Perfect Punk Emre Varışlı ve Otopoetika

Ş O V

Emre Varışlı

2016

Yazar’ın üç duvarlı odası ormana açılıyor. Manzara National Geographic. Yeşilin bitiminde hemen bir göl başlıyor. Göle yansıyan ağaçlar. Pastoral bir cehennem. Yazar dalıp gitmiş ve kamera hemen sırtından dolaşıp, önüne geçiyor, yüze yakın plan!

Koyu kahve takım içinde, kravatı pis ve buruşuk. Yeşile bakıyor. Mimiksiz. Kamera uzaklaşıyor. İnsan kendine en son rastlıyor. Bazıları için romantik doğadaki bok kokusunu Yazar hissetmez. Sadece yalın ayak durur ve ona yaklaşmaya götü yemediği için, tüm temkiniyle bakar. Gözleri yaşarıncaya kadar açık, gözleri akıncaya kadar açık, gözleri kendi gözleri olmayana dek açık. Bir kadın olduğunu unuturcasına ve bir erkek olduğunu unuturcasına, pigmentler akarken, yağmur beklenirken, kamera kayda devam ediyor. Odadan çimlere uzanan kablo yığını. Küçük elektirik kaçakları ve çıtırtılar. Böcekler gibi. Yazar geri çekiliyor ve üç duvarlı odayı geçip, diğer odaya dalıyor.

Ahşap döşemeli bir 90’lar faciası. Aplikler ve loş ışık içinde oturan çekirdek aile. Baba elit ve ayrı yıkanan temiz ev gömleğiyle çayını içiyor. O sırada araya porselen tabak seti, kadın pedi, çamaşır suyu ve meşrubat reklamı alınıyor. Bir erkek çocuk, üzerinde siyah bir pelerin var. Kamera kayıtta. Oğlanın yüzüne yakın plan. Oğlan az önce ağlamış ve şimdi mimiksiz şekilde kendi çükünü düşünüyor. Karşısında oturan üvey annesi tarafından tacize uğrayarak geçen geceler. Televizyonda üvey annenin taciz görüntüleri dönüyor. Ailecek çaylarını içip izliyorlar. Babanın yüzündeki tebessüm kocaman bır yarığa dönüşüyor. Yazar tam ortalarında, aile bireyleri onu başlarıyla, sakince, oturaklı, ölçülü bir şekilde selamlıyorlar. Kamera kaydediyor ve kablolar, müthiş el dokuması yeşil halının üstünde geziniyor.

biz kadınlar ve erkekler
sigaralarımız yakıp güzel kıyafetler giymeyi
kur yapmayı, götleri,
birbirimize ait olmayı bedenen devletler oluşturmayı
devlete ait olmayı, faturalanmış bir akış sağlamayı
imzalı parasal seçimleri, şarküteri alışverişlerini
kırmızı ruja sadık kalmayı, azıcık resmi giyinmeyi
ama asla fazla resmi görünmemeyi, bacakları, kalpleri
suratları tıraşlamayı, aynı yerlere sıçmayı, sıvalı duvarlar
arasında alt alta olmayı, üst üste olmayı, seks oyuncaklarını
akrabanın altın dişini, sik sıvazlamayı ve göt parmaklamayı
sulanmış amcıkları, cenaze evi için yemek pişirmeyi, azıcık sanattan anlamayı
haberlere bak-mayı,Pazar kahvaltılarını, hayvanat bahçelerini
iyi havalandırmayı, gay barları, hetero barları, mini barları
manik arkadaşlara üzülmeyi, ormana gidip fotoğraf çektirmeyi
doğa yürüyüşlerini, zencilerden bahsetmeyi, uzay açılarını
şişman çocukları, zayıf çocukları, uyuşturucuyla mücadeleyi,
terörle mücadeleyi, herhangi bir şeyle mücadeleyi
rus klasiklerini ve dini bayramları çok severiz.

Dış ses susuyor. Aile salonundan çıkılır. Kapıdan çıkarken kısa bir plan alınır. Kamera sırttan takibe devam eder. Yazar üçüncü odaya girer. Küçük bir ofis. Fotokopi makinası ve bilgisayarlar. Genç bir kadın Yazar’ı gördüğünde alt dudağını ısırır. Masanın altından bacaklarını birleştirip sıkar ve kamera bunu çoktan kaydetmiştir. Klima sesi. Klavye sesleri. Yazar mimiksiz.

Yeni başlayan aksiyon dizisi reklamı. Patlayan bombalar, havaya uçan arabalar ve silikon memeli tehlikeli kadınların macerası. Ter, erkeklik, tam otomatik silah, gece elbisesi, jartiyer. Yakın plan. Yazar’ın buruşuk deri üstünde gezinen göz yaşları. Kızın eline bacak arasına kayıyor ve kamere takipte. Asla tepki vermiyor. Adam fermuarını açıyor ve aletini salıyor. Ofisin ortasında otuz bir çekmeye başlıyor. Akan zevk sularına yakın plan. İçeriye sızan güneş ışığıyla parıldayan damlalar. Şakaktan akan ter. Beyaz ofis. Beyaz kadın. Apış arasında gezinen kırmızı ojeli yalanmış parmaklar.

dış ses:
insanın ne olduğu yüzünden anlaşılmaz
insan yüzü bir sapmadır
hayvan yüzü doğrudur
Kamera havalanıyor. Birbirine bağlı üç oda tepeden görünüyor. Uzaklaştıkça bir yıldıza
dönüşüyor.
Yazar o sırada ilk odadan, baştan başlıyor.


160. Kilometre işbirliğiyle gerçekleştirilen etkinlikte Emre Varışlı “diye bir şey bilmiyorum”, “Ölüm ve Piyasa” kitaplarından ve kitaplaşmayı bekleyen şiirlerinden seçtiklerini okuyor.

GFX: Liza Kaka

Factors Which Threat Our National Security

Emre Varışlı, 2016

Translation from Turkish to English by Deniz Cansever

what on earth you are looking for – with a rifle, getting away from some foggy place with a camera on your hand, hostages corrupted by a company which won’t let us take a nap under the midnight peacefully, just jerk off
when priests are kissing boys in their eyes, drain the semen.
When the boys start to kiss your padishah-eyes, just jerk off

when you see a robot movie, just jerk off
I’m not a martyr…
I didn’t mean to be a religion for you…
I’m not one of your militants…
I just wanted you to stroke my feathers…
I’ve left the company behind me

Turkey was moving, I had to get rid of my clothes – this country is really moving, before my third eye turns into a piece of art, I have to get rid of my eyes… you’re organizing permited protests, paying some money for damned books, with foods and smartness, with travelings, with bills, with hearses that you’re occuiped with doing. You’re just a civilized man who’s waiting for a nippy. Whereas the Nuclear planet is sooner, with parasites and you can hare the noises of electric crahes if you try to be fucking quiet for a while, neutralize your mind, hey, where is the mid-asian prophet, just tell me where the hell is that mid-asian prophet, a murder in the mid-october, a confusion in the mid-october, rise and fall for everyone, start to worshiping right through the crimson trees, reversed goat of the company, blood spots all over the snow-white and smooth walls of the company, a rusty machine in the middle of the company’s womb, the company, polytheism, shit nappies all over the illuminated panels., what on earth they are looking for – with a rifle, while young-dead-naked fleshs was crashing to the streets, the drum is blessing you, the rumbling devices knows that you’re really looking for, i wish that the company kills you as soon as possible, while the young-aged-bodies was crushing to the cold stone…

the bare sound of dead-naked fleshs – like a market property -do you ever realize that young-naked-fleshs are just about to loose their purchasing power – do you ever realize that young-naked-fleshs won’t be able to make your economy great again dead-naked-fleshs won’t be able to buy a damn car which was on that commercial anymore- dead-naked fleshs won’t be able to work like 20 hours – young-naked-fleshs won’t be able to follow your damn pioneer company – you’ve taken the right of police chasing from the dead-naked fleshs – dead-naked fleshs won’t be apply to the ministry of health for quit smoking anymore – you’ll not let dead-naked fleshs to watch some porn young-dead-naked fleshs won’t be able to see season off sales – dead-naked fleshs won’t lose weight healthy, dead-naked fleshs won’t be settled and get bussy with organic farmery – dead-young-naked fleshs won’t get the Italian food and it’s marvelous tastes – dead-naked fleshs can’t have a coffee and try to work at the same damn time – dead-naked fleshs won’t be able to try your new medicines – dead-naked fleshs can’t go and pray during holy friday anymore – dead-naked fleshs won’t follow the collumns anymore – dead-naked fleshs won’t participate to the customer satisfaction survey -dead-naked fleshs

sunny lands
my pants sticking to the ass, drenched
it’s not some sweat beacuse of working hard
just dust
looking for the dead spawn just came
looking for the dead spawn
on the land of Anatolia, looking for the dead spawn anatolian dead spawn thedeadspawnofanatolia just came for love
and to kill somebody


GFX: Liza Kaka

Milli Güvenliğimizi Tehdit Eden Unsurlar

Emre Varışlı, 2016


Elinde tüfekle neyi arıyorsun, elinde kamerayla sisin içinde uzaklaşıyorsun, şirketin elinde rehinler
bizi gecenin altına yatırmayacaklar, meniyi boşalt
padişah gözlerinden oğlanlar öperken, meniyi boşalt
robot filmleri izlerken, meniyi boşalt
ben sana şehit değilim
ben sana din olmadım
ben senin militanın değilim
ben senden tüylerimi okşamanı istemiştim
tüylerini okşamak istemiştim
şirketi arkamda bırakmıştım
Türkiye hareket ediyordu, giysilerimden kurtulmalıydım – bu ülke hareket ediyor, üçüncü gözüm bir sanat eserine dönüşmeden önce, gözlerimden kurtulmalıyım
izinli gösteriler yapıyorsun, birkaç kitaba para ödüyorsun, yemekler ve zarafetler içinde, seyahatlerle faturalarla cenaze arabalarıyla meşgul oluyorsun. Garsonu bekleyen bir medenisin. oysa Nükleer gezegen yakında, parazitlerin ve elektrik çakımlarının sesini duyabilirsin biraz sessiz olursan, aklını toprakla, orta asya peygamberi nerede, bana orta asya peygamberinin yerini söyle, ekim ayında bir cinayet, ekim ayında bir kargaşa, yükselmiş ve düşmüş herkes için, kıpkırmızı ağaçlara tapmaya başlıyoruz, şirketin ters keçisi, şirketin beyaz pürüzsüz duvarında kan lekesi, şirketin rahminde paslı makine, şirket, şirk, şirketin ışıklı panosuna dolan bok sinekleri.. onlar tüfekle neyi arıyorlar, genç ölü çıplak etler sokağa çarparken, taşa çarparken, sen ne yapıyorsun, bir heykelin altında duruyorsun, oryantal bir heykel seni koruyor, davul seni koruyor, gümbürdeyen aygıtlar senin ne istediğini çok iyi biliyor, şirketin seni gebertmesini diliyorum, genç ölü bedenler soğuk taşa çarparken..
ölü çıplak etlerin sesi – pazar malı gibi – genç çıplak etlerin alım gücünü kaybettiğini biliyor musunuz – ölü çıplak etlerin ekonomiye artık can veremeyeceklerinin farkın mısınız – ölü çıplak etler reklamını yaptığınız o arabayı alamazlar artık – ölü çıplak etler artık yirmi saat çalıştırılamayacaklar – genç çıplak etler yurt dışı tatillerinde öncü firmanızı takip edemeyecekler – ölü çıplak etlerin polis tarafından kovalanma hakkını ellerinden aldınız – ölü çıplak etler sigarayı bırakmak için bakanlığınızdan yardım alamayacak – ölü çıplak etlere porno izletemeyeceksiniz – genç ölü çıplak etler mağazanızın sezon indirimden yararlanamayacak – ölü çıplak etler sağlıklı kilo veremeyecekler, ölü çıplak etler köye yerleşip organik tarım yapamayacaklar – ölü genç çıplak etler İtalyan mutfağının eşsiz tatlarını deneyemeyecekler – ölü çıplak etler kahvesini yudumlayıp çalışamayacaklar – ölü çıplak etler yeni ürettiğiniz ilaçları deneyemeyecekler – ölü çıplak etler cumaya gidip dua edemez artık – genç ölü çıplak etler köşe yazılarını takip edemeyecekler – ölü çıplak etler müşteri memnuniyeti anketlerine katılamayacaklar – ölü çıplak etler

tüfekle ne arıyorsan – bırak… ölüm bir şeydir, sıklıkla istenen bir şey, embriyonik gelişim, kurtuluş marşları, ben yaz akşamları kimin elini tutup filmlere, korkunç sokaklara gideceğim
bu aşk saatinde arazilerdeyim
güneşli arazilerdeyim
pantolonum kıçıma yapışıyor sırılsıklam
alnımdan emek teri akmıyor
toz toprak
Ölü dölü bulmaya geldim
buraya geldim
ölü dölü bulmaya geldim
Anadoluda ölü dölü bulmaya
anadolü ölü dölü anadolüölüdölü
geldim
bir şeyi sevmeye
bir düşman kazanmaya


ÖLÜM VE PİYASA

EPİKRİZ X VARIŞLI

You have to make a decision son!

💀


Metal ve Işıklar Şehri

Pantera, ileri baktı ve alev alev bir gökyüzü gördü ama bu bir ateş falan değildi, parlak bir bulut gibiydi ya da daha ziyade havada asılı kalmış floresan bir ışık lağımı sathı. Çantasının içinde nfumbe* alarm sinyalleri yolluyordu. Hemen altındaki uçsuz bucaksız şehir yüksek, marazi ışıklara doğru sere serpe uzanıyordu. Pantera, yıldızların olmadığı bir gökyüzünü daha önce hiç görmemişti.

Işıkların haricinde şehirden bir gök gürültüsünü andıran ciyak ciyak tınlamalar ve gürültüler de geliyordu. Pantera dürbünle baktığında şehrin devasa bir metal yayılımı olduğunu gördü. Eğilip bükülen metal her yere sarmaşık gibi sarılmıştı ve çığlık atıyordu. Şehir canlıydı. Belki bir zafer çığlığı, belki de acı bir çığlık. Belki üstünde asılı duran göğe kendini sunuyordu belki de ona sayıp sövüyordu. Nfumbe de çığlık atar gibiydi: Pantera’ya burası bir ölüm diyarı diyordu.

Palero rayado, yani bir mayombe rahibi olarak geçen koca bir ömür Meksikalıyı bu sahneye hiç hazırlamamıştı. Kendininkinden daha güçlü bir büyü vadinin üstünde bir karaltı gibi asılı duruyordu. Tepeden toprak ve metal tanrısı Ogun’a sessiz bir ricada bulundu ama aktarım kesintiye uğruyordu. Çok fazla ışık vardı.

Önceki günler ve gecelerde at sırtında yolculuk ederken Pantera doğadan bir uyarı almış ve hayal avına çıkmıştı. Varmadan iki gece evvel ufkun ardından çıkan bakırımsı bir ışık huzmesi görmüştü. Bu, Şehir’di.

İşverenleri ona Şehrin aydınlığının üçte birinin göğe atıldığını söylemişlerdi. Büyük bir enerji israfı, kötülüğe sunulan bir kurban; sanki vadinin üstündeki gök, kanla beslenen bir nganga’ymış** gibi. Her yıl iki milyar dolar, yıldızları saklamaya harcanıyordu. Sekiz milyon ton karbona eşdeğer. “Ve bu hep daha kötüye gidiyor,” demişti Doktor Sladek, “kim bilir döndüğümüzde şehir ne hale gelmiş olacak…”

Ertesi gün, şehre daha on mil yol varken, atın toynakları on santim derinlikte bir çeşit balçığın içinde bitap düşmüştü. Pantera ne olduğuna bakmak için yere atladı: çürüyen milyonlarca ölü kuş. Göç esnasında ışıklar yüzünden yollarını şaşırmış ve korkunç bir şey tarafından öldürülmüş gece kuşları.

Sladek ona bu durumu açıklamıştı: “Şehrin parıltısı biyolojik ritimlerine müdahale ederek pek çok hayvan türünü tehdit ediyor. Gece kuşları, ayla yıldızlar sayesinde yollarını buluyorlar. Bazen koca bir sürü aşırı aydınlatılmış binalara, kulelere, ticaret merkezlerine çarpıyor ya da dermansız kalıp yere düşene dek etraflarında dönüp duruyor… Deniz kuşlarının durumu daha da beter: biyoluminesant planktonlarla beslenen türler tümden yok olma tehdidiyle karşı karşıya. Şehrin ışıkları yiyecek arayışlarına mani oluyor. Deniz kaplumbağalarının ürediği sahillerde yeni doğan yavrular denize doğru gitmektense arkalarındaki ışığın cazibesine kapılıyor ve bu da onları Şehre ve kesin ölüme götürüyor. Her gece her sokak lambasının etrafında yüzlerce böcek ölüyor. Milyonlarca böcek ışıkların cazibesine kapılıyor ve diri diri yanıyor ve bu da ekosistemden geriye her ne kalmışsa onu muazzam bir biçimde etkiliyor. Böcekçiller yiyecek bir şey bulamıyor ve yeni bölgelere göçüyorlar. Ama belli ağaç parazitlerini kontrol altında tutan da gene aynı böcekçiller. Uzun vadede bu domino etkisi felakete davetiye çıkarıyor. Ağaç kalmayınca metaller hiçbir engelle karşılaşmadan çoğalıyor. Her tarafa yayılıyor ve her şeyi kaplıyorlar”.

Pantera tüm bu imgeleri kelimesi kelimesine kabul edemese de Şehrin bir canavar, habis bir güce sahip zalim ve çirkin bir yaratık olduğunu anlamıştı.

“Dahası,” diyordu Sladek, “bazı araştırmalar gösteriyor ki aşırı gece aydınlatması melatonin salgılanmasını engelliyor ve bu da meme kanseri riskini arttırıyor”.

Pantera melatonin hakkında hiçbir şey bilmiyordu ve kaplumbağalar da pek umurunda değildi ama yıldızlara dair çok şey biliyordu. Reglas ayinlerinin çoğu gökkube altında yapılmak zorundaydı. Onun dininde sırf göğün zapt edilmesi bile müsamaha gösterilemez bir işti.

Yine de aklında soru işaretleri vardı: “Duyduğuma göre dünyanın pek çok şehrinde ışık kirliliğine dair yasalar yapıyorlarmış ve bu sorunun farkında olan pek çok insan da varmış. Benim güçlerime ne diye ihtiyaçları olsun ki?”

Sladek’in yüzünde alaycı bir tebessüm belirdi, “Şehri gördüğünde Bay Pantera, sorunun iyi niyetli yasaların çok ötesinde olduğunu fark edeceksin. Şehir’de artık yasa falan yok. Daha üstün bir gücün müdahalesinin gerekli olduğuna inanıyoruz.”

Acaba karanlığın ruhu, endoki’yi mi çağırmalıydı bu koca turuncu parıltının güçlerini bozguna uğratmak için? Yoksa başka türlü bir yol mu seçmeliydi? Deri çantasının içinde duran, Prenda’nın bir parçası olan ölü kafatasına, nfumbe’ye danıştı. Sordu ve etrafına bakındı. Bakışları, atının hâlâ ölü kuşların kalıntılarıyla dolu toynaklarına takıldığında, ölüler ona açık seçik bir umut ışığı sundu. Prenda’ya ışıklar tarafından öldürülmüş hayvanların kemiklerini eklemesi gerekiyordu. Bu hayvanların ruhlarını, binlerce ruhu geri çağırmak üzere. Cesetleri her taraftaydı.

Pantera yere çömeldi ve ellerini balçığa daldırdı. Özenle minik kemikleri ve kafataslarını çıkarıp temizledi. Düzinelercesini düz bir kayanın üstüne yerleştirdi. O uğraşıp dururken metalin feryadı yeniden göğe yükseldi, bu kez daha da güçlü. Pantera’nın tecrübesine sahip bir palero’nun bile dikkati dağılabilirdi. Nfumbe’den yardım istedi ve o da onu yatıştırdı.

Minik kemiklerden yeterince topladığına ikna olduğunda onları bir taşla öğüterek toz haline getirdi. Çantasını açtı, nganga’yı çıkarıp kayanın üstüne yerleştirdi, birleşimden bir kaç öğeyi çıkarttı ve hepsinin etrafına ve aralara tozu serpiştirdi. Sonra ayağa kalkıp orishalara yakardı.

Bir anda toprak canlandı ve balçık binlerce kanat çırpışıyla sarsıldı. Topraktan yayılıp, her tarafa yayılmış çürüyen cesetlerin sathına ulaşana dek millerce genişleyen bir dalga haline geldi.

Topraktan muazzam bir sürü havalandı; Şehrin üstünde bir örtü oluşturup onu büsbütün kaplayarak göğe ağan ışığı kapatan binlerce uçan ruh. Pantera, metal feryadı daha da güçlü duydu; feryat, bir hırıltıya, astımlı bir soluğa dönüşene ve nihayet durana dek.

Kuşlar yeniden havalandı ve geceye karışarak uzaklara uçtular. Metal sessiz, kımıltısız kalakaldı. Şehir, hâlâ hayatta olduğuna hayret eden biri gibi ihtiyatla nefes alıyordu sanki. Üzerinde, gök karardı ve bir kez daha yıldızlara boyandı. Tam ortada Samanyolu’nun bir ucu görünüyordu. Pantera, bunun tıpkı milyonlarca kuşun ruhundan oluşan kozmik bir çamura benzediğini düşündü.

Wu Ming 1
Çeviri: İnan Mayıs Aru


* Nfumbe Kongo kökenli bir Afro-Küba sözcüğü. Hatırı sayılır bir interaktif ağ içerisinde dünyevi ilişkilere dahil olanruhlar için kullanılır. Ataları tanımak ve onlara itibar etmek pek çok Afrika, Asya ve Amerikan yerlisi halkların kadim ilkelerinden biridir. Nfumbe kavramı değişen bir modern çevreye uyum sağlayan geleneksel manevi bağlarla ilişkildir.

**Nganga toprak, dal parçaları, kemikler, bitkiler ve diğer kutsal nesnelerle doldurulmuş kutsal bir kazan, su kabağı ya da kil çömlektir. Palo Mayombe dinsel pratiğinde merkezi bir yeri vardır. Nganga (Prenda ya da cazuela da denir), aynı zamanda ölülerin ruhlarına ve Santeria/Candomble dinlerindeki Orishalara eşdeğer sayılabilecek güçlü ruhlar olan Nikisilere ev sahipliği eder. Prenda genelde Nikisi’yi temsil eder ve bu iki sözcük zaman zaman birbirinin yerine kullanılır. Ancak tam olarak erginlenmiş bir Palero/Palera bir Nganga/Prenda sahibi olabilir. Bir Prena’ya sahip olmak kişiye kendi Manansa ya da Palo Evi’ni kurma imkânı verir. Farklı Nkisileri barındıran pek çok Nganga’ya sahip olmak da yaygın bir durumdur.

Bir nganganın içerebileceği öğeler: dal parçaları; kemikler (hayvan ve insan); deniz kabukları ve taşlar; mezarlık toprağı; kumaş; kutsal bitkiler; nikisileri temsil eden tahta heykelcikler; oyuncaklar, kelepçeler, silahlar gibi sembolik eşyalar; haçlar ya da çarmıhlar; mıknatıstaşları; bilyeler, atnalları, çiviler, zincirler gibi metal eşyalar vs.

Sayfada kullanılan İllüstrasyon Éric Chahi ‘Another World’ oyunundan alıntıdır.

Üstad Valerio Evangelisti’ye ithaf olunmuştur.

Pantera, Valerio Evangelisti’nin, Metal Hurlant (Einaudi 1998), Black Flag (Einaudi 2002) ve Anthracite (Mondadori 2003) kitaplarının baş kahramanıdır.


Barış Akbalı: İleyha

Barış Akbalı (2019) İstanbul

Her beyin tümörü hastası tümörüne isim verirdi. Benim iki tane beyin tümörüm oldu ve ikisi de kötü huylu dişi tümörleri, ben de tümörümün adını İleyha koymuştum.

İleyha – Bölüm Bir

Adresleri yutan mektuplardan sözümü kırıpta geldim. Şimdi “kaldım!” diyebilme vakti İleyha. Kalemim acının odalarına çıkan yalnızlığın kapı koluydu, gözlerimin perdelerinde suskun sinema oynardı çocuklar. Mutlanmaz bir kadın oturup evimin köşesine kirpiklerinle ağlayışımı tezyinlerdi. Gözleri kör bir arıydım İleyha! Acının peteğine işledim balımı, çiçeğimin özünden bedenime keskin harfler biçtim, hayatın sol yanına sokup iğnemi seni intihar ettim İleyha!

Sessiz çığlıklardan düşürdüm suskun ünlemlerimi, ardına sokakları yakan çocukların ağlayınca ayazlanan yanaklarına düştüm. En kalabalık yalnızlıklardan devşirdim sana yüzümün aynalarında çırpınan benliğimi. Eylül´ün ıslak paslı bakışından kanayıp göğün karnını yırtarak ağzına düştüm… vaktinde “amin!” denmemiş dualara açtım ellerimi… Sen aklımın duvarlarına beni tükürünce kanayıp gözlerimden taştım… “gittin mi?”…”gitmedim” de İleyha! ”sus´amadım!” de, “kaldım!” de, de ki, içimde hüzünden büyüyen çocuğum düşük olmasın aşkıma.

Sen sızlayan tarafımın üstüne geldi hırsızların en sevgilisi ve çaldı düşlerimi, kalakaldım içimin çöl fırtınalarına. Aşk sesime merdiven dayadığından beridir yaralı yüzler ağlıyorum avuçlarıma, içine düştüğüm kan kraterlerinde “keşke!” diyorum, ”belki!” diyorum, belki sen, bilmiyorum. Şizofrenik harfler ağırlıyorum sayfalarımda, sesinden iki virgül öte kalıp gecelerime düşlerimi çiviliyorum. Artık sende düş aşkın gözyaşı bergüzarına İleyha! Doğrulabileceğine inanıyorsan düşmeyi de göze al İleyha kalemime değdiğinde kanamayı da!

Yüzünü güneşe yaslamış çocuklar durur aynanda, ağlayınca boyları kısalır hüzünden, ellerinde gidişine hazır harf bombaları vardır ve unuturlar beni kapında. Hayatın salkımından çürüdükçe dökülen habbelerdir gel-gitlerin İleyha! Alnında şeytanın parantezlerine kapanan kaçışların vardır, küfre gider adımların. Sesimden iki kalem daha öte gidersen aşk-ı şeytanım olursun İleyha!

Büyük sancılar arifesinde yüreğime sokulur gözlerin yüklü bir gemi, adının baş harfine yaslanmıştır omuzlarım. Gözlerim, içimin boynu bükük başaklarının resmidir, gamzelerimin çukurunda boğulur tebessümüm. Adının sus´una dilenir çocuklar, sözcüklerine paslı bıçak olurlar, aksayan yüreğim düşünce avuçlarına yarana tuz bırakırlar. Ayrılık düşer yüzüne, ayrılık sıtmalı ağlayışların tavında dövülmüştür İleyha! Hayatın acıdıkça bitlenmesi bundandır. İçimin toplu mezar sözcükleridir gidişlerin, uçarı mavi bir S mezarlığıdır, şimdi yakışır mı bir ölüye mezarını terk etmek İleyha.

Yorgunum İleyha hayatın kalın harflerinin hamallığını yapmaktan, susuşunu susumla bir tutmaktan. Yangınım İleyha sevinin kusuruna seni kıvılcımlatmaktan. Beni büyüt! beni öl! beni kır! dillerinin yasaklı şiirlerinde… Farabi´nin kuş aşkındaki bir kumru gibi kendimi yere çakmadan ellerinin düşüme intihar biçmesini bekliyorum İleyha! Sesimi ardına bitikleştirmekten yorgunum İleyha! Adının geçtiği sokaklarda dizlerimi kanatmaktan, başladığım yere dönmekten yorgunum… gecelerimin yüzünü kemirdim, açım, gözyaşına doydum, doyduysam hayata artık acıyı yiyebilmeliyim. Bırakıp gittiğin şehrim çocuk gibi gecelerini ıslatmakta İleyha. Hücreme seni anıtlatmaktan bitiğim, bir mutlanmaz şiir kadar yitiğim.

Tutsak zamanlar öksürür kapılarım. Sevdamın dilleri darağacım olur. Duyularım suskunluk fermuarını kapatır çığlıma. Yüreğim, keskin kaleminin bilelenmiş harfleriyle yine karşında, celladına gülümse İleyha.

Beli dizlerini öpecek kadar bükülmüş bir kadındır sevincin, ellerinle işlediğin hüzün oyalı ceviz sandığı bu yüzden gelinliğini yitirmiştir ve yalnızlığın boyun büküklüğü ile şeytan taşlama portresidir şiirler, her seferinde sana taşlattırır kelimeleri, yükün aşktır İleyha!

Şehrin ölü bakışlı sokaklarını taşıttırır sırtında, bakışında dilime yaslanan çocuklar hep bu yüzden ağlaktır.

Hayat, hüzün yüklü bir gemidir omuzlarında İleyha! Yükün aşktır unutma!

Barış AKBALI, 2015 – İstanbul


Türk Edebiyatında Gotik, Kerime Nadir ve Dehşet Gecesi

Kerime Nadir ‘Dehşet Gecesi’

Türk edebiyatında korku türünde örneklere çok az rastlanır. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın kimi roman­larında korkuya dair öğeler kullanmışsa da, Ömer Türkeş’in ifadesiyle “bu öğeler doğaüstü varlıklara olan inancın alaya alınması için birer araçtır yalnız­ca.” Yine de Gürpınar’ın Mezarından Kalkan Şehit adlı romanı her ne kadar finalinde sözkonusu ‘meza­rından kalkan şehit’ olayına rasyonel bir açıklama getirse ve başkahramanın ağzından doğaüstüne inançsızlık içeren söylemlerle baştan sona bezeli ol­sa da tekinsiz köşk ve mezarlık betimlerinde düzeyli bir gotik atmosfer yaratmayı başarmıştır.

Gerçek anlamda korku janrında ilk romanımız sa­yılabilecek olan Kazıklı Voyvoda ise aslında bir uyar­lamadır. Ali Rıza Seyfi imzalı bu eser, Bram Stoker’ın ünlü Dracula romanının yerlileştirilmiş ve kısaltılmış bir tercümesi sayılmalıdır; gerçekten de Dracula ro­manı, Türkiye bağlamında yerlileştirmeye çok uygun bir eserdir çünkü Stoker için Dracula’nın kısmi esin kaynaklarından biri olan ve özgün romanda Dracula’nın, kendi atası olarak andığı, vampir avcılarının ise muhtemelen Dracula’yla aynı kişi olduğuna işaret ettiği gerçek bir tarihsel kişilik olan Kazıklı Voyvoda, Osmanlı tarihinin bir parçasıdır. Kazıklı Voyvoda, 1953’te Yeşilçam’da beyazperdeye uyarlanmış, ayrıca yine aynı yıllarda Ceylan dergisinde çizgi romanlaştırılmıştı. 1997’de Drakula İstanbul’da adıyla yeni bir baskısı yapılan Kazıklı Voyvoda’nın yazılış ve ilk ba­sım tarihi tam olarak bilinmiyor: 1997’deki yeni bas­kıya kaynaklık eden, Giovanni Scognomillo’nun arşi­vindeki kitap ise 1940’lardan kalma ama ilk baskısı harf devriminden önce yapılmış olabilir.

ilk özgün korku yazarımız ise aralarında en az bir gotik öykü de bulunan bir dizi korku öyküsü yazmış olan Kenan Hulusi Koray. 1906 İstanbul doğumlu olan Koray, İstanbul Erkek Lisesi’ni bitirdikten sonra yüksek öğrenimini İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nda yapmış. 1934’de Vakit’te gazeteciliğe başlamış, kısa zamanda yazı işleri müdürlüğüne ter­fi etmiş. Ne yazık ki Adapazarı’nda yedeksubaylığını yaparken bir tifüs salgınında, 38 gibi genç bir yaşta hayatını kaybetmiş.

Ömer Türkeş, Koray’ın edebiyat yaşamı hakkında şu bilgileri veriyor: “Kenan Hulusi’nin edebiyat dün­yasına adım atması öğrencilik yıllarına denk düşer. Serveti Fünun dergisinde yayınlanan ilk hikâyelerinin ardından, aynı dergiye yazan diğer altı arkadaşı ile birlikte, edebiyatımızda ‘Yedi Meşaleciler’ diye anılan topluluğu oluşturdular, içlerindeki tek hikâye yaza­rıydı Kenan Hulusi. 1928’de, önce bir antoloji, ardın­dan da bir dergi hazırlayarak manifest bir çıkış yapan ve Sabri Esat Siyavuşgil, Ziya Osman Saba, Yaşar Nabi Nayır, Muammer Lutfi, Vasfı Mahir Kocatürk, Cevdet Kudret ve Kenan Hulusi’den oluşan topluluk, milli edebiyatçıların sığlıklarına, gerçekçilikten kopmuş ve içi boşalmış “milli”liklerine bir tepkiyi dillendiriyor­du. Ancak uzun soluklu olmayan çıkışları, Meşale der­gisine iltica etmeleriyle son buldu. Kenan Hulusi’nin Vakit gazetesine geçişi ve Sadri Ertem’in etkisiyle ger­çekçiliğe yönelişi bundan sonradır. Yaşadığı sürede beş hikâye kitabı yayınlamış, Osmanoflar romanı ve kısa hikâyelerinin bir çoğu gazete sayfalarında kaybo­lup gitmiştir. […] Yedi Meşaleciler’de, korkunun iki ustasını; Poe’yu ve Hofmann’ı Fransa’ya tanıtan Baudelaire’ın etkileri önemlidir. Kenan Hulusi, Baudelaire’a ek olarak, yerli edebiyattan Ömer Seyfettin, ingi­liz edebiyatından Horace Walpole ve Aldous Huxley’i beğendiğini söylemiştir.” Koray’ın en beğendiği ede­biyatçılar arasında Walpole’u sayması, onun gotiğe yönelimini açıklayan bir anahtar.

Türkeş’in aktardığına göre, Koray’ın 1939 yılında Çığır Kitabevi tarafından basılan Bahar Hikâyeleri adlı kitabındaki sekiz hikâyeden üçü korku türüne ait: ‘Tuhaf Bir Ölüm’, ‘Gece Kuşu’ ve ‘Kavaklıkoz Ha­nında bir Vaka.’ Türkeş, sonuncu öykü hakkında şöy­le yazıyor:

“Kenan Hulusi, günümüzde sayıları da, konaklayan müşterileri de iyiden iyiye azalmış geleneksel bir me­kanı; bir hanı, Gotik edebiyat ustalarını kıskandıra­cak kadar ürkütücü bir atmosfere büründürüyor. Dışarıdaki şiddetli tipiden bile daha soğuk bir hava­sı var hanın. Loş ışıklar, taş duvarlar, sürekli harlatılması gereken ateş, koridordan gelen ayak sesleri ve hanın geçmişindeki kötü vakalar, ister istemez ölümcül bir olayın gerçekleşeceğine ilişkin beklenti yaratıyor okuyucuda. Krishnamurti’nin vurguladığı gibi, “sözcükler korkuyu çağırıyor.”Bilinenden bilin­meze bir yolculuk demişti korku için Krishnamurti. Kenan Hulusi’nin öyküsünü -ve birçok klasik korku öyküsünü- etkileyici kılan neden, tam da bu belir­sizlikte yatıyor. Güvenli -bilinen- yaşamın biran dı­şına çıkıp başka bir kente/kasabaya giderken, yolu­nuz -kötü hava şartları dolayısıyla- “bilinmez vası­talarla uğursuzluğu kulağınıza gelen Kavaklıkoz hanına” düşerse, artık bilinmeyenin sınırlarına gir­mişsiniz demektir. Dışarıda gece ve tipi, handa ise “kızıl bir deri avuçlarına yamanmış gibi duran, pos bıyıklı, göz kapaklarının altında şiş yağ tabakaları ile” Kavaklıkoz hancısı vardır. “Kavaklıkoz hancısı ateşin tam karşısında oturuyor, geceyi handa geçire­cek misafirler gözleri ara sıra ateşte, çok kereler de hancının gözlerine dikilmiş onu dinliyorlar”. Gece boyunca hancının elleri giderek daha çarpıcı bir hal alırken, insan bedeninin “Frankenstein” ya da “Dr. Jekyll ve Mr. Hyde” gibi metinlerde de korku mo­tifi olarak kullanılan- bu parçasının neden dehşet uyandırdığı sorusu geliyor akla. Hikâyede ne cinler, ne vampirler, ne sapık katiller var. Kenan Hulusi, Anadolu’nun “modern” hayattan uzak bir coğrafya­sının bilinmezliğinden yaratıyor ürpertiyi. Dikkat edilecek olursa, yazarın diğer hikâyeleri de aynı tema etrafındadır. İstanbul’dan uzaklardaki Anadolu hayatına yabancılığın, bir entellektüel üzerindeki etkisidir aslında bu ürperti. Tıpkı Poe’nun, Lovecraft’ın kendi toplumsal korkularının üstesinden gel­mek için karabasanlar, düşler ve sanrılarla dolu hikâyeler yazmaları gibi, Kenan Hulusi’nin hem ta­nımak istediği hem yakınlaşamadığı Anadolu ve Anadolu insanı da bu tarz korku verici metinlere ne­den oluyor.“

Koray, Bahar Hikâyeleri’nin yanısıra Bir Otelde Yedi Kişi kitabında ve Vakit gazetesinde yayınlanıp kitap olarak basılmayan bazı öykülerinde de fantas­tik hikâyeler denemiş. Koray’ın korku türündeki öy­külerinden bir derlemenin günümüz okuyucularına sunulması konusunda Türkeş’in dileğini paylaşma­mak olmaz.

Ömer Türkeş, Türk edebiyatında korku türüne ait eserler arasında Cemil Cahit’in “İkiz Şeytanlar, Kan İçen Hortlak” adlı bir eserini de anıyor ancak bu ese­rin ne yayın tarihini veriyor, ne de öykü mü, roman mı olduğunu belirtiyor. Bu arada Hamdi Varoğlu’nun “nakleden” olarak imzasını taşıyan Ölmez Adamlar Evi (1955) adlı vampiresk roman ise Türkeş’in “sanı­yorum nakledenle yazan aynı kişi” şeklindeki tahmi­nin aksine Claude Farrere adlı Fransız yazarın 1911 tarihli maison des hommes vivants adlı romanının uyarlama/çevirisi; o dönemde ülkemizde kısaltarak ve/veya uyarlayarak yapılan çeviriler sıkça “nakle­den” şeklinde bir imzayla sunulurlardı. Öte yandan Türkeş’in değerli incelemesinde atlamış olduğu bir dizi korku romanı, Vedat Örfi Bengü imzalı Londra’daki Kan izleriKuduran Canavarlar ve Ceymis Peen’in Zaferi adlı romanlardan oluşan bir üçleme olan Lord Lister serisi – en azından, inceleme olanağını bulduğumuz serinin ikinci romanı- katıksız olarak gotik tarzda. Takriben 1944’te APA Yayınevi tarafın­dan basılan ‘Lord Lister’ serisinin özgün mü, yoksa uyarlama mı olduğunu saptamak bu satırlar yazıldı­ğında henüz mümkün olmamıştı.

Ancak Türk edebiyatının, belirli esinlemeler taşı­makla birlikte muhtemelen uyarlama olmayan, ol­dukça özgün sayılabilecek bir gotik korku romanı var ve bu roman, böyle bir eser çıkarması, ilk duyuşta, şaşkınlık yaratacak bir yazarımızın kaleminden çık­ma. Sözkonusu eser, popüler melodramatik aşk ro­manları yazarı Kerime Nadir’in, isminin neredeyse özdeşleştiği janrın ilk ve son kez dışına çıktığı roma­nı olan Dehşet Gecesi (1958).

5 Şubat 1917’de istanbul’da doğan Kerime Nadir (Arzak), Osmanlı döneminin Mısır kadılarından biri­nin torunu olarak ‘köklü’ bir aileden gelme. Gelece­ğin yazarı, Fransız Saint Joseph lisesini bitirmiş, ilk şiir ve öyküleri Servet-i Fünun, Uyanış ve Yarımay dergilerinde yayımlanmış, ilk romanı ise 1937 tarihli Yeşil Işıklar. Kerime Nadir, Samanyolu ve Hıçkırık gi­bi romanlarıyla özellikle 1950’Ii ve ’60’lı yılların çok satan yazarları arasında yeralacak, bu arada eserleri­nin önemli bir bölümü Yeşilçam tarafından filme alı­nacaktı. 20 Mart 1984’te İstanbul’da öldüğünde belki eserleri artık eskisi kadar okunmuyordu ama melodramatik anlatılar için halk arasında “Kerime Nadir romanı gibi” denmesine varacak kadar toplumsal bellekte yeretmişti.

İlk olarak 1958’te Sulhi Garan Matbaası tarafın­dan basıldığı kaydedilen Dehşet Gecesi‘nin 6. ve piya­saya çıkan en son baskısı, 1984’te İnkılap ve Aka Kitabevleri’nden çıkmış. Dehşet Gecesi‘nin ‘roman içinde roman’ içeren ve edebiyatımızda pek sık rastlanma­yan bir anlatış tarzı var. Baştan sona birinci tekil şa­hıs ağzından anlatılan romanın kısa giriş bölümü, önde gelen bir gazeteci olan Mümtaz’ın, Iraklı bir petrol şeyhinin Cilo dağlarının zirvesinde yaptırdığı turistik bir otelin açılışına katılmak üzere Hakkari’ye doğru trenle yola çıkmasıyla başlıyor. Gazeteci yolda okumak üzere yanına, genç bir yazarın gazetede ta­nıtılması için ilettiği ‘Kızıl Puhu’ adlı bir romanı al­mıştır. Trende kısa bir süreliğine rastlaştığı ve otelin açılışının tanıtım organizasyonunu kendisinin yap­mış olduğunu söyleyen gizemli bir kadının resminin, bu romanın kapağını süslediğini hayretle farkeder. Üstelik romanın yazarının, anlattıklarının başından geçen gerçek olaylar olduğunu iddia ettiğinin bilgisi­ne sahiptir. Böylece büyük bir merakla ‘Kızıl Puhu’yu okumaya başlar. Takriben yüz altmış sayfalık Dehşet Gecesi’nin yüz sayfayla ana gövdesini oluşturan ikin­ci bölümü baştan sona Kızıl Puhu‘yu içerecektir.

‘Kızıl Puhu’nun yazarı ve kahramanı Cengiz, ilk bakışta klasik bir Kerime Nadir tiplemesidir: Ailesi­nin uyarılarına kulak asmadan, ‘iki gönül bir olunca samanlık seyran olur’ umuduyla maddi sıkıntıları umursamadan sevdiği kızla evlenmiş ama kısa süre­de geçim derdi ile yüzyüze kalmıştır. Tam bu esnada eşinin, tanımadığı bir akrabasından düğün hediyesi olarak kendilerine servetinin önemli bir bölümünü vereceğine ilişkin bir mektup alır ve bununla ilgili “formaliteleri” yerine getirmek üzere Prenses Ruzi-hayal adlı bu gizemli akrabanın Cilo Dağı’ndaki ‘Kızıl Puhu’ adlı malikanesine doğru yola çıkar, öykünün bu faslı kısmen ama bariz biçimde Stoker’in Dracula romanından esinlenmiştir; Dracula da ingiliz bir avukatın bazı hukuki işlemleri yerine getirmek üzere Karpatlar’daki bir şatoya gitmesiyle başlar. Cengiz, oldukça tekinsiz bir yolculuktan sonra vardığı Kızıl Puhu malikanesindeki Prenses Ruzihayal’in asıl ni­yetinin başka olduğunu çok geçmeden farkedecektir. Ruzihayal, kan içerek ölümsüzlüğü yakalamış bir ne­vi hortlak, bir nevi cadıdır ve mazideki sevgilisine çok benzeyen Cengiz’i kendine eş (ve kurban) olarak tutmaya niyetlidir. Cengiz, romanın (roman içindeki romanın) sonunda Ruzihayal’i yok etmeyi ve Kızıl Puhu malikanesinden kaçmayı başarır.

Roman içindeki romanın bitmesinden, yani Mümtaz’ın ‘Kızıl Puhu’yu okumayı bitirmesinden sonra Dehşet Gecesi, Hakkari’de Mümtaz’ın başına gelenlerin anlatımını içeren üçüncü bölüme geçecek­tir. Ancak beklenilenin aksine ve girişten farklı olarak bu üçüncü bölüm kısa bir sonuç bölümü değil, Cengiz’in başına gelenlerin gerçek mi, uydurma mı, hayal mi olduğu sorusunun uyandırdığı merakın son sayfa­lara kadar tırmandırılarak sürdürüldüğü 50 küsur sayfalık uzunca bir bölümdür. Cilo dağının zirvesin­deki otele ulaşıncaya kadar Mümtaz’ın başına Cengiz’in aktardıklarıyla kısmen örtüşen, ama neredeyse daha da inanılmaz olaylar gelir. Sonuçta trende rastlaşmış olduğu kadınla, ki adı gerçekten de Ruzihayal’dir, otelde bir kez daha karşılaşır. Ruzihayal ona Cengiz’i gerçekten tanıdığını, hatta eski nişanlısı ol­duğunu ama onun sonradan aklını yitirmiş olduğu­nu, bundan dolayı ‘Kızıl Puhu’da anlattıklarının ger­çek kişileri içeren ama hayal ürünü olaylar olduğunu söyler. Mümtaz’ın kafası karışıktır ama yine de kendi­sini, cazibesine kapıldığı Ruzihayal’e teslim etmekten alıkoyamaz. Bu noktada Ruzihayal, Cengiz’in anlattı­ğı cadı/hortlaktan çok daha inanılmaz bir doğa-üstü varlığa dönüşür ve Dehşet Gecesi’nin üçüncü bölümü, ‘Kızıl Puhu’dan farklı olarak Ruzihayal’in zaferiyle so­na erer (Cengiz’in beraberinde bir muska taşıyor olu­şu, Mümtaz’ın ise böyle bir koruyucudan yoksun olu­şu, iki öykünün finallerindeki bu farkın belirleyicisi). Üçüncü bölümün ardından gelen çok kısa sonuç bö­lümünde ise Mümtaz bir hastanededir ve kimse an­lattıklarına inanmamaktadır, söylediklerine göre bir tren kazası geçirmiştir. Roman, Mümtaz’ın ne kadar korkunç olursa olsun Ruzihayal’e tekrar kavuşmayı arzu ettiğini beyan etmesiyle son bulur.

Dehşet Gecesi, mükemmel olmasa da oldukça ba­şarılı bir gotik korku romanıdır. Kerime Nadir, kalem oynattığı bu janrın candamarlarından birinin mekan betimlemeleri üzerinden yaratılan ayırdedici bir at­mosfer duygusu olduğunun besbelli bilincinde ola­rak iç ve dış mekan betimlemelerine, Ömer Türkeş’in de kaydettiği gibi, diğer romanlarında olmadığı ka­dar önem vermiştir. Örneğin Cengiz’in yolculuğu­nun sonunda Kızıl Puhu’ya varışı şu pasajla okuyu­cuya sunulur:

Bir aralık kar dindi; ay bulutlar arasından görün­dü. Bu suretle etrafı daha iyi seçmek imkanı doğdu… Aman Allahım!.. Öyle korkunç uçurumlar arasında yol alıyorduk ki, gözlerim karardı. Dehşetten tüyle­rim diken diken oldu. Böyle bir manzarayı hayatta tasavvur bile etmemiştim… Derken, tam zirvede, ilk rivayeti doğrular şekilde, sivri kuleleri bulutları de­len ve üzerinden gökyüzüne doğru kızıl bir ışık huz­mesi yükselen muazzam bir binanın kapkara haya­leti göründü… Dibi seçilmeyen müthiş iki yar ara­sındaki dar ve uzun bir köprüden geçtik… Bu köprü, o şekilde esniyordu ki, sanki bir hava boşluğunu bir kuşun kanadında geçmiştim.

Gerilim ve korku/ dehşet yaratma konusunda ise Kerime Nadir, yer yer janrın en usta yazarlarını arat­mayacak bir maharet sergileyebilmiştir. Ancak her zaman olmasa da ne yazık ki oldukça sıkça tezahür eden ‘kötü’ bir huyu dolayısıyla genellikle kendi an­latımının etkisini kendisi zedelemekten de durma­mıştır: yazarın, en heyecanlı ve gerilimli pasajlarda “işte bu sırada gerçekten inanılmaz bir sahneye şahit olduk” gibi gereksiz ifadeler araya sokma huyu, kendini gerilime kaptırmış okuyucuyu uyararak ge­rilimi bozmakta, az sonra anlatılacak sözkonusu sahnenin anlatımı sırasında duyumsayacağı dehşeti aslında hafifletmektedir. Cengiz’in malikane yolun­da konaklamak zorunda kaldığı ve Ruzihayal’in de uğradığı haydutlar hanında cereyan eden bir sahne bu durumun tipik bir örneğidir. Haydutlardan biri Ruzihayal’e tecavüz etmek üzere onun üst kattaki odasına çıkar, az sonra yara bere içinde merdiven­lerden aşağı yuvarlanır. “Bu esnada ‘Şahikalar Meli­kesi’ merdiven başında görünmüştü. Uzun siyah mantosu, kızıl türbanı ve kıvılcımlar saçan gözleriy­le bir ölüm meleğini andırıyordu. Ağzı, taze kan em­miş gibi kıpkırmızıydı. Kadın bize titreyen meşum bir gülümseyişle – Yukarıya başka gelecek var mı? di­ye sordu. Sesi, bir ihtiras soluğu halinde çıkıyordu.” Bir haydut, onun üzerine tabancasıyla ateş eder ama “kadın hiç sarsılmadı. Dudaklarındaki o meşum gü­lümseyiş biraz daha genişledi.” Haydut, silahındaki bütün kurşunlarını boşaltır. “İşte bu sırada gerçek­ten inanılmaz bir sahneye şahit olduk.” Ruzihayal, ardındaki camı kırıp bir yarasaya dönüşerek boşluk­ta kaybolacaktır.

Dehşet Gecesi‘nin özellikle roman-içindeki-roman faslı tam anlamıyla klasik bir gotiktir. Romanda­ki her iki anlatı da, hem Cengiz’in hem Mümtaz’ın başından geçenler, başlarda oldukça özenli bir dile sahip olurken sonlara doğru birbiri ardına şaşırtıcı olayların dizilmesine dönüşürler ve bir anlamda ‘dü­zey düşer’. Yani bir diğer deyişle yazar, atmosfer ya­ratmaya vurgu yapmaktan şaşırtıcı olaylar ve du­rumlar nakletmeye vurgu yapmaya kayar. Bu bir zaaf olarak görünse de bir kere daha düşünüldüğünde bir yönüyle bilinçli bir tercih gibi de durmaktadır. Çün­kü Dehşet Gecesi‘nin giriş kısmında Mümtaz, çalıştı­ğı gazetenin ‘Kızıl Puhu’yu daha önce okumuş olan eleştirmeni tarafından bu romanın niteliği konusun­da şöyle bilgilendirilmiştir: roman, başlarda yazarın bilincini, ortalarda bilinç ile bilinçaltının mücadele­sini, sonlarda ise bilinçaltının mutlak hakimiyetini yansıtmaktadır. Kerime Nadir anlaşılan bilinçaltını, birbirine zayıf bağlarla bağlı bir akış içinde akan ina­nılmayacak durumlar silsilesi olarak düşünmektedir ki bu, çok ters bir bakışaçısı değildir. Ancak bu du­rumda bir dizi inanılmayacak olayın ardarda akışının (ve bunların toplamının) yaratacağına belbağlanan dehşet duygusu ne yazık ki yerini aslında absürdlük duygusuna bırakmaktadır. Asıl etkileyici dehşet at­mosferi ise ‘bilinç ile bilinçaltının mücadelesine’ denk düşen kısımlarda gerçekleşmektedir çünkü dehşet tam da bu mücadelenin yansıması olarak, ya­ni inanılır bir anlatı içinde inanılmaz olayların ve du­rumların peydahlanmasından doğmaktadır. Freud, böylesi durumları ‘tekinsiz’ olarak nitelemiştir; te­kinsizin Almancası umheimlich‘dir, yani ‘ev gibi olan’ ki bu bir yanıyla en aşina olunan mekan olarak evi, ama aslında ev gibi olmamayı, yani en aşina olunan mekanı anımsatıp öyle olmama durumunu, hem alışkın olunan, hem de alışkın olunmayanın almaşıklığını tanımlar.

Dehşet Gecesi bahsini kapatmadan önce bu ro­manın iki özelliğinden daha sözetmek gerekli. Birin­cisi, Kerime Nadir’in bu eseri yer yer, özellikle finali­ne doğru, erotik anlatımlar içermektedir. Roman bo­yunca Ruzihayal ile Cengiz’in ve Mümtaz’ın başbaşa kaldığı ve erkek karakterin kadına karşı çekim hisset­tiği sahnelerde sözkonusu kadının femme fatale ola­rak tasvirinin zaten melodram kalıplarına da aykırı olmadığı söylenebilir. Öte yandan finaldeki halvet sahnesi ise Ruzihayal dahil kadınlı-erkekli grubun “yarıçıplak” olduklarının belirtilmesiyle nispeten da­ha ‘açık’ sayılabilecek bir sahnedir.

Son olarak, Dehşet Gecesi‘nin oryantalist sayıla­bilecek özellikler barındırdığı da eklenmeli. Konu­nun Türkiye’nin doğu yöresinde geçiyor oluşu sırf coğrafi bir farktan öte bu yörenin halklarının ötekileştirilmesiyle bütünleşiyor, romanda Kürtler’in yal­nızca haydutlar, eşkiyalar olarak olumsuz biçimde yeralmaları, bu arada Aleviler’in de arada yine olumsuz biçimde anılmaları, hatta Ruzihayal’in Bağdat doğumlu, yani belki de aslen Arap olması es geçilemeyecek göstergeler. Bu da hem özel olarak Türkiye’nin Kürt sorununun niteliğine, hem de ge­nel olarak Türk/ Osmanlı tahayyülünün niteliklerine ilişkin düşündürücü çıkarsamalar taşıyor, oryanta­lizmin yalnızca Avrupa/ İslam ekseninde üretilmesi­nin gerekmediğini, bu eksenin öteki ucunun da ken­di içinde ötekiler yaratmaktan muaf olmadığını anımsatıyor.

Kaya Özkaracalar’ın ‘Gotik’ kitabından alıntıdır.

L&M kitaplığı, Epokhe Dizisi, 2005


Neslihan Yalman: DAVOS 2020

Çizgi: Erman

kıyamet kendini tersiyle eşitliyor

Neslihan Yalman

bir şair de bir cumhurbaşkanı kadar şerefsiz olabilir

artistik piçliğin ses yükselttiği kuru kafaların oyununa geliniyor

sahne 1: pörsütülmüş memelerini sallaya sallaya kahin

mağaza yağmalamaktan duyulmuyor iniltiler

tuvalet kâğıdına sarılmış reyonların arkasında sevişen
‘‘hardcore’’ makarnalarla bir sanatçı portresi Sasha Grey

sahne 2: ceketini solundan kalkarak iliklemek

fuayelerde damızlık kahkahalarla
bir grup birbiriyle sözcük çiftleştiriyor
orada taşaklarından mercimekli soteler fışkıran
bacakları peksimet kurusu kumarbaz karılar
eğleniyorlar hep beraber dizelerle korodan şarkılar

kuyruğuna bas!.. –şimdi de ‘‘online’’ tuşuna

hiç heyecanlı değilsiniz, gizemli ve karanlık

insanlığın ortak bir düşmanı var artık
tanrısı da varsa şayet, adaleti serttir
adaleleri, penisi, açlıktan gözü dönmüş haikuları

pencereni aç
sağlığını düşünüp
mastürbasyon yap

sahne 3: birden zarif kumların zeminden kürsüleri havalandırışı

soylu ihanetlerin ağulu renk değişimi tartışılıyor
bütün sistemlerin gamsız hacimsizliği üstünden
demir atmış protokoller karşısında dimdik

çakma bir Hollywood ‘‘after efffects’’i
çöp kamyonlarıyla standa tersten dalıyor
bir Caravaggio tablosu şahikası adeta
salonlar mikrop meleğinin revirine açılıyor

ortalıkta kopmuş başlık heceleri, atılan kart sloganlar
mikrofondan art arda sıralanan kapsül isimlerle

lütfen şair B. B Blok 2. Salon’a
lütfen şair B. B Blok’ta şair B. Salonu’na

büyük vurdumduymazlıklarla ofset baskıların
deprem tehlikesi ülkeye köklerini salıyor

yooooo canım, ben hiç oturmayayım
şair dediğin evine vaktinde varmalıdır
ayakta sıçmalıdır ne biriktiyse alışveriş sepetinde
yastığa vurmalıdır öğrenciler vurulurken başını

biz böyle öğrendik ‘‘şairin namusudur şiir’’

sahne 4: domestosla yıkanmış altmış beşliler kuyruğu

yere yığılan yaşlıların hızını alamıyoruz
cinayetler akmak istiyorlar marketlere

işsizlikten mideleri kurt kabaranlar
nefret döküyorlar biriken suskunluklarından
onlar nefretlerini yüreklilikle dile getiriyorlar

şairse düt yemiş araba

hayat saçma bir devrim, kapalı spor salonları hariç

barınaklarda köpekler açlıktan taze baldır parçalıyorlar

sahne 5: silahtan sakınmak, kader peygamberleri

infial, koşun, birbirlerinin üstüne binen
azgın kitap kapaklarının 3.sayfa halvetini görün

doğada insandan daha tehlikeli insanlar da var

yazılanlar gücüne gitmesin sınıf bilinci olmayan çekirgelerin
azı kuşları, Hitchcock, Stephen Hawking’lerle
öpüşsün cigara külü kokan kâğıttan halılar

‘‘Howl’’ – ovlllllllllllllllllllllllllllllllllllllllll

Ovvvvvvvvvvvvv vovvvvv ovvvvv

gözlerini görmediğiniz savaşa belirsizliği emanet edin
bağışıklığı ansızın çökecek taşlaşmış böbreklerinizin

füzeler tepelerde, artçılar şahlanmış denizlerle birleşerek
korkulan korkulan daha çok korkulan

bir dize doğrulmuyor ıkınsalar da yıkılan tarihin
altında Pompei’den geri kalanlardan
geliyor sokağa çıkmanın yeniden yasakları
yasaklar sizinse sokaklar bizimdir

enselerinde solucan delikli bıçak taşıyanların
tırnaklarını böceklerin yaladığı otların arasından
odalardan çalışmayan metro hezeyanlarına mecburi
açlığın azametiyle sahilleri dökecekler geliyor

sahne 6: bir şair de bir cumhurbaşkanı kadar etkisiz eleman

söz sanatlarının gül suyuyla yıkandığı lokumlar nefis
ceketini iliklemenin devletle benzer tarafları var

oysa gördünüz mü, hepimizi darp ediyor bugün salgın
polisler, cemaat işbirlikçileri, çöken internet demeçleri
dişlerini ete bandırmış liberal sansarların
bencilliğin nazlı ceylanlarıyla kuduz aşırmaları

sivil toplum hizalarıyla çekilen kırmızı şeritler
şarap çeşmelerinin aktığı toplantılardan
dikenli sarmaşıkların vahşetiyle kaçacakları gün
dolandırıcıların meşruluğunu anlayacaksınız

nitekim, bildiği bir şeydir toprağın parçalaması omurlarını
cesetle doyan buzdolabının da tarihsel bir gün tepesi atar

uçtuğu görülmüş müdür dinginliğine aldanarak
virüsün kararlı havayollarından geçip giderek
saydam kanatlar gibi

gerçek bir yüzleşme yeniden yükleniyor
gerçek bir kilitlenme birazdan

polisler tüm pembe şeritleri şiddete boyuyor
olay yeri levazımatçılarına sorulduğunda
yalnızlığa yetişemediği görülüyor ambulansların

havayı düğmeleyip, rüzgârı pelerinine iliştirmiş salgın
kara orman vaşaklarıyla sivri sinekleri de takarak peşine
taze nefesini salıyor kent ormana
çiçekler etkilenmiyorlar, yorulmuş çakıl taşları

pekâlâ bir şair de bir öğretmen kadar mürit olabilir
bir siyasetçi kadar ebleh, bir din adamı kadar konformist

son karar lağım faresinin