böylece radikaller, biyoteknolojiye meydan okurken, insanın değişime yönelik doğal direnişini kendi lehlerine seferber etmeyi başarabilirler.
Ve Biyoteknoloji sistemin kaybetmeyi göze alamayacağı bir konudur. Sistemin sonuna kadar savaşmak zorunda kalacağı bir konudur, ki ihtiyacımız da tam olarak bu. Fakat –bir kez daha yineleyecek olursam- biyoteknolojiye sistemin kendi değerlerine göre değil, sisteminkilerle bağdaşmaz olan değerlere göre saldırmak zorunludur. Örneğin biyoteknolojiye öncelikle onun çevreye zarar verebileceği veya genetik müdahaleye uğramış yiyeceklerin sağlığa zararlı olabileceği üzerinden saldırırsanız, sistem zemin sağlayarak veya uzlaşarak –örneğin, genetik araştırmalarda yüksek gözetim ve genetik müdahaleye uğramış mısırlarda özenli tahlil ve denetimi ortaya koyarak- saldırınızı hafifletecektir. İnsanların endişeleri böylece azalacak ve protesto sindirilecektir.
8.İlke Olarak Tüm Biyoteknolojiye Saldırılmalıdır.
Böylece, biyoteknolojinin şu yada bu olumsuz sonucunu protesto etmek yerine, (a) biyoteknolojinin canlıların tümüne hakaret olduğu; (b) sistemin eline çok fazla güç verdiği; (c) binlerce yıldır var olan temel insan değerlerini radikal bir şekilde dönüştüreceği; ve sistemin değerleriyle bağdaşmaz olan benzer gerekçeler dayanarak, ilke olarak modern biyoteknolojinin tümüne saldırmalısınız. Bu tür saldırıya karşılık, sistem karşılamak ve savaşmak zorunda kalacaktır. Aşırı düzeyde esneyerek saldırıyı hafifletmeye kalkışamaz, çünkü biyoteknoloji tüm teknolojik ilerleme girişimi için çok merkezidir ve sistem, esnediğinde taktiksel bir geri çekilme yapıyor olmayacak, değerler kodunda büyük bir stratejik bozguna uğruyor olacaktır. Sistemin bu değerleri yavaş yavaş yıpratılacak ve kapı, sistemin temellerini yaracak sonraki politik saldırılar için açılacaktır.
Doğru, ABD Temsilciler Meclisi yakın zamanda insan kopyalamanın yasaklanması yönünde oy kullandı ve en azından bazı kongre üyeleri bunun için doğru gerekçeler gösterdiler. Okuduğum gerekçeler dinsel terimlerle çerçevelenmişti, fakat söz konusu dinsel terimler hakkında ne düşünürseniz düşünün, bu gerekçeler teknolojik olarak kabul edilemez gerekçelerdi. Ve önemli olan da bu. Bu nedenle, kongre üyelerinin insan kopyalama üzerine yaptıkları oylama, sistem için hakiki bir bozgundur. Fakat bu, çok ama çok küçük bir bozgundu, çünkü yasaklanmanın kapsamı çok dar –biyoteknolojinin ufacık bir bölümü etkilendi- ve zaten yakın gelecekte insan kopyalama sistem için az bir pratik faydaya sahip olacak. Fakat Temsilciler Meclisi’nin hareketi, bunun sistemin zayıf bir noktası olduğunu ve biyoteknolojinin tümüne yönelik daha geniş bir saldırının sisteme ve onun değerlerin büyük bir zarar verebileceğini akla getiriyor.
9.Radikaller Biyoteknolojiye Henüz Etkili Bir Şekilde Saldıramıyor.
Bazı radikaller biyoteknolojiye politik veya fiziksel olarak saldırıyorlar, ama bildiğim kadarıyla biyoteknolojiye karşıtlıklarını sistemin kendi değerlerine göre açıklıyorlar. Yani temel şikayetleri, çevresel yıkım ve sağlığa zarar riskleri.
Ve biyoteknoloji endüstrisine yaralanacağı yerden vurmuyorlar. Yeniden fiziksel çarpışmayla benzerlik kurarsam, farz edin ki kendinizi dev bir ahtopota karşı savunmak zorundasınız. Ahtapotun dokunaçlarının ucuna vurarak etkili bir şekilde savaşamazsınız. Kafasına saldırmak zorundasınız. Faaliyetlerini okuduğum kadarıyla, biyoteknolojiye karşı çalışan radikaller hala ahtapotun dokunaçlarının ucuna vurmaktan daha fazla bir şey yapmıyorlar.
Sıradan çiftçileri genetik müdahaleye uğramış tohumları ekmemeleri konusunda ayrı ayrı ikna etmeye çalışıyorlar. Fakat Amerika’da binlerce çiftlik var, bu yüzden çiftçileri ayrı ayrı ikna etmek, genetik mühendisliğiyle savaşmak için aşırı derecede verimsiz bir yol. Biyoteknolojik işle uğraşan araştırmacı bilim adamlarını ya da Monsanto gibi şirketlerin yöneticilerini biyoteknoloji endüstrisini terk etmeleri konusunda ikna etmek çok daha etkili olacaktır. İyi araştırmacı bilim adamları özel yetenekleri ve kapsamlı eğitimleri olan insanlardır, bu nedenle yenilerini bulmak zor olur. Aynısı, şirketlerin yüksek yöneticileri için de geçerli. Bunların birkaçını biyoteknolojiden uzaklaşmaları yönünde ikna etmek, biyoteknolojiye, bin çiftçiyi genetik müdahaleye uğramış tohumları ekmemesi konusunda ikna etmekten çok daha fazla zarar verecektir.
10.Yaralanacağı Yerden Vur.
Sisteme politik saldırı için biyoteknolojinin en iyi konu olduğunu düşünmekte haklı olup olmadığım tartışmaya açıktır. Fakat bugün radikallerin, enerjilerinin çoğunu teknolojik sistemin ayakta kalmasıyla hemen hemen hiç ilgisi olmayan konulara harcadıkları tartışmasız. Hatta doğru konuyu işaret ettiklerinde bile, yaralanacağı yerden vurmuyorlar. Bu yüzden radikallerin küreselleşme üzerinde öfkeli tepinmeler yapmak için sonraki dünya ticaret zirvesine koşturmak yerine, üzerine düşünmek için zaman ayırmaları gereken şey, sisteme gerçekten yaralanacağı yerden nasıl vuracakları olmalıdır. Yasal yollarla tabi…
_____
(1) Vurguların tümü Kaczynski’ye aittir. (2) Sweatshop: İşçilerin düşük ücret karşılığında, kötü koşullarda uzun mesaiyle çalıştığı iş yeri.
Hareket benim, hareket sensin. Sokakta ve yazı masasında ve dahi atölyede, hareket; her daim hareket! Şimdiye yaramasa, karınca misali, büyüyen dalganın öncülü dalgayız. Yılmak yok; yola devam!!!
Kerem Kamil Koç
It’s been 8 years since our friend, our comrade and our accomplice (in fight against everything dominates us) Kerem, passed away. We missed him so much and will never forget him and his memories…
Umut Önder
Kerem Kamil Koç
Coşku, heyecan ve enerji dolu genç bir anarşist. İki yılı aşkın süredir kanser tedavisi görüyordu. Bu sabah yaşamını yitirdi.
Bana, kendinden şarjlı gibi görünen bitmez bir enerjisi vardı Kerem’in. Bu yönüyle coşku ve neşe kaynağımızdı. Kısacık yaşamında kendi üslubunca bir varoluş sergiledi. Düşünce ve pratikten kaynaklı çekişmelerin, didişmelerin insanı değil, farklı eğilimlerin toplamıydı o. Anarşinin bütün renklerini, tarzlarını, üsluplarını, kasketinde, montunda, gömleğinde muhakkak bir simgeyle sembolize etmiş ve bu yüzden de düşünsel bir huzur içindeydi. Kerem’in önyargısı anarşiydi. Onun için bir işin, bir eylemin anarşi adına yapılıyor olması yeterliydi. Çoğu zaman benim ve başkalarının ince eleyip sık dokuduğumuz gibi; neyin, ne zaman, ne amaçla, kim tarafından yapıldığı gibi sorgulayıcı eleştirel yaklaşımlara kafa yormaz, aldırmazdı. O, yoğurdu kendi bildiğince yerdi! Önemli olan anarşi adına bir şeylerin yapılıyor olması ve onun da buna katkısıydı. Belki de bu yüzden, aksiyona ayarlı bir ruh haliyle gezerdi kentin sokaklarını. Onu her gördüğümde devrimin başladığını ve yine geç kaldığımı hissederdim.
Hani, “her insan biriciktir” der ya üstadımız Max Stirner; aramızda, fevrilik sınırlarına yaklaşan bu biricikliğe, bu özgünlüğe bariz haliyle en yatkın, en yakın olanlardan biriydi Kerem Kamil Koç.
Onunla ilk kez hangi etkinlikte, hangi toplantıda karşılaştığımızı, ne zaman tanıştığımızı hatırlamıyorum. Sanki hep aramızdaydı. Çeyrek asırdır, şu memleketteki etkinliklerimizde, sesimizde, sözümüzde, eylemimizde hep vardı ve hep bir aradaymışız gibi gelir bana. Kendimi bildim bileli Kerem hep vardı duygusu içindeyim.
Onun; delik deşik kulaklarına geçirdiği küpelerini, piercing’lerini, giysisine, çantasına, orasına burasına yapıştırdığı özgün sticker’larını, her an harekete hazır, heyecan yüklü isyan arzusunu hiç unutmayacağım.
Senin, mütemadiyen eyleme, harekete ayarlı ruh halini hep özleyeceğim Keremciğim.
Güle güle sevgili dostum yoldaşım. Huzur içinde uyu.
‘Teknolojiye Karşı’, John Zerzan’ın 23 Nisan 1997 tarihli konuşmasıdır. Türkçe’ye Anarşist Bakış tarafından çevrilmiştir.
Geldiğiniz için teşekkürler. Bu öğleden sonra sizin Luddit’iniz olacağım [Luddite: 19. yy. İngiltere’sinde Sanayi devrimine karşı çıkan, makinalara zarar vermek yoluyla aktif direniş gösteren işçi gruplarına mensup kişiler]. Sembolik bir Luddite olarak, bu popüler olmayan veya tartışmalı bayrağı taşımak bana düşüyor. Zaman kısıtı nedeniyle vurgu daha ziyade maddelere indirgenmiş bir şekilde derinlikten çok genişliğe yapılacaktır. Ancak bunun biraz genel tespitler niteliğinde olacak konuşmamın ikna ediciliğine zarar vermeyeceğini umut ediyorum.
Bana öyle geliyor ki bizler kısır, fakirleştirilmiş, teknikleşmiş bir yerdeyiz, ve bu özellikler birbirleriyle ilişkili. Teknoloji, anlayışı genişlettiğini iddia ediyor, ancak bu genişletme öyle gözüküyor ki, bu taahhütün iddia ettiğinin tam aksine anlayışı köreltiyor ve dumura uğratıyor. Teknoloji günümüzde her alanda, her şey için çözümler sunuyor. Cevabının olmadığı herhangi bir seyi düşünmeniz oldukça zor. Ancak neredeyse her olayda, üstesinden geleceğini söylemek için ortaya çıktığı sorunu ilk önce kendisinin yaratmış olduğunu unutmamızı istiyor. Sadece biraz daha teknoloji. Daima bunu söyler. Ve bugün sonuçları herzamankinden daha açık seçik gördügümüzü düşünüyorum. Her şeyin toplum genelinde bilgisayara bağlanmasıyla, bilgisayar denizi bir çesitlilik, bir tam erişim zenginliği sunuyor; ancak yine de Frederick Jameson’un söylemiş olduğu gibi, tarih boyunca en fazla standartlaşmış olan toplumda yaşıyoruz. Buna “araçlar ve amaçlar” önermesiyle bakalım; araçların ve amaçların eş derece geçerli olması gerekir. Teknoloji tarafsız [nötr] olduğunu, sadece bir alet olduğunu, değerinin ve anlamının yalnızca nasıl kullanıldığına dayandığını iddia ediyor. Bu yolla araçlarının üstünü örterek amaçlarını gizliyor. Öz, içsel mantık, tarihsel gömülmüşlüğü [embeddedness] veya diğer boyutları anlamında ne olduğunu anlamanın hiçbir yolu yoksa, o halde teknoloji dediğimiz şey yargıdan kaçınmaktadır. Geçerli veya iyi amaçlara, kusurlu veya geçersiz araçlarla ulaşamayacağınız etik kuralını genellikle kabul ederiz, ancak araçlara bakmadıkça nasıl bir değerlendirme yapabiliriz ki? Eğer bu asli varlığı, temelleri anlamında düşünmemiz gerekmeyen bir şeyse, bunu yapmak imkansızdır. Demek istediğim, herhangi bir klişeyi tekrar edebilirsiniz. Geçerliliği olduğunu düşündüğüm araçlar ve amaçlar tezi bir ahlaki değer olduğu için, bu bir klişe olmaması umut edilen türden bir şeydir.
Bu noktayı açığa kavuşturmak maksadıyla çok sayıda insan veya vakadan bahsedilebilir. Örneğin, Marks önceleri teknolojinin ne olduğu, üretimin ve üretim araçlarının ne olduğuyla ilgilenmişti; ve çogu insan gibi bunun temelinde isbölüşümü olduğunu tespit etmişti. Ve bu nedenle, işbölümünün ne kadar gelişmeyi engelleyici ve ne kadar olumsuz olduğu hayati bir sorudur. Ancak Marks, çok fazla incelenmemiş olduğunu bildiğimiz bu sıradanlıktan, hangi sınıfın teknoloji ve üretim araçlarına sahip olduğu ve onları kotntrol ettiği, mülksüzleştirilmiş sınıfın, yani proletaryanın teknolojiyi burjuvaziden nasıl ele geçirecegi gibi çok farklı sorulara yöneldi. Bu, teknolojiyi incelemek ve değerlendirmekten oldukça farklı bir vurguydu, ve daha önce ilgilendiği şeyleri terk ettiğini gösterir.
Tabii ki, bu noktada Marks hiç şüphesiz ki teknolojinin olumlu, iyi bir şey olduğunu düşünüyordu. Bugün, bunun yalnızca bir alet, tarafsız bir şey olduğundan, meselenin tamamen teknolojinin araçsal kullanımından ibaret olduğundan bahseden insanlar teknolojinin gerçekten de olumlu bir şey olduğuna inanıyorlar. Ancak onlar biraz daha ihtiyatlı olmak istiyorlar; yani bir kere daha ifade edersem, benim belirttiğim nokta, onun tarafsız oldugunu söylüyorsanız, olumlu olduğu iddiasının gerçekliğini test etmekten kaçınıyorsunuzdur. Diğer bir deyişle, onun olumsuz veya olumlu olduğunu söylerseniz, o zaman onun ne olduğuna bakmanız gerekir. Onu öğrenmeniz gerekir. Ancak eğer nötr olduğunu söylerseniz, bu inceleme yapmanın önünü oldukça iyi bir şekilde keser. Şimdi, sürekli duyup durduğum bir alıntıyı size söylemek istiyorum, zeki bir matematikçiden oldukça anlamlı bir alıntı ve –Ted Kaczynski değil!- Britanyalı bir matematikçiden, Alan Turing’den; ve eminim ki bazılarınız 1930 ve 40’larda bilgisayarların teorik temellerin pek çoğunun onun tarafından oluşturulduğunu biliyorsunuzdur. Yine, 50 yıl önce Oscar Wilde’a karşı yapılan fiile benzer bir şekilde, eşcinsel olmasından ötürü kaynaklanan bir dava nedeniyle 50’lerde kendi canına kıydığı da bahsedilmeye değerdir. Her neyse, bundan bahsediyorum (bu trajik olguyu, eşcinseldi, sonu da bu nedenle böyle oldu diye küçümsemek falan istemiyorum), ancak bir elmayı siyanürle boyayıp sonra da onu ısırarak canına kıymıştı; ve bu bana, bilgi ağacının yasak meyvesini, ve (sonuçta ne olduğunu hepimizin biliyoruz) onun buna ilişkin bir şey söyleyip söylemediğini düşündürüyor. Çalışma, tarım, sefalet ve teknoloji, tümü ondan kaynaklanıyor. Ve bu arada Apple bilgisayarlar hakkında düşünüyorum. Neden elma’yı kullanmışlardı ki? Bu benim için gizemli bir şey. [gülüşmeler.]
Her neyse, bu konu dışına taşmanın ardından, bahsettiğim alıntıya geri dönelim. 1950’de Mind dergisindeki makalesinin ortalarında, şöyle diyordu: “İnanıyorum ki, yüzyılın sonunda, kelimelerin kullanımları genel eğitimli kamuoyu görüşünde öylesine değişmiş olacak ki, aksi iddia edilmesi beklenmeyecek şekilde düşünen makinalardan bahsedilebilecek.” Burada bana göre oldukça ilginç olan şey, yüzyılın sonuna doğru insanların, makinaların düşündüklerini anlamakta zorlanmayacakları ölçüde ilerlemiş hesap yapan makinalara [computing machines] sahip olacağız demiyor (o zamanlar onlara hala hesap yapan makinalar deniliyordu), Şöyle diyor; “… kelimelerin kullanımları genel eğitimli kamuoyunun görüşünde öylesine değişmiş olacak ki.”
Şimdi, bunu muhtamelen onun aklında olandan farklı şekilde okuyorum; ancak bunun üzerine düşünürseniz, bunun toplum ile teknoloji arasındaki karşılıklı ilişki sorusuyla bir ilgisi vardır. Onun oldukça haklı olduğunu düşünüyorum; ama yine yapay zeka -tabii ki o zaman bu öyle adlandırılmıyordu- çok ilerlemiş olması nedeniyle değildi bu. Aslında, benim anladığım şekliyle, fazlasıyla tutkulu iddiaları açısından pek iyi bir performans sergilememiştir. Ancak bazı insanlar şimdi bu düşünceyle [nosyonla] oldukça ciddi bir şekilde uğraşıyorlar. Aslında, makinaların hissedip hissetmedikleri ve makinaların hangi noktada canlı olup olmadıklarıyla ilgili küçük ama dikkat çekici bir yazın da var. Ve bunun sebebi Yapay Zeka’nın çok ilerlemiş olması değil bana göre. 80’lerin başlarında, bunun “eşiğinde olduğumuz” şeklinde çok fazla laf söyleniyordu, ve ben bir YZ [yapay zeka] uzmanı değilim, ancak fazla bir ilerleme olduğunu sanmıyorum. Sanırım bayağı iyi satranç oynuyor, ancak bu diğer başarıların veya seviyelerin yakınına dahi gelmiş olduğunu düşünmüyorum.
Bilgisayarlara ilişkin algıdaki değişimi açıklayan şeyin, son elli yılda yaşanan büyük yabancılaşmanın sebep olduğu deformasyon [biçimsizleşme] olduğunu düşünüyorum. İşte bu nedenle bazıları, ve umuyorum ki sayıları pek fazla değil, bilgisayarların canlı oldukları hakkında bu noktaya tutunuyorlar.
Yapabilecekleri şeyler anlamında ise, bana öyle geliyor ki, bizlerin giderek makina-benzerleri olmamız anlamında insanlar ile makinalar arasındaki uzaklık azalırken, makinaları insan-benzeri olarak görmek açıkça daha kolaylaşlaşıyor. Bunun hakkında aşırı dramatik olmak istemiyorum, ancak giderek daha fazla sayıda insanın yaşamak bu mu veya sadece devinimler içinde mi gidiyoruz diye merak ettiğini düşünüyorum. Ne oluyor? Her şey yaşamın dışına mı süzülüyor [atılıyor]? Bütün bir doku ve değerler ve benzeri şeyler kuruyup gidiyor mu? Bu konu aslında birçok başka sunum yapılmasını gerektiriyor, ancak bu pek de teknolojinin fiili ilerlemesi değil: Eğer makinalar insan olabilirse, insanlar da makina olabilirler. Gerçekten de korkutucu olan nokta bu ikisi arasındaki mesafenin kısalması.
Benzer başka bir alıntı da yine bu çöküşe [descent] işaret ediyor, bilgisayar iletişimi uzmanı J.C.R. Licklider’dan kısa bir alıntı. 1968’de şöyle demişti: “Gelecekte, bir makina aracılığıyla yüz yüze olduğundan daha fazla iletişim kurabileceğiz.” Bu bir yabancılaşma [estrangement, bozuşma, kayıtsızlık hali] değilse, ne olduğunu bilmiyorum. Aynı zamanda, kültürel gelişme açısından bir diğer çarpıcı yön de, yabancılaşma [alienation] kavramının ortadan kaybolması, neredeyse tamamen kaybolmuş durumda. Son yirmi yıldaki kitapların fihristlerine bakacak olursanız, yabancılaşma”nın artık orada yeri yoktur. Sanırım, o kadar banal bir hale gelmiştirki, hakkında konuşmanın anlamı bile kalmamıştır.
Başka bir konuda bir siyaset teorisyeninin, Anthony Giddens’in, sanırım aslında Sir Anthony Giddens, yeni bir değerlendirmesini okuyordum. “Kapitalizmin, kendisine karşı alternatifleri yok ettiği anda, bir inceleme nesnesi olarak ortadan kaybolmuş olması”nı dikkate değer buluyordu. Başka bir sistemin olmaması halinde başka incelenebilir ne var ki diye düşünülebilir. Ama hiç kimse bunun hakkında konuşmamaktadır;. sadece verili bir şeydir. Açıkça kabullenilmiş ve dikkatle incelenmemiş bir başka basmakalıp şeydir. Ve, tabii ki, sermaye giderek teknolojikleşmektedir. Oldukça bariz bir şey. Bunun Net’de gezinmek veya İdaho’daki kuzeninize e-mail atmak veya benzeri bir şey olduğunu düşünen insanlar, sermayenin hareketinin bilgisayarın temel işlevi olduğu olgusunu göz ardı ediyorlar. Bilgisayar, daha hızlı işlemler, malların daha hızlı değişimi ve benzeri şeyler içindir. Bunun belirtilmesine bile gerek yok.
Yani, her neyse, tüm bir alanın veya zeminin nasıl hareket ettiği, bizim teknoloji algımızın ve ona atfettiğimiz değerlerin nasıl değiştiği temasına geri dönersek, bu genellikle hissedilmez bir şekilde olur. Freud medeniyetin tam olgunlaşmasının evrensel bir nevroz anlamına geleceğini söylemişti. Ve bu, üzerine düşündüğünüzde, fazlasıyla iyimser gözükmekte. Gördüklerim karşısında fazlasıyla rahatsızlık hissediyorum. 15-19 yaş grubundakiler içinde intihar oranının 1961’den bu yana %600 arttığı Oregon’da yaşıyorum. Bu, ergenliğin ve toplumun eşiğine gelen, onu üzen gençlikten başka bir şey olmadığını düşünüyorum; ve ne görüyorlar? Mahrum edilmiş [bereft, büyük bir yoksunluk hali] bir yer görüyorlar. Onların bilinçli bir şekilde bu türden bir formülasyondan geçtiklerini söylemiyorum, ancak bir şekilde bir değerlendirme yapılıyor, ve bazıları basitçe vazgeçiyorlar.
En gelişmiş ülkelere ilişkin birçok çalışma ciddi depresyon oranının her on yılda bir ikiye katlandığını gösteriyor. Yani bu, eğer şu anda sadece günü geçirmek için anti-depressan ilaçlar kullanan yeterince insan olmasaydı, bunları biz hepimiz çok daha önceden alacaktık demek oluyor. Bu ürpertici gerçekten çıkarsamalar yapabilirsiniz. Bunun neden böyle sürüp gitmeyeceği hakkında bir sebep arıyorsanız, bu neredeyse toptan bir değişimden başka ne olabilir ki?
Ve birçok başka şey. Okur-yazarlıktan uzaklaşma. Bu oldukça şaşırtıcı olan, oldukça temel bir şey, ancak insanların artık anlamı olmayan bir şeyden içgüdüsel olarak [viscerally] uzaklaştıklarını düşünürseniz pek de şaşırıtıcı gelmiyor. Toplu cinayetlerin sayısındaki patlama. Bu, birkaç on yıl önce, bu şiddet dolu ülkede bile duyulmamış bir şeydi. Şimdi tüm ülkelere yayılıyor. L.A. [Los Angeles] veya ABD’nin herhangi bir yerinde olduğu gibi İskoçya’da veya Yeni Zelanda’da, bir McDonalds’da veya bir okulda veya başka bir yerde böylesine dehşet verici bir şeye rastlamadan gazete okumanız bile bayağı zor.
Rancho Santa Fe. Bu alıntıyı haberlerden muhtamelen hatırlayacaksınız. Oradaki Cennetn Kapıları grubunun üyesi olan bir kadın hakkında. “Belki de ben deliyim, ama umurumda değil. 31 yıldan beri burada yaşıyorum, ve burada bana göre hiçbir şey yok.” Sadece kült üyeleri için değil, boşluğu inceleyen pek çok kişi için bunun bayağı bir anlamı olduğunu düşünüyorum.
Ekolojik bir felaketten başka bir şey olmayan dışsal doğamızın kriziyle birbirine bağlanan içsel doğamızın krizi, tamamen insanlıktan çıkma [dehumanization] ihtimaliyle karşı karşıyayız. Bu ilki ile canınızı sıkmayacağım; buradaki herkes bunun tüm özelliklerini, türlerin hızla yok olmasını, vb. vb. biliyor. Oregan’da, örneğin, doğal, orijinal ormanlar yüzde bire kadar düştü; som balığı nesli tükenmenin eşiğinde. Bunu herkes biliyor. Ve bu, teknolojinin hareketiyle ve onunla ilgili olan diğer şeylerle birlikte daha da hızlandı.
Marvin Minsky — sanırım 80’lerin başındaydı– beynin etten yapılmış üç poundluk [yaklaşık 1350 gram] bir bilgisayar olduğunu söylemişti. Önde gelen Yapay Zekacılardan birisiydi. Ve ardından bir sürü şey geldi. Sanal Gerçekliğimiz var. İnsanlar, bakılacak veya uğraşılacak pek bir yönü kalmayan nesnel toplumsal varoluştan uzaklaşmak amacıyla sürüler halinde oraya doğru yönelecekler. İnsanların klonlanması muhtamelen birkaç ay uzaklıktaki bir konu. Her zaman taze dehşetler. Eğitim. Çocukları beş yaşına geldiklerinde bilgisayarın başına bağlayın. Buna “bilgi üretimi” diyorlar. Ve onun hakkında söyleyebileceğinizin en iyi şey budur.
Extropy dergisine katılımcılarından Carnegie-Mellon’daki Hans Moravec’den bir alıntı yapmak istiyorum. Şöyle diyor: “Nihai sınır, her faaliyet parçasının anlamlı bir hesaplama haline getirildiği bir arena olacaktır. Evrenin yaşanılan kısmı bir siber-alana dönüştürülecektir. Böylece en derin zihinsel süreçlerimizin bir kısmını parça parça daha fazla siber-alanla -yapay zekadan satın alınan uygun programlar ve benzeri şeylerle- değiştirmeye, kendimizi giderek ona benzeyen bir şeye dönüştermeye meyledebiliriz. En sonunda, düşünme yöntemlerimiz orijinal bedenimizin, aslında herhangi bir vücudun, tüm kalıntılarından tamamen kurtulabilecektir.” Bunun bir yorum gerektirdiğini sanmıyorum.
Ancak tabii ki aksi sesler de var. Tüm bu gelişmelerden oldukça endişelenen insanların yaptıkları analizler de var. Bunların en iyilerinden birisi, 40’larda yazılmış olan Horkheimer ve Adorno’nun Aydınlanmanın Diyalektiği çalışması. Eğer teknoloji tarafsz değilse, o zaman mantığın da tarafsız olmadığını oldukça kuvvetli bir şekilde öne sürerler. “Araçsal mantık” dedikleri şeyin eleştirisini geliştirirler. Mantık, medeniyet ve teknolojinin bayrağı altında, esasen uzaklaştırmaya ve denetime eğilimlidir. Tüm hikayeyi birkaç cümlede özetleyecek değilim, ancak kitabın hatırlanmaya değer parçalarından birisi Odyssey’den, Homer’den, Odysseus’a -Odysseus’un denizde sirenleri [siren, Yunan mitolojisinde şarkılarıyla denizcileri tehlikeli sulara çekerek ölmelerine sebep olan yarı kadın yarı kuş şeklindeki mitolojik varlık] geçmeye çalıştığı, Avrupa medeniyetinin temel metinlerinden birisi- baktıkları kısımdır. Horkheimer ve Adorno, bunun, oldukça erken bir zamanda, tensel, Eros, tarih-öncesi, teknoloji-öncesi ile geçmişe dönme ve başka bir şey yapma projesi arasındaki gerilimi resmettiğini ortaya koyarlar. Odysseus’un kendilerini gemi direklerine bağlayan, kulaklarını balmumuyla tıkayan kürekçileri vardır; böylece zevk tarafından ayartılmayacak, ve medeniyet ile teknolojinin baskıcı, tensellikten yoksun yaşamına katlanabilecektir.
Tabii ki, yabancılaşmanın [bozuşmanın] birçok başka işareti de vardır. Descartes, 350 yıl önce, “Bizler, doğanın efendileri ve sahipleri haline gelmeliyiz” demişti. Ancak Horkheimer ve Adorno’nun ve diğer başkalarının eleştirilerinde dikkat edilmeye değer şeyin şu olduğunu düşünüyorum: eğer toplum doğaya baş eğdiremezse, o zaman toplum daima doğaya tabi olacak, ve sonuçta da ortada muhtamelen toplum falan olmayacaktır. Bu uyarıyı, bu şartı daima ifade ederler, ki bu dürüstlüklerinden dolayı onlar için olumludur; ancak bu onların eleştirilerinin etkilerini frenlemektedir. Onu daha az siyah-beyaz bir şey haline getirir, çünkü doğanın hakimiyetinden gerçekte kaçınamayız, ve her şeyin, bizzat varoluşumuzun dayandığı şey de budur. Teknolojik yaşamı eleştirebiliriz, ancak o olmaksızın halimiz nice olurdu?
Ancak son 20, 30 yılda çok çok muazzam etkileri olan bir şey gerçekleşti, ve bunun pek öyle ortaya getirildiğini de düşünmüyorum. Geçmişte, medeniyetin dışında kalan yaşamın gerçekten de nasıl bir şey olduğu hakkında ilmi fikirlerde toptan bir düzeltme yaşandı. Medeniyetin, dinin, devletin, polisin, orduların, buna benzer şeylerin asli ideolojik temellerinden birisi, medeniyetten önce oldukça kana bulanmış, korkunç, insanlık dışı bir durum varolduğu düşüncesidir. Bunun uysallaştırılması ve özel olarak öğretilmesi gereklidir. Bu Hobbes’dir. Bu, medenileşme öncesi hayatın iğrenç, kaba ve kısa olduğu şeklindeki ünlü düşüncedir; ve insanlığı korku ve hurafalerden, dehşetli koşullardan kurtararak medeniyete ulaştırmak için, Freud’un “içgüdüsel özgürlükten zorla vazgeçme” dediği şeyi yapmanız gerekir. Bunu yapmak zorundasınızdır. İşte bu da onun maliyetidir. Her neyse, bunun tamamen yanlış olduğu ortaya çıkmıştır. Şüphesiz ki, yeni paradigmanın bazı kısımları, bazı ayrıntılar üzerinde anlaşmazlıklar vardır, ve yazının büyük bir kısmının bundan radikal sonuçlar çıkardığını da düşünmüyorum. Ancak 70’lerin başından beri, yaşamın bundan iki milyon ya da daha fazla yıl önce, yaklaşık 10.000 yıl önce sona eren bir dönemde -ki bu zaman olarak neredeyse bir hiçtir,- nasıl olduğuna dair oldukça çarpıcı bir resme sahibiz.
Tarih öncesi dönem artık zekayla, eşitlik ve paylaşmayla, boş zamanla, büyük bir cinsel eşitlikle, gürbüzlük ve sağlıklılıkla, örgütlü şiddetin hiçbir emaresinin olmamasıyla nitelendiriliyor. Bunun şok edici olduğunu düşünüyorum. Bu neredeyse toptan bir yeniden değerlendirme. Tabii ki hala kadını saçlarından tutarak mağaraya doğru sürükleyen mağara adamı, tamamen vahşi ve insanlık-dışı bir yaratık olarak Neanderthal vs. gibi karikatür benzeri imajlarla yaşıyoruz. Ancak gerçek resim tamamen değişmiştir.
Buna ilişkin kanıtlar ve argümanların ayrıntılarına girerek zamanınızı almayacağım, ancak birkaç tanesinden bahsetmek istiyorum. Örneğin, paylaşım hakkında nasıl bir şeyler söyleyebiliyoruz? Bu biraz 60’ların tezlerine benziyor, değil mi? Ancak bu, ocaklar, ateş yakılan yerler, muhtamelen geçici olan yerleşim yerleri atrafındaki kanıtların incelenmesine dayanan basit bir şey aslında. Eğer bir ateş etrafında tüm güzel yiyeceklerin bulunduğunu görürseniz, bunun anlamı aşağı yukarı şefin ve diğer herkesin pek az veya hiçbir şeye sahip olmadıklarıdır. Ancak eğer herkes tamamen eşit miktarda nesnelere sahipse, o zaman bu bir eşitlik durumunu gösterir. Thomas Wynn tarih-öncesi zekayı başka bir ışık altında görmemize yardımcı olmuştur. O, basit bir taş alette bile donup kalan ve/veya gizli kalan anlamında Piaget’e dikkatimizi çekti; ona benzer bir şeyi ortaya çıkarmak ve bir alet yapmak için gerçekte neler yapıldığını göstermek amacıyla, onu sekiz farklı aşama, adım ve yöne ayırdı. Ve bunun en azından bir milyon yıl önce olduğu sonucuna vardı –benim görebildiğim kadarıyla yazında bunu çürüten bir şey yok; Homo bugünkü yetişkin bir insanınkine eşit bir zekaya sahipti. Birisi kalkıp da, tamam kültür öncesi dönemde ortalık biraz güllük gülistanlık olsa da, uzak atalarımız o kadar sönüktüler ki, tarımı, hiyerarşiyi ve tüm diğer halikulade şeyleri yapmayı beceremediler diyebilir pekala. Ancak eğer bu doğru değilse, o zaman resmin tümüne oldukça farklı bir gözle bakmaya başlarsınız.
Bir başkası: Marshall Sahlins’in Taş Devri Ekonomisi kitabı 1971’de yayınlandı, argümanların birçoğu mevcut avcı-toplayıcı insanlara, onların ne kadar çalıştıklarını gözlemlemeye -ki bu çok, çok azdı- dayanıyordu. Bu arada, onun Michigan Üniversitesi antropoloji bölümü başkanı olduğunu da belirteyim, yani saplantılı veya marjinal bir şahsiyetten bahsetmiyoruz. Antropoloji ve arkeoloji yazınına bakacak olursanız, düşündüklerimizde oldukça hayrete düşürücü düzeltmeler yapıldığını görebilirsiniz. Bu sanırım sizin medeniyetin belki de iyi bir şey olmadığını düşünmeye başlamanıza yol açacaktır. Her zaman sorulan soru, insanlığın tarımı bulmasının neden bu kadar uzun zaman aldığı sorusudur. Yani bunu görece daha dün, 10.000 yıl kadar önce düşünebilmişlerdi. Ama buradaki asıl soru tarıma neden başlamış olduklarıdır. Ki bu aslında medeniyeti niye başlatmış oldukları sorusudur aslında. İşbölümüne dayanan bir teknolojiyi neden başlattılar? Eğer bir zamanlar sıfır işbölümüne dayanan bir teknolojiye sahiptiysek eğer, benim için bunun oldukça çarpıcı sonuçları vardır; bu beni bir şekilde o noktaya geri gitmenin mümkün olduğunu düşünmeye sevk ediyor. Daha yüksek bir koşula, bana göre gerçekliğe oldukça yakın, bütünlük durumuna benzer bir koşula yeniden bağlanabiliriz.
Konuşmamın sonuna oldukça yaklaştım. Heidegger’den bahsetmek istiyorum. Heidegger pek çokları tarafından yüzyılımızın en derinlikli veya en özgün düşünürlerinden birisi olarak kabul edilir. Teknolojinin felsefenin sonu olduğunu düşünüyordu; ve bu, teknolojinin toplumu gittikçe daha fazla kuşatmasıyla [içine almasıyla] birlikte, her şeyin, hatta düşünmenin bile, onun için öğütülen, üretim için öğütülen bir şey haline gelmesi görüşüne dayanıyordu. [Felsefe] ayrı olma özelliğini, ondan bağımsız olma özelliğini kaybeder. Görüşü kısaca olsa da bahsetmeye değer. Şimdi de favori konularımdan birisine geliyorum; Heidegger’in, bunu görebilecek kadar yaşayabilseydi, zihninde olacağından emin olduğum postmodernizm. Burada postmodernizmle beraber mantığın tamamen tahtından feragat ettiğini düşünüyorum. Bu o kadar yaygınlaşmış bir şey ki, ama yine de çoğu insan ne olduğunu bilmiyor. Tamamen içine gömülmüş olmamıza rağmen, bugün bile pek azımız bunu kavramış durumdayız. Belki de bu, kendi tarzında, daha önce değindiğim banalliklere benziyor. Yani, ona yabancı olanı zararsız duruma getiren şey basitçe kabul ediliyor ve nadiren sorgulanıyor.
Böylece bir takım ev ödevleri yapmaya başladım, ve o zamandan beridir bunun üzerine bazı şeyler de yazdım, ve temel şeylerden birisi -zaten bilenlerden özür dilerim bu açıklamalarım için- Lyotard’ın 70’lerdeki Postmodern Durum adlı kitabından kaynaklanıyor. O, postmodernizmin özünde “meta-anlatılara karşı bir antipati”, yani bütünün, genelin, ve bütünü kavrayabileceğimiz şeklindeki küstahça fikrin reddi olduğunu savunuyordu. Bütünün totaliter olduğu fikrine dayanmaktadır. Bir şeyin bütününü algılayabileceğinizi düşünmeye çalışmak? Pek de iyi değil. Bunun üzerine bayağı bir düşündüm; bu arada, aydınlar arasında Fransa’da uzunca zamandır egemen olan Marksizme karşı bir tepkiydi bu; bundan ötürü ortaya çıkan aşırı bir karşı tepki olduğunu düşünüyorum.
Yani bütünlük karşıtı bir görüş açısı ve tutarlılık karşıtı bir görüş açısı var ortada; şüphe edilmesine ve hatta tiksindirici bir şey olduğu düşünülmesine rağmen. Her şey bir yana, (ve muhtamelen burada Horkheimer ve Adorno ile uzlaşıyordu), Aydınlanma düşüncesinin bize getirdikleri nelerdi? Modernist, genelci, bütünlüğe odaklı düşüncenin bize kazandırdıkları neydi? Auschwitz, Hiroşima, nötron bombaları, bunları hepiniz biliyorsunuz. Postmodernizmin belki de herşeyi bir kenara attığı, ve bir şeye karşı, yani üşüşen [unrushing, saldıran] teknolojiye karşı hiçbir savunmasının olmadığı hissine kapılmak için bu tür şeyleri savunmanıza gerek yok.
Benzer şekilde, postmodernizm, kökenler [origins] fikrine de karşıdır. Kökenler fikrinin yanlış bir fikir olduğunu düşünürler (tüm bunlar büyük genellemelerdir; muhtamelen küçük vurgu farklarına sahip olanlar bulunmaktadır.) Bizler bir kültürün içinde yaşıyoruz. Her zaman bir kültürün içinde yaşadık. Daima da bir kültürün içinde yaşayacağız. Bu nedenle kültürün dışından bakamayız. Bu nedenle, doğaya karşı kültür türü bir şey yanlış bir düşünce olur. Onlar bunu da reddediyor, ve bu nedenle şimdinin anlaşılmasını engelliyorlar. Bir nedenselliğin veya gelişmenin kökenlerine veya başlangıç noktalarına geri dönemezsiniz. Bununla ilgili olarak, tarih oldukça keyfi bir kurgudur; kurgulardan birisi en azından bir diğeri kadar iyidir. Keza parça parça olana [fragmentary], çoğulculuğa, çeşitliliğe, tesadüfi olana vurgu da vardır. Ama soruyorum, nerede tesadüfilik? Nerede çeşitlilik? Nerede? Bence, olayların genel gidişatı ve bu gidişatın anlamı bağlamında dünya giderek ıssız ve tek parçalı hale geliyor. Sınırlar ve yüzeyler hakkında vurgu yaparak etrafta dolaşmak, yüzeyin altına bakamayacağınız bu tavır, bana göre etiksel ve entelektüel bir korkaklıktır. “Gerçek ve anlam?” Bence bu tamamen saçmalık. İşi bitmiş bir şey. Buna benzer terimleri daima tırnak içine koymak. Postmodern yazılara baktığınızda bayağı bir şeyin tırnak içine alındığını görürsünüz. Ortada bayağı bir ironi var, tabii ki. Kinizmin eşiğinde bir ironi, popüler kültüre baktığınızda her yerde bunu görürsünüz. Potmodernizme göre, bu bütüne yakın bir şeydir. Her şey kaymaktadır. Fazlasıyla parçalara bölünmüştür. Bireye karşı yapılandan uzak durmanın nasıl mümkün olduğunu ve doğadan geriye ne kalacağını pek anlayamıyorum.
John Zerzan: On Modernity and the Technosphere, Binghamton University; April 2, 2008
Postmodernizmin teknolojinin büyük bir suç ortağı olduğunu ve genellikle onu açık açık kucakladığını düşünüyorum. Lyotard, “veri bankaları yeni doğadır” demişti. Tabii ki, eğer kökenleri dışarda bırakırsa, doğanın ne olduğunu nasıl bilebilir ki? Onların da kendilerine özgü bütünlük-türü varsayımları var, ancak ona yakalanmak istemiyorlar. Yalnızca eski moda insanların bu oyunu oynamak istemediklerini düşünüyorum. Bir alıntı daha: Current Anthropology dergisinin Haziran 1994 sayısında Profesör Escobar’dan. Teknolojinin norm [kural] olanı ve dışarda bırakılacak olanı nasıl belirlediğine ilişkin iyi bir alıntı. Şöyle diyordu: “Teknolojik buluşlar, hakim dünya görüşüne göre, dönemin teknolojisini meşru ve doğal kılmak üzere bir diğerini dönüştürür genellikle. Doğa ve toplum, günün teknolojik gereklerini kuvvetlendirecek şekilde açıklanmaya başlanırlar.” Gayet iyi ifade edildiğini düşünüyorum.
Böylece teknoloji hakkındaki oldukça temel bir yanlış inançla başladım. Teknoloji tarafsız değildir, toplumun bir parçası olarak toplumsal konumlanmasından veya gelişiminden bağımsız duran ayrı bir alet değildir. Sanırım diğeri ise, evet, teknoloji hakkında istediğiniz kadar konuşabilirsiniz, ancak o işte burada, amansız bir şey, ve onun hakkında konuşmanın faydası ne? Bu kaçınılmaz bir şey değil mi?. Yalnızca biz hakkında hiçbir şey yapmadığımız zaman, kaçınılmaz hale gelir. Bunun gayet açık bir meydan okuma olduğunu düşünüyorum. Hayal edilemez olan gerçekleşecek. Şu anda gerçekleşmekte. Ve eğer bir geleceğimiz varsa, bu ona kafa tutacağımız için, farklı bir görüşümüz olduğu için, ve onu parçalamayı düşündüğümüz için olacaktır.
Bu arada, eğer bir geleceğimiz varsa, gerçek suçluların kimler olduğu ve Unabomber’ın kimi çağrıştırdığı hakkında farklı bir görüşe sahip olabiliriz: John Brown belki de; ve John Brown gibi bizi kurtarmaya çalışan birisi.
John Zerzan Anti-Authoritarians Anonymous PO Box 11331 Eugene, Oregon 97440
Nedircikler hayatına 2015 yılında web üzerinden yayımlanmak üzere tasarlanmış kişisel bir yayıncılık mecrası olarak başladı. Beş yıl boyunca ekoloji alanından Zen Buddhacılık ve Tao’ya, şiirlerden radikal politik metinlere pek çok çeviri ve telif yazıya ev sahipliği yaptı. Ancak yıllardır süren bir özlemle, yayıncılığın en doğrudan yolunun nasıl olabileceğinin arayışı içindeydi. Kadim Çin köy matbaaları örneğindeki gibi zanaatkârca kendi kâğıdını yapanların bu kâğıtları Yol’un özünü taşıyan şiirler ve metinlerle buluşturduğu bir yayıncılık yolu ahir zamanda mümkün müydü? Dolayımdan olabildiğince azade, her şeyi doğrudan kendin yaparak, her şeyde olduğu gibi yayıncılığın da endüstrileşmesine sessiz sakin kafa tutan bir “Yavaş Yayıncılık” olabilir miydi? 2020 yılının sonlarında bu düşüncelerle ilk kâğıtlar yapılmaya başlandı ve Nedircik Yayınları doğdu.
Max Caffard ‘Zenarşi’ Nedircik Yayınları
Geri dönüşüm kâğıtlarının yanı sıra ellerimizle yetiştirdiğimiz ve doğadan topladığımız bitkilerin lifleri de bin bir emekle kâğıda dönüşüyor. Türlü bitkiden mürekkepler elde ediliyor. Nedircikler atölyesi adeta bir simya atölyesi gibi çalışıyor ve tüm bunlar en nihayetinde zihnin ve gönlün simya evinden çıkma sözlerin büyüsüyle buluşarak el yapımı kitaplara, defterlere ve baskılara dönüşüyor. Her kitapçık sınırlı sayfa sayısında oluyor ve sınırlı adette (50-100 adet arası) basılıyor. Bunların beraberinde Nedircikler elektronik kitapları, sesli yayınları ve gelecekte olası başka ifade biçimleriyle de yayıncılığın her alanında başka türlü bir söz üretmenin gayretini gösteriyor.
Kültürhane: Haiku Ninenin Ekolojik Hayatı
Kalemle, kâğıtla, yazıyla, çevirilerle ve çoğunlukla doğanın bağrında geçen bir ömrün semeresi Nedircik Yayınları. En dolaysız, en doğrudan tecrübenin, köklerin ve kaynağın arayışında bir yolculuğun hem yolcusu, hem taşıtı hem yolun kendisi biraz bu macera. Yavaşlayarak, yaşamın kendi ritmine uyan adımlarla talim ederek düşlerin ve gerçeğin patikalarını; kelimelerin ve şeylerin, mürekkebin ve liflerin hakkını vererek, SÖZ’ün gerçekten de YOL olduğu ve insanın YOL’la bir olduğu bir yaşamın izinde bir seyrüsefer.