Militan Ezoterizm Üzerine Notlar

Fredox ‘Dossiers Noirs De L’histoire’ 2005 (Detail)

Nemidial’ın “son holokost çocukları” diyerek retorikleştirdiği bu iblis tanrılar metne göre öyle bir güçle donanmış olacaklardır ki varlıklarına hiçbir güç karşı koyamayacaktır. Ne var ki habis rahme tavassut edecek denli meyyâl ise yahut hengâme varacağı erkinlikse yegâne, şifâsız sancıları, zevâlsiz şekâveti gürbüz acun dahi bu denli çekmemiştir.

Burak Bayülgen

Militan Ezoterizm Üzerine Notlar 1/4

Liber Azerate, hakkında pek bir bilgi sahibi olunmayan Frater Nemidial’ın yazdığı, MLO (Misanthropic Luciferian Order)’ın Kaos anlayışına, yorumlayışına ve uygulayışına hizmet eden on bir adet kitabın ilkidir. Liber Azerate dinamik olmayan ezoterizmin yerine faal ve militan bir ezoterizm koymak istemiştir. MLO, The Temple of the Black Light’a evrilirken doktrinine özellikle anti-kozmik Kaos’u yerleştirmiş ve Kaos ile benliğin bir arada işleyişini neden-sonuç ilkesine bağlı bir kozmolojiden soyutlamıştır. MLO, Kaos ve Kaosofi kavramlarıyla neden-sonuç ilkesini terk edip nedensiz bir Hiçlik’in durağanlığının sınırlayamayacağı bir özgürlük ve aydınlanma hedeflemiştir. Kozmik egemenlikte “mitoloji, ideoloji, fikirler, ayinler ve sembollerle sınırlanan” (NEMIDIAL, 2002, s.1) ve devinen her şey Kaos’la çelişmektedir. Kaos’un da boyutları vardır ve 0 ile başlayıp 11 ile neticelenmektedir. Bu durumda şu sorulmalıdır: Neden Kaos ve anti-kozmisizm MLO için anahtar kavramlardır? Çünkü Liber Azerate’ye göre Kaos tahayyül edilemezdir ve hem evrende hem de diğer tüm evrenlerde mevcuttur. Kozmos üç boyuta sahipken, Kaos çok fazla boyuta sahiptir. Geleceğin ta kendisi olduğundan ötürü faal ve dinamiktir. 

Liber Azerate tam da bu noktada şöyle bir retorik yapmaktadır: “Kaos her şeydi ve herşeydir, hiçbir şey değildi ve hiçbir şey değildir.” Tam da ötede ve beride, Kaos’un kanunsuzluğu insanın ulaşabileceği yegane özgürlüktür. Benlik Kozmos tarafından şekillendiği için, diğer ezoterik öğretiler beş köşeli pentagram tarafından temsil edilirlerken MLO, on bir köşeli pentagramı (endekagram) kullanır. Benliği sınırlayan her şeyin ötesinde, Kaos’un kalbinde elde edilen değer Kara Alev’dir (black flame) ve benliğin hakiki, karanlık ve saklı özüdür. Simgesi ise Ejderha’dır.

Militan Ezoterizm Üzerine Notlar 2/4 

Liber Azerate’in kendi tabiriyle, klifotun enerjisini Kozmos’a yayarak doğada karanlık ve şeytani bir değişimin gerçekleşmesi ve kara majisyenin kendi içsel kara alevine tutunarak hem kendi hem de Satan’ın İradesi’ni elde etmesidir.

Kabala’daki Yaşam Ağacı’nı (Sefirot) militan bir forma dönüştürmek isteyen MLO ve temel metni Liber Azerate, Ölüm Ağacı’nı (Klifot) öğretisinin merkezine almıştır. Yaşam Ağacı dokuz sefiradan (sefirotun tekili sefiradır) meydana gelir. MLO gibi daha militan ezoterik öğretilerde Bilgelik Ağacı olarak da yorumlanan Ölüm Ağacı ise on adet görünen, bir adet de saklı, toplamda on bir adet klifadan (klifotun tekili klifadır) oluşmaktadır. Klifottaki her bir klifa kabuk olarak değerlendirilmektedir. Yani birbiriyle çelişen iki ezoterik ağaç varmış gibi görünse de, Thomas Karlsson Ölüm Ağacı’’nın Yaşam Ağacı’nı oluşturan ve ışığı barındıran kabın kırık parçalarından yaratıldığını belirtmektedir. (KARLSSON, 2009, s.65) Yaşam Ağacı’nın temel sefiraMalkhut’tur. Ölüm Ağacı’nda ise nihaî klifaThaumiel’dir. Thaumiel ikiz tanrılardır, dolayısıyla ikirciklidir. Güzergah Lilith’ten Thaumiel’e doğrudur. İkirciklikten tekilliğe ulaşıldığında ise birbiriyle çelişen şeylerin tek bir kök olduğu anlaşılmakta, bir o kadar da Kaos’a etki edebilen, hükmedebilen majisyen kendini sınırlayan tüm zincirlerinden kurtulmak için zalimleşmektedir. (KARLSSON, 2009, s.55, CARROLL 2022, s.56) MLO’nun anti-kozmik ve militan ezoterizminin kökeninde de bu yatmaktadır. 

Liber Azerate’te yaradılış öncesi Üç İlksel Kaos; 000-00-0 sembolizmi kullanılmaktadır: Yani, Mutlak Yokluk’tan (Ain) Klifot’un katmanlarına doğru bir iniş yahut çözülme. 000-Tohu = Biçimsiz Kaos, 00-Bohu = Boşluk, 0-Chasek = Karanlık olarak yansımaktadır. Kabala’daki Ain’den (Hiçlikten), Ain Soph’tan (Sonsuzluktan) ve Ain Soph Aur’dan (Sonsuz Işık’tan) koparlar. Tanrısal Işık’tan uzaklaştıkça Kaos’a evrilmekte, Biçimsiz Kaos’tan karanlığa, oradan da klifota doğru çözülmektedir. Liber Azerate’in kullandığı Ölüm Ağacı’ndaki her bir klifayı saymak gerekirse, bunlar: Baş görevi gören ve birinci klifa Thaumiel’i temsil eden Satan/Molok; ikinci klifa Ghagiel’i temsil eden Beelzebuth, üçüncü klifa Satariel’i temsil eden Rofocale, dördüncü klifa Gha’agshe’blah’ı temsil eden Astaroth, beşinci klifa Golachab’ı temsil eden Asmodeus, altıncı klifa Thagirion’u temsil eden Belfegor, yedinci klifa A’arab’zaraq’ı temsil eden Baal, sekizinci klifa Samael’i temsil eden Andramelek, döl yatağına denk düşen ve dokuzuncu klifa Gamaliel’i temsil eden Lilith ile fallik bölgeye denk düşen onuncu klifa Nehemoth’u temsil eden Naamah’tır. Gizli kalifayla birlikte metinde adı geçen on bir adet Anti-kozmik tanrı, on bir açılı pentagramı, yani endekagramı oluşturmaktadırlar.

Liber Azerate’teki klifotu temsil eden varlıklar Arthur Edward Waite’nin Törensel Maji: Ayinler, Tılsımlar, Çağrılar adlı kitabındaki dipnotta cehennem prenslikleri olarak hiyerarşik bir düzende sıralanmış ve doğrudan Kara Maji’ye atfedilmişlerdir. Satan, Molok ve Beelzebuth doğrudan Prensler ve Büyük Asaletler sınıfına dahil edilmişlerdir. Andramelek, Baal ve Astaroth ise Bakanlıklar sınıfındadırlar. Rofocale başbakandır. Belfegor Elçilik ile rütbelendirilmişken, Asmodeus Şenlikçibaşı olarak rütbelendirilmiştir. (WAITE, 2024, s.218) Naamah dişi bir iblistir ve kimi kaynaklara göre “tüm iblislerin anası”, Lilith’in genç halidir. Lilith ise başat tanrıçadır çünkü sadakatsizliği onun dişil gücünü oluştururken, ezoterik ilmin koruyucusu olmasından dolayı da bu ilmin başlangıcı, ilk kabuğu, ilk klifasıdır. (KARLSSON, 2009 s.114) Waite’in kitabındaki dipnotta Liber Azerate’in benimsediği Klifotta yer alan her bir cehennemi varlığa tıpkı bir orduda görev alır gibi önemli görevler bahşedilmiştir. Örneğin; Beelzebuth cehennemin büyük şefi ve Sinek Tarikatı’nın kurucusudur. Satan düşmanlığın ve muhalefetin lideridir. Molok gözyaşı ülkesinin prensi, Baal ise cehennem ordularının komutanıdır. Andramelek büyük şansölyedir. Astaroth hazineden, Asmodeus ise kumarhanelerden sorumludur. Molok, Baal ve Andramelek Sinek Tarikatı Büyük Haç Nişanı sahipleridir (WAITE, 2024, s.218). 

Militan Ezoterizm Üzerine Notlar 3/4

Kara ilme hakim olma, anti-kozmik bir evrim, Akl-ı Faal’in (Demiurgos) yerle bir edilişi, güçlü olanın daha da güçlenmesi, güçsüz olanın ise yok edilmesi, fanatisizmin yayılması, Kaos’un yeryüzünde doğuşu, Kozmos’un anti-kozmik işgali, nükleer savaşlar ve sadizm.

Buraya kadar klifotun hiyerarşik düzenine değinildi. Buradan itibaren klifotun kara maji ile ilişkisine, amaçlanan hedefe ve kazanımlarına değinilecektir. Liber Azerate için her bir klifa ve ona hükmeden güç, kara maji için odaklanılması, çağrılması ve etkileşim kurulması gereken güçlerdir. Her birinin kendine ait mührü, âlemi, düzlemi, katmanı ve eylemsel ilişkisi vardır. Varlıkları ve sahip oldukları güçler Kaos’ta barınmaktadır. Ağaç, ölüm sonrası yukarıda sayılan on bir Kaos tanrı ve tanrıçasını, bu on bir tanrı/tanrıça da anti-kozmik iblisileri doğurmuştur. Bunlardan en önemlileri ve en tehlikelileri, Satan ile Lilith’in birlikteliğinden meydana gelen (hatta Lilith’in ilk oğlu olan) Ornias, ve Asmodeus ile Naamah’ın birlikteliğinden meydana gelen Alefpene’ash’tır (yahut Alfpunias’tır). Ornias ezoterik bir vampir ve vampire dönüştürücüdür. Kozmos’un ışığını ve yaşam enerjisini emip Kaos’a yaymaktadır. Alefpene’ash ise kozmik düzeni alaşağı edip Yaşam Ağacı’nın kökünü kurutmaktadır. Yukarıda bahsedilen Ölüm Ağacı’na ek olarak bir de ikincil klifot vardır. Bunlar on adet birincil klifanın birbirine bağlandığı karanlık patikalardır. Otuz iki adet patika bulunmakta ve bunların her biri karanlık iblisler tarafından yönetilmektedir. Yine her birinin adı ve kendine ait mührü vardır. Örnek vermek gerekirse; birinci klifa olan Molok’u üçüncü klifa Rofocale ile bağlayan patika on ikinci patika olup Baratchial tarafından yönetilmektedir. Yine Molok’u ikinci klifa Beelzebuth ile bağlayan patika on birinci patika olup Amprodias tarafından yönetilmektedir. Majisyen bu patikalar vesilesiyle Sitra Ahra denilen öteki taraf/boyuta dair tüm bilincini açmaktadır. MLO mensubu majiseyenlerin esas amacı onlarla özdeşleşmek, onları Kaos’tan çıkarmak ve Kozmos’a egemen kılmaktır. Bu hedef için majisyen güçlü bir İrade’yle hazırlıklar yapmalı, inisiye olmalı ve îcabında adaklar adamalıdır.


Maha-Kali by Dissection

Kaos her şeydi ve herşeydir, hiçbir şey değildi ve hiçbir şey değildir.

Militan Ezoterizm Üzerine Notlar 4/4

Peki, bununla elde edilecek olan şey/kazanç nedir? Bu soruya yanıt vermek için Klifot’u bir insan vücudu yahut bir omurgaya oturtulmuş gibi düşünmek gerekmektedir. Ayrıca, elde edilecek şey/kazanç hem soyut hem de somuttur. 

Gamaliel’i temsil eden Lilith’in insan bedeninde dölyatağına denk düştüğünü hatırlatırsak, ezoterik ilme ve bilgeliğe girişin (burada “girmek” fiilinin cinsel çağrışımı da hesaba katılmalıdır) hem soyut hem de somut yansıması olarak dalalet, yasak hazlar, saklı bilgelik, likantropi, nekromansi, vampirizm, karabasan ve karabasanlara hükmediş, engin bir enerji, cinsel kara maji ve kozmik yaşamdan saf Kaos’a evriliş görülmektedir. Her bir klifanın bunlar gibi kendine ait özellikleri ve yansımaları olduğunu hesaba katarak Klifot’ta baş görevi gören, Thaumiel’i temsil eden Molok’tur ve İrade’nin hükmünün gerçekleştiği yerdir. Yani, Liber Azerate’in kendi tabiriyle, klifotun enerjisini Kozmos’a yayarak doğada karanlık ve şeytani bir değişimin gerçekleşmesi ve kara majisyenin kendi içsel kara alevine tutunarak hem kendi hem de Satan’ın İradesi’ni elde etmesidir. Bunun hem soyut hem somut yansıması olarak da kara ilme hakim olma, anti-kozmik bir evrim, Akl-ı Faal’in (Demiurgos) yerle bir edilişi, güçlü olanın daha da güçlenmesi, güçsüz olanın ise yok edilmesi, fanatisizmin yayılması, Kaos’un yeryüzünde doğuşu, Kozmos’un anti-kozmik işgali, nükleer savaşlar ve sadizm  görülmektedir. Bu hedef doğrultusunda MLO’nun en önemli kara maji ritüellerinden biri de metinden alıntılandığı üzere: “Tanin’iver’i (Kör Ejderha’yı ) uyandırarak kara anti-kozmik evrim gücünü hakim kılmak, Satan’ın adıyla ve Gamaliel ile Thaumiel’in birlikteliğiyle dünyanın ruhunu karartmaktır.” (NEMIDIAL, 2002, s.55) Akl-ı Faal, Tanin’iver’in döl yatağına zarar verdiğinden ve Lilith’in üremesine engel olduğundan ötürü, kozmik ışığın körleştirdiği Ejderha uykusundan uyanmalı, Satan ile Lilith arasında aracılık yapmalı, böylece Satan ile Lilith’ten meydana gelen iblis tanrılar fiziksel bir forma bürünerek Kozmos’ta faal ve özgür olmalıdırlar. Nemidial’ın “son holokost çocukları” diyerek retorikleştirdiği bu iblis tanrılar metne göre öyle bir güçle donanmış olacaklardır ki varlıklarına hiçbir güç karşı koyamayacaktır. Ne var ki habis rahme tavassut edecek denli meyyâl ise yahut hengâme varacağı erkinlikse yegâne, şifâsız sancıları, zevâlsiz şekâveti gürbüz acun dahi bu denli çekmemiştir.

Yukarıda sayılanların bireye yansımaları ise oldukça endişe vericidir. MLO, yaşam-sever, ben-merkezci, haz-merkezci ve her bir bireyin kendi kendisinin Tanrı’sı olduğu üstenci bir bakışa sahip tüm ezoterik öğretileri ve teşkilatlanmaları katı bir biçimde reddetmiştir. Örneğin; altıncı klifa Thagirion’u temsil eden Belfegor’un soyut ve de somut özelliklerindeki ve yansımalarındaki kibir, sadece Aleister Crowley’nin kendi terimi olan Büyük Canavar 666’nın yeryüzünde biçimlendirilmesi demek değildir. Kibre eklenmek üzere kriminal faaliyetler, bireysel ve toplu ölünç de bu özellikler ve yansımalar arasında yer almaktadır. MLO’nun klifot üzerinden kurduğu faal ve militan ezoterizmden kasıt budur. Velev ki gıyap, Kaos muaftır tahayyülden yahut fevt ağacında yıkıntıdır mücerret, hilâf muadeleden peydahladığı enik yolakta seyyar iken köklerini kurutsun.

KAYNAKÇA:

  • Carrol, P.J. (2022). Liber Null and Pyschonaut: The Practice of Chaos Magic. Weiser Books.(s.56). 
  • Karlsson, T. (2009). Qabalah, Qliphoth and Goetic Magic. Ajna. (ss.55, 65, 114).
  • Nemidial, F. (2002). Liber Azerate: Traditional Anti-Cosmic Satanism. MLO Anti-Cosmic Productions.
  • Waite, A.E. (2024). Törensel Maji: Ayinler, Tılsımlar, Çağrılar. Hermes Yayınları. (s.218).

Burak Bayülgen
Ph.D at Cinema and Media Research at Bahçeşehir University

Burak Bayülgen: Austin Hermit ve Paranormal Fenomenoloji

Tehlikeli adam Burak

AUSTIN HERMIT

Burak Bayülgen

What else does it offer
to the azymous wafer
o’ an Austin hermit
and his pentecostal portent
with the viscounts on the spot
who jesuitically herald
the invalid light or soot,
maybe Lilith and Cain
‘s gooch a seed will reign
the Juidcium crusis
for a wretched in jaundice
the malice o’ an apprentice
with the last words in his deathbed?


Burak Bayülgen ile “Destination Fear: Trail to Terror” filmi üzerinden “Mimari Yapılarda Paranormal Fenomenler” anlatımı.

ARCANA

Burak Bayülgen

Above mountains
a dynasty
battles with the
icons’ faulty
solar, icy
thorned Awrystli
where arcana
has befallen.

The ebony
o’ sheet pendants
seizes uneath
eased triumphs
before bigot
goat disciples
among distinct
oaths’ beguilements
which descent the
signs blatant:
Ra’s genesis –
torn factitious
spake a grim
temper heinous
amid the snow –
pure ametist
when arcana
has befallen.


Bostancı Underground (2024)

YE’R MAKER’S GUTTER

Burak Bayülgen

This is the womb
Ye’re supposed to be born
while ye’r maker’s gutter
has chosen a cloister
But the fancy reverie
cloaked by the ancestry
o’ mercyful oaths
that demand pungent deeds
such as the argent thoughts
conquered the urgent needs
o’ infernal temptations
soothed by frank regressions
demised with the suspicions
o’ a maker well informed.

Burak Bayülgen
Ph.D at Cinema and Media Research at Bahçeşehir University


Fenriz ve Nocturno Culto: Eşikte Duran İkili, Fanzin ve Fan Metafiziği

The Cult is Alive

Derrida’nın sözmerkezci olarak eleştirdiği batı metafiziği, Darkthrone, fanzinler ve fanlar üzerinden (arke-yazı) metafiziksel olarak incelendiğinde büyük bir merkezi yapı oluşturduğu görülür. Ama Darkthrone’un filli eylemleri, her geçen gün değişen müzikal yapısı ve ortaya koydukları çeşitli kavramlar, Derrida’nın tam da ilgilendiği o eşik açısından büyük bir önem atfetmektedir.

Burak Bayülgen

Fenriz ve Nocturno Culto ikilisinin sunduğu ezgiler özellikle bir döneme (80’lere) ve bir yöne (Kuzey’e) atıfta bulunur. Bu 80’ler ve Kuzey merkezli düşünce biçimi değişen sisteme rağmen korunmak istenmiştir. Bundan ötürü “şu an” babında hep “öteki”yle olan ilişkisine bakılır. “You call your metal black? It’s plastic, lame and weak!!!” “Şu an”ın karşısındaki geçmiş mitsel olarak ele alınırsa Derrida’nın yapısökücülüğüne tezat oluşturan tam bir merkezci tuzağa düşer. Nasıl ki siyah ile beyaz birbirlerine bir iz bırakarak anlam kazanıyorlarsa, 80’ler (I am the Graves of the 80’s), 90’larda (plastic, lame and weak) bir iz bırakmıştır ama 80’ler 90’ların içinde anlam-dışıdır. Bu yüzden Batı metafiziği yerine Darkthrone metafiziği demek daha doğru olacaktır. Bu metafiziğin merkezinde neler var? Öncelikle “varlık” var (Şeytani bir Oluş), sonra bu Oluş’a atfedilen Doğa, 80’ler, heavy metal ve yeraltı… Hepsi de bu yapının “Merkez”idir. Tanrı’nın sözleri gibidir. Karşısına ancak bir boşluk koyulabilir. Bunlar Darkthrone metafiziğinde söz’e denk düşer. Fenriz ve Nocturno Culto’yu ele alan fanzinler ve fanlar bu maddelerin karşısına ancak büyük bir boşluk koyabilir. Bu sebeple de Derrida’nın “vahşi” bulduğu bu yapının içinde oldukça sözmerkezci kalırlar. Derrida tam da bu noktada karşısına bir şey koyulamayan Oluş’un yapısökümünün yapılmasını önerir. 

Lakin Derrida’yı sevindirecek bir şey varsa o da Darkthrone’un algı-metafiziğiyle örtüşmeyen dönemsel gerçekliğidir. Derrida da Batı metafiziğini sözmerkezci oluşundan ötürü eleştiriyordu zaten. Yukarıda bahsedilen söz merkezci yapı, Fenriz’in öve öve bitiremediği fotokopi fanzinler ve nostalji düşkünü fanatikler tarafından kabul görmüş bir arke-yazı’dan ibarettir. Zaten bilinen, uygulanan ama yazıya dökülmeyen, dökülmesine de gerek kalmayan, aşkın dilin açıklayamadığı şeylerdir. Ama sözmerkezci metafizik ile dönemsel gerçeklik arasında Fenriz ve Nocturno Culto ikilisinin Oluş’u bakımından çok büyük bir zıtlık vardır. Bu Oluş Tanrısal maddeler karşısında bir hiçlik barındırmamalıdır. 

Gylve Fenris Nagell (photo credit: Peter Beste)

Artık Darkthrone basitleştirerek, indirgeyerek yahut hiyerarşik bir düzeyde değil, aşkın bir şekilde Şeytani Oluş’u, yeraltını, 80’leri ve black metal’i anlamlandıracaktır. 

Nedir bu dönemsel gerçeklik peki? Bu dönemsel gerçeklik de sözmerkezci midir? Neden Darkthrone’un dönemsel gerçekliği ile metafiziği arasında bir fark vardır? İlk olarak 80’lere eğinen Darkthrone’un dönemsel ve müzikal Oluş’una bakmak gerekir:

Öncelikle, Darkthrone müzik hayatına 90’larda başlamıştır ve tam da Derrida’nın yapısökücülüğünde önem atfettiği eşikte durmuştur. 80’ler ise Fenriz’in bilhassa hayranlık duyduğu müzikal ve kültürel bir dönemdir. Aslında Darkthrone ne 80’ler ne de 2000’lerdir. Bir taraftan da her ikisidir. 90’larda izledikleri müzikal yapı bugün “True Norwegian Black Metal” olarak mottolaşmış ikinci dalga black metal alt-türüne denk düşer. 2000’lerde ise 80’lerin crust-punk’ına yaklaşan, speed metal ile dinamikleşen, tüm kitleler için black metal fikrine karşı çıkan eşiktedir. Burada yeraltı/kitlesel gibi bir hiyerarşik karşıtlık sezilebilir. Ama tam da akabinde New Wave of Black Heavy Metal gelir… Buradaki “black” kelimesi, new wave’den de heavy metal’den de bağımsızdır. Fenriz’in söylemlerinde ne öncül bir müzik türünü ne de “ardıl olarak” resmileşecek bir formu kapsamaktadır. Fenriz ve Nocturno Culto tam da eşikte dururlar. Aksi taktirde ya öncül bir müziği (klişe) ya da form olarak bundan sonra aynen tekrarlanacak bir müziği icra etmek zorunda kalacaklardı. Bu yüzden Darkthrone için “yeraltı” artık bir merkez oluşturmamaktadır. Karşısında bir boşluk yoktur. Yeraltı/kitlesel karşıtlığındaki hiyerarşi, Fenriz’in “direniş” olarak adlandırdığı sınırda (The Underground Resistance), yerine ne koyulursa koyulsun, aynı eğinmeyi barındırmayacaktır. Darkthrone metafiziğinde fanzinler ve fanlar tarafından kabul görmüş olan “yeraltı,” tipik bir sözmerkezcilik idi. Fakat Fenriz yeraltı’na “direniş” kattıkça (yani eşikte durdukça) hem bir yeraltı müzisyeni olacak hem de kitlelere hitap edecektir. Aksi takdirde Fenriz ve Nocturno Culto ya yeraltında hapsolacaklar ya da bir hiç olacaklardı. Şimdi bunu somutlaştırmak gerekir: 

Fenriz’in bir internet sitesi olarak başladığı “bandoftheweek” ile speed/heavy/thrash/black türlerinde müzik yapan hem yeni hem eski, hem ikisi hem de ikisi de olmayan grupları tanıtması merkezci yeraltı’nı yok sayar. (Those Treasures Will Never Befall You). Darkthrone metafiziğinde yeraltının ötekisi düşünülemez. Gerek fanzinlerin gerek fanların metafiziksel algısına göre yeraltının karşıtlığı hiçliktir. Halbuki “bandoftheweek” için seçilen gruplar ne yeraltıdır ne de kitleseldir. Aynı zamanda hem yeraltıdır hem de kitleseldir. Tıpkı Derrida’daki gibi farklı kavramlar oluşmaya başlamıştır. Fenriz bu yapıda “hayalet” kavramını benimser ve orada durmasını bilir. “Yeraltını” desteklerken “yeraltından” çıkarır. Bu, kitlesel olduğu anlamına da gelmez ama aslında hem ikisidir hem de hiçbiri… 

Fenriz’in ve Nocturno Culto’nun fanzinler ve fanlar tarafından kabul gören metafiziğinde Oluş’un karşısına koyulacak olan şey bir boşluktur. Şeytani Oluş’un karşısına Tanrı’yı koymak zordu. Doğa’nın, 80’lerin ve yeraltı’nın da karşısına bir “öteki” yerleştirmek mümkün değildi. Eğer konulsaydı, hiyerarşik düzeyde Darkthrone’un yerine başka bir grubun Oluş’undan söz etmek kolaylaşacaktı ve tüm buraya kadar söylenenlerle özdeşleşecekti. Ama Darkthrone’un benzersizliği, Oluş’un karşısına koyulan bir boşluktan kaynaklanmamaktadır. Aksine Darkthrone’un hayalet bir formunun olmasından kaynaklanmaktadır. Artık Darkthrone basitleştirerek, indirgeyerek yahut hiyerarşik bir düzeyde değil, aşkın bir şekilde Şeytani Oluş’u, yeraltını, 80’leri ve black metal’i anlamlandıracaktır. 


An introduction to the Black Metal scene of Bergen, Norway.

Fenriz ve Nocturno Culto Doğa’ya aşıktır ama ne Doğa’nın içinde eriyip gitmiştir ne de Doğa’ya egemenlik kurmuştur.

Şimdi de bu eşiği Doğa üzerinden ele almak gerekir. İroni yapar gibi gelecek ama Doğa için de metafiziğe bağlı kalınmak zorunludur ama Fenriz’in fiili eylemleri doğa ile kültür arasında bir eşikte durduğunu kendiliğinden ortaya çıkaracaktır zaten. Doğa, Darkthrone’un hem Şeytani Oluş’unda hem de liriklerinde aşkındı. Karşısına “kültür” konulamazdı. Yine de Darkthrone’un medeniyet ile olan çekingen ilişkisi hem doğaya olan aşkın hem de müziğe olan içkin bir eşikte durmayı gerektiriyordu (Hiking Metal Punks Forever, Norway in September, To Walk The Infernal Fields). Fenriz ve Nocturno Culto Doğa’ya aşıktır ama ne Doğa’nın içinde eriyip gitmiştir ne de Doğa’ya egemenlik kurmuştur. Doğa’nın aşkınlığı müzik ve liriklerinde ne kadar içkinse, Darkthrone’u çok daha tekil bir gruba dönüştürür. Derrida da hep farklı kavramlar ortaya koyuyordu çünkü aksi takdirde hiyerarşik yapının aynı işlevselliği tekrarlanacaktı. Darkthrone için de Doğa bu yeni kavramlar açısından önemlidir. Derrida’nın yapıbozuculuğunda tek bir Oluş yoktur. Bütün bunların dışına çıkar gibi görünür ama aslında eşiktedir. Darkthrone için de Doğa işte böyle bir yapıdır.   

SONUÇ:

Derrida’nın sözmerkezci olarak eleştirdiği batı metafiziği, Darkthrone, fanzinler ve fanlar üzerinden (arke-yazı) metafiziksel olarak incelendiğinde büyük bir merkezi yapı oluşturduğu görülür. Ama Darkthrone’un filli eylemleri, her geçen gün değişen müzikal yapısı ve ortaya koydukları çeşitli kavramlar, Derrida’nın tam da ilgilendiği o eşik açısından büyük bir önem atfetmektedir.

Burak Bayülgen
Ph.D at Cinema and Media Research at Bahçeşehir University


Okült Savaş ve Gücün Mitolojisi Üzerine

Cylinder seal VA 243. Museum artifact published by Anton Moortgat, “West Asian Cylinder Seals,” Vorderasiatische Rollsiegel (1940): 101. [The figure to the far left may depict Inanna]

VE vaki oldu ki, toprağın yüzü üzerinde adamlar çoğalmağa başladı, ve onların kızları doğduğu zaman, 2Allah oğulları adam kızlarının güzel olduklarını gördüler, ve bütün seçtiklerinden kendilerine karılar aldılar. 3Ve RAB dedi: Ruhum adam ile ebediyen çekişmiyecektir, çünkü o da ettir; bunun için onun günleri yüz yirmi yıl olacaktır. 4Allah oğulları insan kızlarına vardıkları, ve bu kızlar onlara çocuk doğurdukları zaman, o günlerde, hem de ondan sonra, yeryüzünde Nefilim* vardı; bunlar eski zamandan zorbalar, şöhretli adamlardı. (Tekvin, BAP 6)


M.Ö 5500 yıl öncesine ait Sümer Yıldız Haritası. Dairesel taş tablet, 19. yüzyılın sonlarında Irak’ın Ninova kentindeki Kral Asurbanipal’in yeraltı kütüphanesinden çıkarıldı.

DÜNYA KRALLIĞI

İnsanlık için sarsıcı bir deneyim olan Tufan, “tanrılar”, yani Nefilimler için de aynı etkiyi yapmıştı.

Sümer kral listelerinin sözleriyle söylersek, “Tufan silip süpürdü” ve 120 şarlık gayret ve çabayı da bir gecede silip süpürdü. Güney Afrika madenleri, Mezopotamya’daki şehirler, Nippur’daki kontrol merkezi, Sippar’daki uzay limanı; hepsi de su ve çamur altına gömülmüştü. Yıkıma uğramış Dünya’nın üstünde, mekik araçlarının içinde uçarken, Nefilimler tekrar sağlam toprağa ayak basabilmek için suların çekilmesini sabırsızlıkla beklediler.

Şehirleri ve rahatlarını sağlayan her şey, hatta insan güçleri, yani insanoğlu bile gitmiş, tamamen yok olmuşken Dünya üstünde bundan sonra nasıl hayatta kalacaklardı?

Korkmuş, bitkin ve aç Nefilim grupları en sonunda “Kurtuluş Dağı”nın zirvelerine indiklerinde, insanoğlunun ve hayvanların tamamen yok olmadıklarını gördüklerinde açıkça rahatlamışlardı. Hedeflerinin kısmen bozulduğunu keşfettiğinde ilk başta öfkelenen Enlil bile kısa sürede fikrini değiştirmişti.

İlâhın kararı, son derece pratik idi. Kendi zorlu şartlarıyla yüzleşen Nefilimler, insan hakkındaki çekincelerini bir kenara bırakıp kolları sıvadılar ve insanoğluna tahıl ve hayvan yetiştirme bilgisini vermek için hiç zaman kaybetmediler. Hayatta kalmak, şüphesiz, Nefilimleri ve hızla çoğalan insanoğlunu yaşatmak için tarımın ve hayvanları evcilleştirmenin hızına dayanıyor olduğundan, Nefilimler ileri bilimsel bilgilerini, önlerindeki göreve uyguladılar.

Bilginin İncil ve Sümer metinlerinden de bulunabileceğinin farkında olmayan ve tarımın kökenini araştıran birçok bilim adamı; tarımın insanoğlu tarafından “keşfinin”, son buzul çağını izleyen neotermal (“yeni yeni ısınan”) iklimle ilişkili olarak 13.000 yıl kadar önce olduğu sonucuna varmışlardır. Hâlbuki İncil, modern bilginlerden çok önce, tarımın başlangıcını Tufan’dan hemen sonraya bağlamaktadır.

Tekvin’de “ekme ve biçme”, İlâh ve insanoğlu arasında Tufandan sonra varılan ahitin bir parçası olarak Nuh’a ve evlatlarına bahşedilen ilâhî armağanlar olarak tarif edilir:

Yerin bütün günleri devamınca,
ekme ve biçme,
soğuk ve sıcak,
yaz ve kış,
gündüz ve gece kesilmeyecektir.

Ziraat bilgisiyle donatılan “Nuh çiftçi olmaya başladı ve bir bağ dikti”: Amaçlı, karmaşık dikim yapma görevine girişen ilk Tufan-sonrası çiftçi olmuştu.

Sümer metinleri, tanrıların insanoğluna hem ziraatı hem de hayvanları evcilleştirmeyi bahşettiklerini bildirirler.

Ziraatın başlangıcının izini süren modern bilginler onun ilk kez Yakın Doğu’da görüldüğünü buldular ama verimli ve kolayca ekilebilen düzlükler ve vadilerde başlamamıştı. Ziraat, alçak ovaları bir yarım daire gibi çevreleyen dağlarda başlamıştı. Çiftçiler niçin düzlüklerden kaçınıp, ekmeyi ve biçmeyi daha zor olan dağlık araziyle sınırlamış olsunlardı ki?

Tek mantıklı cevap; ziraat başladığı sıralarda alçak düzlüklerin yaşanamaz olmasıydı; 13.000 yıl kadar önce alçak düzlükler Tufanın ardından henüz kurumamıştı. Ovaların ve vadilerin insanların Mezopotamya’yı çevreleyen dağlardan inip, alçak düzlüklerde yerleşmeye başlayacak kadar kurumasından önce bin yıl geçti. Bu, aslında Tekvin Kitabı’nın bizlere söylediği şeydir: Tufandan birkaç nesil sonra, “Doğu’dan”, yani Mezopotamya’nın doğusundaki dağlık bölgelerden gelen insanlar “Şinar (Sümer) diyarında bir ova buldular ve orada yerleştiler.”

Sümer metinleri Enlil’in, tahılları ilk olarak “tepelik ülkede”, yani düzlüklerde değil, dağlarda yaygınlaştırdığını ve sel sularını uzakta tutarak ekim işini mümkün kıldığını bildirirler. “Dağları bir kapıyla kapattı.” Sümer’in doğusundaki bu dağlık diyarın adı “yeşilliğin filizlendiği ev” anlamındaki E.LAM’dır. Daha sonra Enlil’in yardımcılarından ikisi, tanrı Ninazu ve Ninmada tahıl ekimini aşağıdaki düzlüklere genişlettiler, böylece en sonunda “Sümer, tahıl bilmeyen diyar, tahılı bilmeye başladı.”

Ziraatın, buğday ve arpanın bir kaynağı olarak yabanî ve düşük kaliteli bir buğdayın ehlileştirilmesiyle başladığını artık kesinleştirmiş olan bilginler, (Şanidar mağarasında bulunanlar gibi) bu en eski tahılların, nasıl olup da çoktan tek tip ve son derece özelleşmiş olduklarını açıklayamıyorlar. Çok basit bir özelleşme sağlamak için bile doğa tarafından binlerce nesillik genetik seleksiyon gerekmektedir. Ancak Dünya’da böylesi aşamalı ve çok uzun bir sürecin yer almış olabileceği bir dönem, zaman veya yer bulunmamaktadır. Bu botanogenetik mucize için hiçbir açıklama yoktur; tabi bu süreç doğal seleksiyon ile değil de yapay manipülasyon yoluyla olmadıysa.

Sert kabuklu bir buğday türü, çok daha büyük bir gizem içermektedir. Bu buğday türü, ne bir genetik kaynaktan gelişmiş ne de bir kaynağın mutasyonu sonucu oluşmuş olan “botanik genlerin sıra dışı bir karışımı”nın ürünüdür. Kesinlikle, birkaç bitkinin genlerinin karıştırılmasının sonucudur, insanoğlunun birkaç bin yıl içinde hayvanları evcilleştirme yoluyla değiştirmiş olmaları düşüncesi de sorgulanmalıdır.

Modern bilginlerin bu bulmacalara ya da kadim Yakın Doğu’daki dağlık yarım ay şeklindeki bölgenin niçin yeni tahıllar, bitkiler, ağaçlar, meyveler, sebzeler ve evcilleşmiş hayvanlar için sürekli bir kaynak hâline geldiği sorusuna verecekleri hiçbir cevapları yoktur.

Sümerliler cevabı biliyorlardı. Tohumlar, dediler, Anu tarafından Göksel Mekânından Dünya’ya yollanmış bir armağandır. Buğday, arpa ve keten keneviri On ikinci Gezegenden Dünya’ya indirilmişti. Ziraat ve hayvanları evcilleştirme, sırasıyla Enlil ve Enki tarafından verilmiş armağanlardı.

İnsanoğlunun Tufan-sonrası uygarlığındaki üç önemli dönemin ardında, sadece Nefilimlerin varlığı değil, On İkinci Gezegenin dönemsel olarak Dünya’nın yakınına gelmesi de yatmakta gibidir: M.Ö. 11. 000’de ziraat; M.Ö. 7.500’lerde Neolitik kültür ve M.Ö. 3.800’deki anî uygarlık 3.600 yıllık aralıklarla meydana gelmiştir.

Ölçülü dozlarla insanoğluna bilgi veren Nefilimler, anlaşılan, bunu On İkinci Gezegenin Dünya yakınlarına periyodik dönüşlerine denk aralıklarla yapmaktaydılar. Sanki bir başka “haydi ileri” emri verilmeden önce, ancak Dünya ve On İkinci Gezegen arasındaki kalkış ve inişlere izin veren bu dönem sırasında mümkün olabilen saha teftişlerinin, yüz yüze konsültasyonların “tanrılar” arasında yer alması gerekmekteydi.

“Etana Destanı” ayrıntılara bir göz atmamızı sağlıyor. Tufanın ardından gelen günlerde şöyle der:

Kaderleri belirleyen Büyük Anunnakiler
diyarla ilgili fikir alışverişinde bulunmaya oturdular.
Dört bölgeyi yaratmış olanlar,
yerleşimleri kurmuş, diyarı yönetmiş olanlar,
İnsanoğlu için fazla uluydu.

Bizlere, Nefilimlerin kendileri ve insan kitleleri arasında bir aracıya ihtiyaçları olduğu kararına vardıkları söylenir. Onlar, tanrılar olmaya karar verdiler; Akkadca “ulu olanlar” anlamında elu. Rabler olarak kendileri ve insanoğlu arasında bir köprü olması için, Dünya üstünde “Krallık” başlattılar: İnsanoğlunun tanrılara hizmet etmesini temin edecek ve tanrıların öğretileri ile verdikleri bilgileri insanlara ulaştıracak bir insan hükümdar atadılar.

Konuyla ilgili bir metin, taç veya başlık bir insanın başına yerleştirilmeden veya asa eline verilmeden önceki durumu tarif eder; tüm bu Krallık sembolleri ve dürüstlük ve adaletin sembolü olan çoban asası “Göklerde Anu’nun önünde durmaktaydı.” Ancak tanrılar karara varınca, “Krallık Göklerden indirildi”.

A depiction of the ancient Sumerian god Enki, pictured in the middle.

Hem Sümerce hem de Akkadca metinler, Nefilimin topraklar üstünde “efendi” oluşlarını sürdürdüklerini ve insanoğlunun ilk olarak tufan öncesi şehirleri, eskiden tam oldukları ve ilk plânladıkları biçimde tekrar inşa etmek olduğunu bildirdiler: “Tüm şehirlerin tuğlaları belirlenen yerlerine serilsin, tüm (tuğlalar) kutsal yerlerde dursun.” Demek ki, yeniden inşa edilen ilk şehir Eridu idi. Nefilimler daha sonra insanlara ilk kraliyet şehrini planlamaları ve inşa etmeleri için yardım ettiler ve onu kutsadılar. “Şehir, insanoğlunun dinleneceği yuva, yer olsun. Kral bir Çoban olsun.”

Sümer metinleri, insanoğlunun ilk kraliyet şehrinin Kiş olduğunu söyler. “Krallık Göklerden tekrar indirildiğinde, Krallık Kiş’te idi.” Ne yazık ki Sümer kral listeleri, tam da ilk birkaç insan kralın adının olduğu yerde tahrip olmuştur. Ancak ilk kralın, kraliyet mekânları Kiş’ten Uruk’a, Ur’a, Avvan’a, Hamazi’ye, Aksak’a, Akkad’a, daha sonraları Aşur ve Babil’e ve daha yeni başkentlere kayan uzun bir hanedanlığı başlattığını biliyoruz.

İncil’deki “Milletler Tablosu” aynı şekilde Nimrud’u, yani Uruk, Akkad, Babil ve Asur krallıklarının atasını Kiş’e dayandırır. İnsanoğlunun yayılışını, ülkelerini ve Krallıklarını; insanoğlunun Tufan’ı izleyen üç dal hâlinde bölünüp büyümesi olarak kayıtlara geçirmiştir. Nuh’tan gelen ve onun üç oğlu ardınca adlandırılan bu halklar ve ülkeleri; Mezopotamya ve Yakın Doğu topraklarında yaşayan Sam; Afrika ve Arabistan’ın bazı kısımlarında yerleşen Ham ve Anadolu, İran, Hindistan ve Avrupa’daki Hint-Avrupalılar olan Yafet halklarıdır.

Bu üç geniş gruplama, şüphesiz büyük Anunnakiler tarafından yerleşimi tartışılan üç “bölge”dir. Bu üçünden her birine, önde gelen ilâhlardan biri atanmıştı. Bunlardan biri tabi ki Sami halkının bölgesi, insanoğlunun ilk büyük uygarlığının yükseldiği Sümer’in ta kendisi idi.

Şekil 161

Diğer ikisi de gelişen uygarlıklara mekân olmuşlardı. M.Ö. 3.200’lerde, yani Sümer uygarlığından yarım bin yıl sonra, Krallık ve uygarlık Nil vadisinde ilk ortaya çıkışını yaptı, zamanla Mısır’daki büyük uygarlığa dönüştü. Elli yıl öncesine kadar ilk büyük Hint-Avrupa uygarlığı hakkında hiçbir şey bilinmiyordu. Ama artık büyük şehirleri, gelişmiş bir ziraati, büyüyen bir ticareti kapsayan ileri bir uygarlığın kadim zamanlarda İndüs vadisinde mevcut olduğu yolunda hiçbir şüphe kalmamıştır. Bilginler bu uygarlığın, Sümer uygarlığı başladıktan bin yıl kadar sonra ortaya çıktığına inanıyorlar. (Şekil 161)

Arkeolojik bulgular kadar kadim metinler de bu iki nehir uygarlığı ve daha eski olan Sümer uygarlığı arasındaki yakın kültürel ve ekonomik bağlantıları kesinleştirmekteler. Dahası, hem doğrudan hem de dolaylı kanıtlar; bilginlerin çoğunu Nil ve İndüs uygarlıklarının sadece bağlantılı olmayıp, aslında Mezopotamya’daki daha eski uygarlığın ürünleri olduğuna ikna etmiştir.

Şekil 162

Mısır’ın en etkileyici anıtları olan piramitlerin, bir taş “deri” altında Mezopotamya ziguratlarının taklitleri olduğu bulunmuştur ve bu büyük piramitlerin plânlarını çizen ve inşasını kontrol eden dâhi mimarın, bir tanrı olarak yüceleştirilen bir Sümerli olmasına inanmak için sebeplerimiz vardır. (Şekil 162)

Kendi diyarlarına verdikleri kadim Mısırca ad “Kaldırılmış Diyar” idi ve tarih öncesi anılarına göre “çok eski zamanlarda ortaya çıkan çok büyük bir tanrı” ülkelerini su ve çamur altında gömülü bulmuştu. Büyük bir ıslah çalışmasına girişti ve kelimenin tam anlamıyla Mısır’ı suların altından kaldırdı. “Efsane”, Tufan sonrasında alçak arazideki Nil Nehri vadisinin hâlini tarif etmektedir; bu eski tanrının, Nefilimlerin baş mühendisi Enki’den başkası olmadığı gösterilebilir.

Şekil 163

İndus vadisindeki uygarlıkla ilgili henüz pek az şey bilinmesine rağmen, onların da on iki sayısını en üstün ilâhî sayı olarak yücelttiklerini; tanrılarını boynuzlu başlıklar takan insan benzeri varlıklar olarak resmettiklerini ve On ikinci Gezegenin sembolü olan artı işaretine saygı gösterdiklerini biliyoruz. (Şekil 163, 164)

Şekil 164


Eğer bu iki uygarlık Sümer kaynaklı ise, yazılı dilleri neden farklıdır? Bilimsel cevap, bu dillerin farklı olmadığıdır. Bu durum, 1852 gibi erken bir tarihte, vaiz Charles Foster [The One Primeval Language (Tek İlksel Lisan)] o sırada deşifre edilmiş bütün kadim dillerin, ilk Çince ve diğer Uzak Doğu dilleri de dâhil olmak üzere, tek bir ilksel kaynaktan çıktığını gösterebilmiştir; bu kaynak daha sonra Sümerce olarak gösterildi.

Benzer piktograflar, pekâlâ mantıklı bir rastlantı olabilecek benzer anlamlara sahip olmakla kalmıyor, aynı çoğul anlamlara ve hatta aynı fonetik seslere de sahip bulunuyorlardı; bu da ortak bir kökeni önermektedir. Daha yakın tarihlerde, bilginler en eski Mısır yazılarının, önsel yazılı bir gelişmeyi işaret eden bir dil kullandığını göstermişlerdir; yazılı bir dilin önsel bir gelişme edineceği tek yer Sümer idi.

Demek ki, bir nedenle üç farklı dil hâlinde farklılaşmış tek bir yazılı dil var elimizde: Mezopotamya’ca, Mısır/Hamice ve Hint-Avrupalı. Bu gibi bir farklılaşma zaman içinde uzaklık ve coğrafya tarafından ayrılma yüzünden kendi başına da meydana gelmiş olabilirdi. Ancak Sümer metinleri bunun, tanrıların bir kez daha Enlil tarafından başlatılan kasıtlı bir kararı sonucu olduğunu iddia ederler. Sümer hikâyeleri, İncil’deki çok iyi bilinen Babil Kulesi hikâyesine paraleldir “Ve bütün Dünya’nın dili bir ve sözü birdi.” Ama insanlar Sümer’e yerleştikten sonra, tuğla yapma sanatını öğrendiler, şehirler inşa ettiler ve yüksek kuleler (ziguratlar) diktiler ve kendilerine bir şem ve onu fırlatacak bir kule yapmayı plânladılar. Dolayısıyla, “Rab Dünya’nın dilini karıştırdı.”

Mısır’ın çamurlu suların altından kasıtlı olarak yükseltilmesi, dilsel kanıtlar, Sümer ve İncil metinleri; bu iki uydu uygarlığın şans eseri gelişmediği yolundaki çıkarımımızı desteklemektedir. Aksine, bunlar Nefilimlerin kasıtlı kararlarıyla plânlanmış ve ortaya çıkarılmışlardır.

Anlaşılan kültür ve amaçta birleşmiş bir insan ırkından korkan Nefilimler, imparatorluk politikasını uyguladılar: “Böl ve yönet.” Çünkü insanoğlu havacılıkla ilgili gayretler de içeren (“şimdi yapmaya niyet ettiklerinden hiçbir şey onlardan men edilmeyecektir”) kültürel düzeylere erişirken, Nefilimler gittikçe küçülen bir topluluktu. M.Ö. üç bin yıllarında, ilâhî ebeveyni olan insanlardan haberi bile olmayan çocuklar ve torunlar, büyük eski tanrıları köşeye sıkıştırmıştı.

Ninhursag, Enlil, Anu, & Enki

Enlil ve Enki arasındaki acı rekabet, ilk oğulları tarafından miras alındı ve üstünlük için şiddetli çarpışmalar devam etti. Enlil’in oğulları bile, daha önceki bölümlerde gördüğümüz gibi, kendi aralarında savaştılar, tıpkı Enki’nin oğulları gibi. Yazılı insanlık tarihinde olduğu gibi, çocukları arasında barışı sağlamak isteyen derebeyleri, vârisleri arasında araziyi paylaştırdı. En azından bildiğimiz bir keresinde, bir oğul (İşkur/Adad), Dağlık Diyarda yerel ilâh olması için Enlil tarafından bilerek uzaklaştırıldı.

Zaman geçtikçe, tanrılar her biri üstünde hükümranlıkları olan bölge, sanayi veya mesleği kıskançlıkla koruyan derebeyleri hâline geldiler. İnsan krallar; tanrılar ve büyüyen, yayılan insanlık arasındaki aracılar idi. Kadim kralların “tanrımın emri üzerine” savaşa gittikleri, yeni toprakları ele geçirdikleri ve uzak halkları dize getirdikleri iddialarını hafife almamak gerekiyor. Metin üstüne metin gösteriyor ki durum kelimesi kelimesine böyleydi. Tanrılar dış ilişkiler kurma gücünü ellerinde tutmuşlardı ve bu ilişkiler diğer bölgelerdeki diğer tanrılar anlamına gelmekteydi. Buna göre, savaş veya barış konusunda son söz onlarındı.

İnsanların, devletlerin, şehirlerin ve köylerin bollaşmasıyla, insanlara bağlı oldukları derebeyinin veya “ulu olan”ın kim olduğunu hatırlatacak yollar bulmak şart olmuştu. Eski Ahit insanları tanrılarına bağlı tutma ve “başka tanrıların ardından fahişelik etmemeleri” sorununu tekrarlar. Çözüm, birçok ibadet yeri kurmak ve her biri için “doğru” tanrının suretini veya sembollerini dikmekti.

Putperestlik çağı başlamıştı.

Sümer metinlerinin bize verdiği bilgiye göre Tufanın ardından Nefilimler, tanrıların ve insanoğlunun Dünya üstündeki geleceği hakkında uzun toplantılar yapmışlardı. Bu tartışmaların bir sonucu olarak, “dört bölge yarattılar”. Üçünde, yani Mezopotamya, Nil vadisi ve İndüs vadisinde insanlar oturmaktaydı.

Dördüncü bölge ise “kutsal” idi; orijinal anlamı harfiyen “yasak, adanmış” olan bir terim. Sadece tanrılara adanmış olan burası “saf diyar” idi; sadece izin ile yaklaşılabilen, izinsiz girmenin sonucunun hiddetli muhafızlar tarafından tutulan “ürkütücü silâhlar”la hızla öldürülmek olduğu bir yer. Bu diyar veya bölge TİL.MUN (harfiyen “füzelerin yeri”) olarak adlandırıldı. Burası, Sippar’dakinin tufan tarafından yıkılmasının ardından Nefilimlerin uzay üslerini yeniden kurdukları yerdi.

Bir kez daha bölge, Utu/Şamaş’ın, yani ateşli roketlerden sorumlu tanrının komutasına verildi. Gılgamış gibi kadim kahramanlar bu Yaşam Diyarına ulaşmaya, bir şem veya bir Kartal ile Tanrıların Göksel mekânına taşınmaya can attılar. Gılgamış’ın Şamaş’a yalvarmasını hatırlayalım:

Diyara girmeme izin ver, Şemimi dikmeme izin ver…
Beni doğuran tanrıça anamın hayatı üstüne,
saf sadık kral olan babam
-adımımı Diyar’a yönelt!

Kadim masallar, hatta yazılı tarih, insanların “diyara ulaşmak”, “Hayat Ağacı”nı bulmak, Gök ve Yer Tanrıları arasında ebedî saadeti bulmak için dur durak bilmeyen gayretlerini anlatırlar. Bu özlem, kökleri Sümer’in derinliklerinde olan tüm dinlerde mevcuttur; yani Dünya üstünde adil ve dürüst olmayı, bir Göksel İlâhî mekândaki bir “ölümden sonra hayatın” izleyeceği ümidi.

Ama ilâhî bağlantının kurulacağı bu ele geçmez diyar neredeydi?

Bu soru cevaplandırılabilir. İpuçları oradadır. Ama ötesinde başka sorular büyümeye başlar. Nefilimlerle o zamandan beri karşılaşan olmuş muydu? Onlarla tekrar karşılaşıldığında neler olacaktır?

Ve eğer Nefilimler, Dünya üstünde “insanı” yaratan “tanrılar” idiyseler, On ikinci Gezegen üstünde Nefilimleri yaratan sadece evrim miydi?


Anısına ve mirasına hürmetle, Zecharia Sitchin (1920 – 2010)

Önsöz

Zecharia Sitchin

Tekvin


Eski Ahit, çocukluğumdan bu yana yaşamımı doldurmuştur. Bu kitabın tohumlan, yaklaşık elli yıl önce atıldığında, o sıralarda sürmekte olan, Evrim teorisi ile İncil arasındaki zıtlıklarla ilgili tartışmalardan tamamen habersizdim. Ama Tekvin’i orijinal İbranicesinden inceleyen genç bir okul öğrencisi olarak, kendi başıma bir karşı koyma yaratmıştım. Bir gün, Tanrının Büyük Tufan ile insanları yok etme kararı aldığında, insan kızları ile evlenmiş bulunan “tanrı oğullarının” Dünya üzerinde olduğu 4. Bölümü okuyorduk, İbranice orijinal onları Nefilimler diye adlandırmaktaydı; öğretmenimiz bunun “devler” anlamına geldiğini açıkladı ama ben itiraz ettim; aslında bu kelime tam anlamıyla “Aşağıya Gönderilmiş Olanlar”, Dünya’ya inmiş olanlar anlamına gelmiyor muydu? Cezalandırıldım ve geleneksel yorumu kabul etmem söylendi.

Bundan sonraki yıllarda ben, kadim Yakın Doğu’nun dillerini, tarihini ve arkeolojisini öğrendikçe, Nefılimler bir takıntı hâline geldi. Arkeolojik bulgular ve Sümer, Babil, Asur, Hitit, Kenan ve diğer kadim metinler ve efsanelerinin deşifre edilmesi; İncil’deki antik zamanların krallıklarına, şehirlerine, hükümdarlarına, yerlerine, tapınaklarına, ticaret yollarına, eşyalarına, araçlarına ve geleneklerine yapılan göndermelerin doğruluğunu gittikçe artan biçimde doğrulamaktadır. Dolayısıyla, artık Nefılimleri göklerden Dünya’ya gelen ziyaretçiler olarak gören aynı kadim kayıtların sözlerini kabul etme zamanı gelmedi mi?

Eski Ahit tekrar tekrar belirtir: “Yahveh’nin tahtı göklerdedir”, “Rab, Dünya’ya göklerden bakar”. Yeni Ahit “göklerde olan Babamız”dan söz eder. Ama İncil’in güvenilirliği, Evrim anlayışının ortaya çıkışı ve genel olarak kabul görüşüyle sarsılmıştı. Eğer insan evrimleşmişse, o zaman şüphesiz, düşünüp taşındıktan sonra “Adamı kendi suretimizde, benzeyişimizde yapalım” diye öneride bulunan bir İlâh tarafından bir kerede yaratılmış olamazdı. Tüm kadim halklar göklerden Dünya’ya inen ve istediklerinde göklere yükselebilen tanrılara inanmaktaydı. Ama bu hikâyelere hiçbir zaman inanılmadı, daha en başından itibaren bilginler tarafından mit olarak etiketlendiler.

Kadim Yakın Doğu’nun astronomik metinler bolluğu da içeren yazıları, bu astronotların veya “tanrıların” gelmiş olduğu bir gezegenden açıkça söz etmektedirler. Ancak yüz elli yıl önce bilginler gök cisimlerinin kadim listelerini deşifre ve tercüme ederken, astronomlarımız henüz Plüton’un (ancak 1930’da saptanabilmiştir) bile farkında değillerdi. Güneş sistemimizin bir üyesi daha olduğunu gösteren kanıtları nasıl kabul edebilirlerdi? Ama artık biz de, tıpkı eskiler gibi, Satürn’ün ötesindeki gezegenlerin farkındayız; öyleyse On ikinci Gezegen’in varlığına dair kadim kanıtları niye kabul etmeyelim?

Bizler uzaya açılırken, kadim yazıtlara taze bir bakış ve onları kabulleniş için zaman bundan daha uygun olamaz. Artık astronotlar Ay’a da indikleri ve insansız uzay araçları diğer gezegenleri keşfe koyulduğundan dolayı, bizimkinden çok daha ileri bir başka gezegendeki bir uygarlığın kendi astronotlarını geçmişte bir zamanlar Dünya gezegenine indirmiş olabileceğine inanmak, hiç de imkânsız değildir.

Gerçekten de çok sayıda popüler yazar, piramitler veya dev taş heykeller gibi kadim yapıtların, bir başka gezegenden gelen daha ileri ziyaretçiler tarafından yapılmış olduğunu öne sürmekteler -zira ilkel insan, gerekli teknolojiye kendi başına sahip olamazdı değil mi? Ya da başka bir örnek: Yaklaşık 6000 yıl önce hiçbir öncesi olmaksızın Sümer uygarlığı anîden nasıl ortaya çıkıvermiştir? Ama bu yazarlar genellikle bu kadim astronotların ne zaman, nasıl ve hepsinden de önemlisi nereden geldiklerini ortaya koymakta başarısız olmaları sebebiyle, akılları karıştıran soruları cevapsız spekülasyonlar olarak kalmaktadır.

Kadim kaynaklara geri dönerek onları kelimesi kelimesine kabul etmek ve zihnimde tarih öncesi olayların sürekli ve mantıklı bir senaryosunu oluşturmak, otuz yıllık araştırmaya mal oldu. Dolayısıyla On İkinci Gezegen, okuyucuya Ne Zaman, Niçin ve Nereden gibi belirli sorulara cevaplar veren bir anlatım sağlamayı hedeflemektedir. Gösterdiğim kanıtlar, esas olarak kadim metinler ve resimlerin kendileridir.

On İkinci Gezegen’de, güneş sisteminin nasıl yaratılmış olabileceğini, istilâcı bir gezegenin güneş yörüngesine takıldığını, Dünya’nın ve güneş sisteminin diğer kısımlarının nasıl ortaya çıktığını, belki de modern bilimsel teoriler kadar iyi açıklayan gelişmiş bir kozmogoniyi deşifre etmeyi de amaçladım. Sunduğum kanıtlar On İkinci Gezegenden Dünya’ya yapılan uzay uçuşları ile ilgili göksel haritaları içermektedir. Daha sonra, ardından, Nefilimler tarafından Dünya üzerinde ilk yerleşimlerin dramatik biçimde kuruluşu gelir; liderleri, ilişkileri, aşkları, kıskançlıkları, başarıları ve uğraşları tarif edilecek; “ölümsüzlüklerinin” doğası açıklanacaktır.

Hepsinden de önemlisi, On İkinci Gezegen, insanın yaratılmasına yol açan önemli olayları sıralayacak ve bunun başarılmasına yarayan gelişmiş metotları anlatacaktır.

Daha sonra insan ve onun ilâhları arasındaki karmaşık ilişkiyi ortaya atacak ve Cennet Bahçesi, Babil Kulesi ve büyük Tufan gibi olayların anlamına yeni bir ışık tutacaktır. En sonunda, yapıcıları tarafından biyolojik ve maddî olarak donatılan insan, tanrılarını Dünya’dan kaçıracak kadar çoğalacaktır. Bu kitap, güneş sistemimizde yalnız olmadığımızı önermektedir ve evrensel bir Tanrıya imanı azaltmaktan ziyade çok daha fazla artırmaktadır. Zira eğer Dünya üzerindeki insanı Nefilimler yarattı ise, onlar sadece çok daha engin bir Ana Plâna uygun iş görmekteydiler demektir.

Zecharia Sitchin
New York, Şubat 1977


Zecheria Sitchin & Haktan Akdoğan, Manhattan West, Time Cafe

sitchin.com x haktan akdoğan


PDF KAYNAK:


VİDEO KAYNAK: