Philip K. Dick: İki Günde Çökmeyecek Bir Evren Nasıl Kurulur

Happiness by Steve Cutts

Beni büyüleyen ana konular “Gerçeklik nedir?” ve “hakiki insanı oluşturan şeyler nelerdir?” sorularıdır. Romanlar ve hikayeler yayınladığım yirmi yedi yıl boyunca, birbiriyle ilişkili bu iki konuyu tekrar tekrar araştırdım. Biz neyiz? Bizi çevreleyen ve “ben-dışı” ya da “ampirik veya görünen dünya” diye adlandırdığımız şey nedir?

Canınızı BK yazarlarının söylevlerinde bahsettikleri sıradan şeylerle sıkmaya başlamadan önce, izin verin de size Disneyland’tan resmi selamlarımı ileteyim. Kendimi Disneyland’ın sözcüsü sayıyorum; çünkü oradan sadece birkaç mil uzakta yaşı­yorum -bu da yetmezmiş gibi, bir keresinde orada Paris TV’yle röportaj yapma şerifine nail oldum.

Philip K. Dick 1978 / çev: Uğur Güney & Öznur Karakaş

Kaynak: Davetsiz Misafir, Sonbahar 2004

Söyleşiden birkaç hafta sonra cidden hasta­landım ve yataklara düştüm. Buna, dönen çay fincanlarının neden olduğunu düşünüyorum. Programın yapımcısı Elizabeth Antebi benden, Norman Spinrad’la (şahane bilimkurgu yazan eski bir arkadaşım) birlikte faşizmin yükselişini tartışırken dev çay fincanlarından birinin için­de fırıl fırıl dönmemi istemişti, Watergate’i de konuştuk, ama bunu Kaptan Kanca’nın korsan gemisinin güvertesinde yaptık. Kameralar etra­fımızda dönüp duruyor, Elizabeth beklenmedik sorular soruyordu. Bu arada da Mickey Mouse şapkası (kulakları olan sıvalı şapkalar) takan küçük çocuklar etrafta koşuşturup duruyor ara­da da bize çarpıyorlardı. Norman ve ben, o gün kafamız çarpışan küçük çocuklarla meşgulken fevkalade aptal şeyler söyledik. Yine de bugün, size anlattıklarımın sorumluluğunu üstlenmeli­yim. Ne de olsa hiçbiriniz Mickey Mouse şap­kası takmıyor, benim de korsan gemisinin do­nanımının bir parçası olduğumu sanıp üstüme tırmanmaya çalışmıyorsunuz.

Bunu söylediğim için üzgünüm ama BK ya­zarları gerçekten hiçbir şey bilmezler. Ona dair bilgimiz kısıtlı ve doğrulanmamış olduğundan bilim hakkında konuşamayız. Üstelik genel­de kurgumuz da berbattır. Bir kaç yıl önce, içi­mizden birini konuşma yapmaya davet etmek herhangi bir kolej ya da üniversitenin aklının ucundan bile geçmezdi. Lütuf olsun diye, kim­seyi etkilemeyen renkli ucuz dergilere hapsedilmiştik. O günlerde arkadaşlarım bana “Hiç ciddi şeyler yazıyor musun?” diye sorarlardı. Aslında “bilim kurgudan başka şeyler yazar mısın?” demek istiyorlardı. Kabul edilmek için yanıp tutuşuyorduk. Birilerinin bizi fark etme­sini bekliyorduk.

Sonra birden akademik dünya bizi fark etti. Konuşmalar yapmak, panellerde bulunmak üzere davet edildik – ve anında kendimizi ap­tal yerine koymayı başardık. Bizden öğrenmek istedikleri kabaca şuydu: Bir bilimkurgu yazarı ne bilir? Hangi konuda bir otoritedir?


Philip K Dick speech in Metz France 1977

Ama bu entelektüel bir oyun değil, hakiki bir sorun… Çünkü bugün medya, hükümetler, bü­yük şirketler, dini ve politik gruplar tarafından düzmece gerçekliklerin üretildiği bir toplumda yaşıyoruz. Üstelik bu sahte dünyaları, okuyucu, izleyici ve dinleyicilerin direkt olarak kafasına ileten elektronik aksam da artık mevcut.

Bu bana buraya uçmadan hemen önce rast­ladığım bir Kaliforniya gazetesinin manşetini hatırlatıyor: “BİLİM ADAMLARI FARELERİN İNSAN GİBİ GÖRÜNEMEYECEKLERİNİ SÖYLÜYORLAR”. Hükümet tarafından finan­se edilen bir araştırma programıydı galiba. Düşünün hele: Bu dünyada, farelerin iki renk ayakkabılar, melon şapkalar, ince çizgili şortlar ve Dacron pantolonlar giyip giyemeyecekleri ve insan olarak kabul edilip edilemeyecekleri ko­nusunda bir otorite var.

Pekala, size neyin ilgimi çektiğini, neyi önemsediğimi anlatayım. Hiçbir konuda otori­te olduğumu iddia edemem ama bazı konuların beni mutlak surette etkilediğini, her daim bu konular hakkında yazdığımı söyleyebilirim.

Beni büyüleyen ana konular “Gerçeklik ne­dir?” ve “hakiki insanı oluşturan şeyler neler­dir?” sorularıdır. Romanlar ve hikayeler yayın­ladığım yirmi yedi yıl boyunca, birbiriyle iliş­kili bu iki konuyu tekrar tekrar araştırdım. Biz neyiz? Bizi çevreleyen ve “ben-dışı” ya da “am­pirik veya fenomenal dünya” diye adlandırdığı­mız şey nedir?

1951’de ilk hikayemi sattığımda, bilimkur­gu alanında böyle temel mevzuların peşine dü­şülebileceğini hiç düşünmemiştim. Aslında bu konularla uğraşmaya, pek de farkında olmadan başladım. İlk hikayem, her cuma gelen çöpçü­nün, ailenin güvenli metal kutularda özenle depoladığı değerli yiyecekleri çaldığına inanan bir köpek hakkındaydı. Ailenin üyeleri her gün kese kağıtlarıyla bu iyi pişmiş yemekleri taşır, metal konteynıra doldurup kapağı sıkıca kapa­tırlardı. Konteynır dolduğunda, bu korkunç gö­rünüşlü yaratıklar gelip kutudaki her şeyi çalar­dı. Hikayenin sonunda köpek, çöpçünün evdekilerin yemeklerini çalmakla kalmayıp bir gün onları da yiyeceğine inanmaya başlar. Tabii ki, köpek bu konuda yanılıyordur. Hepimiz çöp­çülerin insanları yemediğini biliriz. Ama kö­peğin çıkarsaması -verilen koşullar altında ve onun mizacına göre bir bakıma mantık çerçeve­sindedir. Hikaye gerçek bir köpek hakkındaydı. Ben de onu seyretmeye, kafasının içine girme­ye, dünyayı nasıl gördüğünü tasavvur etmeye çalıştım. Kuşkusuz sonunda köpeğin dünyayı benim ya da herhangi bir insanın gördüğün­den tamamen farklı gördüğüne karar verdim. Daha sonra da düşünmeye başladım: belki de her insan eşsiz bir dünyada, tüm diğer insanlar tarafından yaşanan ve deneyimlenen dünyadan farklı, kişiye özel bir dünyada yaşıyordu. Bu da beni, “gerçeklik kişiden kişiye değişiyorsa, tek bir gerçeklikten bahsetmemiz ne kadar doğru olur?” sorusuna yöneltti. Aslında çoğul gerçek­likler hakkında konuşmamız gerekmiyor muy­du? Ve eğer çok sayıda gerçeklik varsa, bazıları diğerlerinden daha mı gerçekti? Peki ya bir şi­zofrenin dünyası? Belki onunkisi de bizim dün­yamız kadar gerçektir. Belki bizim gerçeklikle temas halinde olduğumuzu ve onun olmadığını söyleyemeyiz de bunun yerine şöyle diyebiliriz: onun gerçekliği bizimkinden o derece farklı ki, bunu bize açıklayamıyor, biz de bizimkini ona açıklayamıyoruz. O zaman sorun şudur: öznel dünyalar bu derece farklı deneyimleniyorsa, ile­tişim kopuklukları yaşanır… işte gerçek hastalık da budur.

Bir seferinde yaralanıp hastaneye kaldırı­lan bir adam hakkında bir hikaye yazmıştım. Ameliyat etmeye başladıklarında adamın bir insan değil de android olduğunu keşfediyorlardı, oysa adam bunu bilmiyordu bile, Ona bu haberi alıştıra alıştıra vermeleri gerekiyordu. Mr. Garson Poole bir anda kendi gerçekliğinin, göğsündeki makaradan makaraya geçen delikli şeride bağlı olduğunu anlayıverdi. Büyülenmiş bir şekilde bazı delikleri doldurmaya, bazıları­nın arasına yenilerini eklemeye koyuldu. Bir anda dünyası değişti. Şeritte yeni bir delik açtı­ğında bir ördek sürüsü odasından uçarak geçti. Sonunda şeridi hepten kopardı. Bunun üzerine dünya tamamen yok oluverdi. Fakat dünya hi­kayedeki diğer karakterler için de yok olmuş­tu… Üzerinde şöyle bir düşündüğünde bu in­sana çok saçma gelir, tabii diğer karakterler de onun delikli şeridinin bir mahsulü olmadığı sü­rece… Sanırım öylelerdi de.

Bu yüzden yazılarımda gerçeğin ne olduğu­nu soruyorum. Çünkü çok komplike elektronik mekanizmalar kullanan çok komplike insanlar tarafından üretilmiş sahte gerçekliklerle dur­maksızın bombalanıyoruz, İtimatsızlığım on­ların güdülerine değil güçlerine karşı…

“Gerçeklik nedir?” sorusunu soran roman­lar ve hikayeler yazarken, hep bir gün bu soru­ya bir cevap bulmayı umut ettim. Bu çoğu oku­yucumun da umuduydu. Yıllar geçti. Otuzun üzerinde roman ve yüzden fazla hikaye yazdım ama hala neyin gerçek olduğunu çözemedim. Bir gün felsefe dersi için ödev hazırlayan kolej öğrencisi Kanadalı bir kız, benden gerçekliği tanımlamamı istedi. Tek cümlelik bir yanıt is­tiyordu. Düşündüm ve sonunda “Gerçeklik ona inanmayı bıraktığında yok olup gitmeyen şey­dir” dedim. Tüm ortaya atabildiğim buydu işte. Bu 1972’deydi. O zamandan beri de gerçekliğin daha açık bir tanımını bulmayı başaramadım. Ama bu entelektüel bir oyun değil, hakiki bir sorun… Çünkü bugün medya, hükümetler, bü­yük şirketler, dini ve politik gruplar tarafından düzmece gerçekliklerin üretildiği bir toplumda yaşıyoruz. Üstelik bu sahte dünyaları, okuyucu, izleyici ve dinleyicilerin direkt olarak kafasına ileten elektronik aksam da artık mevcut.

Bazen on bir yaşındaki kızımı televizyon seyrederken gördüğümde, kafasına nelerin işle­nip durduğunu merak ediyorum. Dikkat edin, bu tamamen bir yanılgı sorunu… Yetişkinler için hazırlanmış bir TV programı küçük bir ço­cuk tarafından seyrediliyor. TV’deki oyunda söylenenlerin ve yapılanların yarısından çoğu çocuk tarafından yanlış anlaşılıyor. Kim bilir belki de hepsi… Asıl mesele, çocuk doğru anlasa bile yine de verilen bilginin ne kadar hakiki ol­duğu. Ortalama bir sit-com ile gerçeklik arasın­daki ilişki nedir? Ya polis şovlarına ne demeli? Arabalar sürekli kontrolden çıkıyor, çarpışıyor, yanmaya başlıyorlar. Polisler her zaman iyiler ve hep kazanıyorlar. Bu noktayı atlamayın: Polis hep kazanır. Ne biçim bir ders bu; Otoriteyle çatışmamalısın, zaten çatışsan da kaybedersin. Buradaki mesaj: pasif ol ve işbirliği yap. Eğer Memur Barerta sizden bilgi isterse verin çünkü Memur Barefta iyi ve güvenilir bir adam. Sizi se­ver, siz de onu sevmelisiniz.

Kaosa gizli bir aşk beslerim. Ondan daha da fazla olmalı. Bir toplumda ya da evrende düzen ve istikra­rın her zaman iyi olduğuna inanmayın. Eski olan, kemikleşmiş olan, her zaman yeni yaşama ve yeni şeylerin doğumuna yol vermelidir.

Bu yüzden yazılarımda gerçeğin ne olduğu­nu soruyorum. Çünkü çok komplike elektronik mekanizmalar kullanan çok komplike insanlar tarafından üretilmiş sahte gerçekliklerle dur­maksızın bombalanıyoruz, İtimatsızlığım on­ların güdülerine değil güçlerine karşı… O ka­dar fazlasına sahipler ki… Bu şaşırtıcı bir güç: topyekün evrenler yaratmak; zihin evrenleri… Benim bilmem gerekir. Ben de aynı şeyi yapı­yorum. İşim, bir romandan ötekine onlara temel olacak evrenler yaratmak. Ve onları iki gün son­ra çökmeyecek şekilde kurmak zorundayım. Ya da en azından editörlerimin umdukları bu. Yine de size bir sırrımı açacağım: Çökecek evrenler yaratmayı severim ben. Onların çözülmelerini ve romanlardaki karakterlerin bu sorunla nasıl başa çıktıklarını görmeyi severim. Kaosa gizli bir aşk beslerim. Ondan daha da fazla olmalı. Bir toplumda ya da evrende düzen ve istikra­rın her zaman iyi olduğuna inanmayın -bunu söylerken çok ciddiyim- Eski olan, kemikleşmiş olan, her zaman yeni yaşama ve yeni şeylerin doğumuna yol vermelidir. Yeni şeylerin doğa­bilmesi için önce eski yok olmalı. Bunun ayrı­mına varmak tehlikelidir; çünkü neticede bize alıştıklarımızdan ayrılmamız gerektiğini söy­ler. İşte bu acıtır. Fakat yaşamın senaryosunun bir parçasıdır da. Psikolojik olarak hayatımızda değişime yer vermediğimiz sürece içten içe ölmeye başlarız. Söylemek istediğim; nesnelerin, adetlerin, alışkanlıkların ve yaşama biçimle­rimizin hakiki insanın yaşayabilmesi için yok olması gerektiğidir. Asıl önemli olan da işte bu hakiki insandır. Bu geriye atlamasını bilen, içi­ne çekebilen, yeniyle baş etmesini bilen canlı, elastik organizma…

Tabii ki tam da bunları söyleyecektim. Ne de olsa Disneyland’ın yakınında oturuyorum, ora­ya sürekli yeni bölümler ekleyip eskilerini yok ediyorlar. Disneyland evrim geçiren bir orga­nizma. Yıllar önce Lincoln Simulakrum’u vardı, tıpkı Lincoln gibi o da madde ve enerji alıp veren geçici bir formdu. Hoşlanın ya da hoşlanma­yın, aynısı hepimiz için geçerli.

Sokrates öncesi Yunan filozofu Parmenides sadece değişmeyen şeylerin gerçek olduğu­nu düşünürdü. Yine Sokrates öncesi filozof Heraklitos da her şeyin değiştiğini… Onların görüşlerini birbirine eklediğinizde şu sonucu elde edersiniz: Hiçbir şey gerçek değildir… Bu doğrultuda düşününce etkileyici bir basamak­la karşı karşıya kalınır: Parmenides asla varolamazdı; çünkü o yaşlandı, öldü ve yok oldu. Yani kendi felsefesine göre hiç varolmadı. Heraklitos haklı olabilirdi -bunu unutmayalım; çünkü eğer Heraklitos haklıysa o zaman Permenides var oldu. Bu yüzden Heraklitos’un felsefesi­ne göre, Parmenides haklı da olabilirdi; çün­kü Parmenides gerekli koşulları, Heraklitos’un şeylerin gerçekliklerini yargıladığı kriterleri, sağlıyordu. Bunu yalnızca nihai gerçeğin ne olduğunu sormaya başladığınız anda saçmala­maya başladığınızı da göstermek için anlattım. Zeno hareketin imkansızlığını ispatlamıştı, (as­lında o sadece bunu ispatladığını zannetmişti. Onda eksik olan teknik olarak “limitler teorisi” olarak adlandırılan şeydi)

Aralarındaki en büyük septik olan David Hume bir seferinde, septiklerin septisizm ger­çeğini bir felsefe olarak ilan etmek için toplan­dıktan sonra, yine de pencere yerine kapıdan ayrıldıklarını belirtmişti. Hume’un bakış açısını anlayabiliyorum. Bunların hepsi laf. Ciddi filo­zoflar söylediklerini ciddiye almazlar.

Sahte gerçeklikler sahte insanlar yaratıyor. Ya da, sahte insanlar sahte gerçeklikler üretiyorlar ve sonra onları diğer insanlara satıyorlar ve sonunda onları da kendi taklitlerine dönüştürüyorlar. Böylece etrafımızı sahte gerçeklikler tasarlayan ve onları diğer sahte insanlara satan sahte insanlar sarıyor. Bu yalnızca Disneyland’in çok büyük bir versiyonu.

Fakat ben gerçeğin ne olduğunu tanımla­mayı ciddiye alıyorum. Bu çok önemli, hatta hayati bir konu… Ve yine buralarda bir yerde başka bir konu da göze çarpar: hakiki insanın tanımı… Sahte gerçekliklerle bombalanmaya başlamak hakiki olmayan insanları çok çabuk ürettiği için taklit insanlar da her yönden on­ları sıkıştıran bilgiler kadar sahte… Benim iki konum aslında tek bir konu; onlar bu noktada birleşiyorlar. Sahte gerçeklikler sahte insanlar yaratıyor. Ya da, sahte insanlar sahte gerçek­likler üretiyorlar ve sonra onları diğer insanlara satıyorlar ve sonunda onları da kendi taklit­lerine dönüştürüyorlar. Böylece etrafımızı sah­te gerçeklikler tasarlayan ve onları diğer sahte insanlara satan, sahte insanlar sarıyor. Bu yal­nızca Disneyland’in çok büyük bir versiyonu. Korsanlara, Lincoln Simülakrumu’na ya da Bay Toad’a sahip olabilirsiniz ama hiçbiri hakiki de­ğil. Yazılarımda sahte şeylerle o kadar ilgilen­dim ki, en sonunda sahte sahteler kavramına vardım. Örneğin Disneyland’da elektrik motorlarıyla çalışan, yanlarından geçtiğinizde çığ­lıklar atıp gaklayan sahte kuşlar var. Farz edin ki, bir gece hepimiz parkın içine gerçek kuşlar­la birlikte sızıverip onları yapay olanlarla değiş­tirdik. Disneyland görevlilerinin aldatmacamı­zı farkettiklerinde düşecekleri dehşeti düşü­nün. Gerçek kuşlar! Ve belki de bir gün gerçek su aygırları ve aslanlar… Şok. Park, sinsi güçler tarafından zekice sahteden gerçeğe dönüştürü­lüyor. Mesela, Matterhom’un hakiki karla kaplı bir dağa dönüştüğünü farz edin. Ya bütün yer Tanrının kudreti ve bilgeliğinin mucizesiyle bir anda, göz açıp kapayıncaya kadar, bozulamayacak bir şeye çevrilirse? Orayı kapatmak zorun­da kalırlardı.

Platon’un Timaeus’unda Tanrı, Hristiyan Tanrısının yaptığı gibi kainatı yaratmaz; sade­ce bir gün onu buluverir. Kainat tamamen kaos içindedir. Bu fikir bana çekici geldi ve onu ken­di entelektüel ihtiyaçlarımı karşılamak için şöy­le uyarladım; Ya evrenimiz o kadar gerçek ola­rak değil de Hindu dininin öğrettiği gibi bir çeşit ilüzyon olarak başladıysa ve Tanrı sevgi ve şefkatiyle bizim için onu yavaşça ve gizli­ce gerçek bir şeye dönüştürüyorsa. İlk aşama­da kendi dünyamızın bir yanılsama olduğu­nu bilmediğimiz için, bu dönüşümün ayrımın­da olamazdık. Bu aslında teknik olarak gnostik bir düşüncenin ürünü. Gnostisizm yüzyıllar boyunca Yahudiler, Hristiyanlar ve Paganlarca benimsenmiş bir mezheptir. Ben de gnostik fi­kirlere sahip olmakla suçlandım. Galiba sahi­bim de. Bir seferinde yakılacaktım. Ama onla­rın bazı fikirleri ilgimi çekiyor. Bir zamanalar Gnostisizmi Britannica’da araştırırken, “Gerçek Olmayan Tanrı ve Onun Varolmayan Evreninin Görünüşleri” isimli kutsal bir gnostik kitabın­dan bahsedildiğini gördüm. Bu fikir karşısında kahkahalarıma engel olamadım. Nasıl biri va­rolmadığını bildiği bir şey hakkında yazar ki? Peki ya nasıl olur da varolmayan bir şeyin gö­rünüşleri olabilir? Fakat sonra yirmi beş yıldan fazladır bu konular hakkında yazmakta oldu­ğumu fark ettim. Sanırım varolmayan bir konu hakkında yazdığınızda söyleyebilecekleriniz­de yüksek serbestliğiniz oluyor. Bir arkadaşım “Hawai’deki Yılanlar” isimli bir kitap yayınla­mıştı. Birkaç kütüphane kopyasını istemişti. İyi de Hawai’de yılan yoktur ki: Kitabın tüm sayfa­ları boştu.

Gerçeklik manipülasyonun ana aracı kelimelerle oynamaktır. Eğer kelimelerin anlamını kontrol edebiliyorsanız, onları kullanan insanları da kontrol edebilirsiniz. George Orwell “1984” romanında bunu açıkça göstermiştir. İnsanların zihinlerini kontrol etmenin bir başka yöntemi de onların algılarını kontrol etmektir. Onların dünyayı sizin gördüğünüz gibi görmesini sağlayabilirseniz, sizin gibi düşüneceklerdir. Anlama, algıyı takip eder.

Tabii ki bilimkurguda anlatılan dünyaların gerçek olduğu iddia edilmez. Okuyucu okuya­caklarına inanmaması için önceden uyarılır. Aynı şekilde Disneyland’in ziyaretçileri Bay Toad’un gerçekte varolmadığını ve korsanla­rın motorlarla, servo-destekleyici mekanizma­larla, rölelerle ve elektronik devrelerle oyna­tıldıklarını anlarlar. Yani bir aldatma söz ko­nusu değildir. Yine de garip olan şey şudur ki, bir şekilde, hatta gerçek bir şekilde, bilimkurgu başlığı altında ortaya çıkan şeylerin çoğu doğ­rudur. Harfi harfine doğrudur demiyorum ta­bii. Gerçekte “Üçüncü Türle Yakınlaşmalar “da [Close Encounters of the Third Kind] olduğu gibi başka bir yıldız sisteminden yaratıklarca istila edilmedik. O filmi yapımcıları buna inanmamıza niyet etmemişlerdi. Yoksa etmiş­ler miydi? Ve daha da önemlisi, bunu planladılarsa bile bu gerçekten de doğru mudur? Sorun yazarın ya da yapımcının eserine inanıp inanmaması değil, anlatılanların doğruluğu. Çünkü bir bilimkurgu yazarı ya da yapımcısı ya da se­naristi iyi bir hikayenin peşindeyken kazara doğruya denk gelebilir… ne var ki ancak sonra bunun farkına varabilir. Gerçeklik manipülas­yonun ana aracı, kelimelerle oynamaktır. Eğer kelimelerin anlamını kontrol edebiliyorsanız, onları kullanan insanları da kontrol edebilir­siniz. George Orwell “1984” romanında bunu açıkça göstermiştir. İnsanların zihinlerini kont­rol etmenin bir başka yöntemi de onların algı­larını kontrol etmektir. Onların dünyayı sizin gördüğünüz gibi görmesini sağlayabilirseniz, sizin gibi düşüneceklerdir. Anlama, algıyı ta­kip eder. Onların gerçekliği sizin gibi görmesini nasıl sağlarsınız? Sonuçta, sizinki de birçok ger­çeklikten sadece biri. Temel bileşenlerden biri imgelerdir: Görüntüler. Bu TV’nin genç dimağ­ları etkileme gücünün afallattıcı derecede engin oluşunun sebebidir. TV’de kelimeler ve görün­tüler eşzamanlı kullanılırlar. İzleyicinin mut­lak olarak kontrol edilme olasılığı vardır, özel­likle de genç izleyicinin. TV seyretmek bir çeşit uyuyarak öğrenmektir. Yaklaşık yarım saat TV izleyen birinin EEG’si, beynin hiçbir şeyin olup bitmediğine karar verdiğini ve alfa dalgaları ya­yarak hipnotik alaca karanlık durumuna geçti­ğini gösterir. Bunun nedeni çok az göz hareketi olmasıdır. Üstelik enformasyonun çoğu görsel­dir. Bu yüzden bilinçli kişiliğin bulunduğu sol beyinde işlenmek yerine sağ beyine gider. Son günlerdeki deneyler, TV ekranında gördükleri­mizin bilinçaltı düzeyinde kavrandığına işaret ediyor. Biz orada ne olduğunu bilinçli bir şe­kilde gördüğümüzü zannediyoruz fakat mesaj yığınları dikkatimizden kaçıyorlar; birkaç saat TV seyrettikten sonra ne gördüğümüzü bile­mez hale geliyoruz. Hafızalarımız tıpkı rüya belleklerimiz gibi kurmaca ve ondaki boşluklar geçmişe dayanarak doldurulup tahrif ediliyor. Bilmeden sahte gerçekliklerin yaratımına ortak oluyoruz ve bu sahte gerçeklikle kendimizi bes­liyoruz. Kendi akıbetimizi kendimiz hazırlıyo­ruz. Bunu profesyonel bir kurgu yazarı olarak söylüyorum- bu görsel/işitsel dünyaları yaratan yapımcılar, senaryo yazarları ve yönetmenler, içeriklerinin ne kadarının doğru olduğunu bil­mezler. Başka bir deyişle, onlar bizimle birlik­te kendi ürünlerinin kurbanlarılar. Kendi adı­ma konuşursam yazdıklarımın ne kadarının ya da hangi bölümlerinin (eğer varsa) doğru oldu­ğunu bilmiyorum. Bu potansiyel olarak ölümcül bir durum. Gerçeği taklit eden kurguları­mız ve kurguları taklit eden gerçeklerimiz var. Tehlikeli bir çakışma, tehlikeli bir bulanıklık… Ve her halükarda kasıtlı değil. Hatta bu duru­mun niyet edilmeden ortaya çıkışı da problemin bir parçası. Bir kutu pudingin etiketinde, karı­şımını oluşturan maddelerin listelenmesi gibi, yasaları kullanarak bir yazarın eserini doğru etiketlemesini sağlayamazsınız. Kendisi de bil­miyorsa onu hangi parçasının doğru olduğunu hangisinin olmadığını ilan etmeye zorlayamaz­sınız. Saf kurgu olduğuna inanarak bir roman­da yazdığınız bir şeyin gerçek olduğunu ileride -belki yıllar sonra- öğrenmek ürkütücü bir de­neyim. Bir örnek vermek istiyorum. Bu benim anlamadığım bir şey. Belki siz bir açıklama geti­rirsiniz. Ben yapamadım.

Peki ya bir şizofrenin dünyası? Belki onunkisi de bizim dünyamız kadar gerçektir. Belki bizim gerçeklikle temas halinde olduğumuzu ve onun olmadığını söyleyemeyiz de bunun yerine şöyle diyebiliriz: onun gerçekliği bizimkinden o derece farklı ki, bunu bize açıklayamıyor, biz de bizimkini ona açıkiayamıyoruz. O zaman sorun şudur: öznel dünyalar bu derece farklı deneyimleniyorsa, iletişim kopuklukları yaşanır… işte gerçek hastalık da budur.

1970’te “Flow My Tears, the Policeman Said” (Aksın gözyaşlarını, dedi polis) isimli bir ro­man yazdım. Karakterlerden biri 17 yaşında, Kathy isimli bir kızdı. Kocasının ismi Jack’ti. Kathy yeraltındaki suç örgütleri için çalışıyor gibi görünüyordu fakat sonra romanın derin­liklerine indikçe onun aslında polis için ça­lıştığını keşfediyorduk. Bir polis müfettişiyle ilişkisi vardı. Karakter saf kurguydu. Ya da en azından ben öyle düşünüyordum. Her neyse, 1970’in Noel gününde Kathy isimli bir kızla ta­nıştım. Anladığınız gibi, bu romanı bitirdiğim­den sonraydı. On dokuz yaşındaydı ve erkek ar­kadaşının ismi Jack’ti. Kısa süre sonra onun bir uyuşturucu satıcısı olduğunu öğrendim. Ona uyuşturucu satmayı bıraktırmak için aylar har­cadım. Onu, yakalanacağı konusunda tekrar tekrar uyardım. Sonra, bir akşam birlikte bir lo­kantaya girerken Kathy aniden durdu ve “İçeri giremem” dedi. Restoranda tanıdığım bir komi­ser oturuyordu. Kathy “Sana doğruyu söyleme­liyim” dedi. “Onunla bir ilişkim var.” Bunlar kesinlikle tuhaf tesadüfler. Belki de önceden görme yeteneğim vardır fakat gizem daha da kafa karıştırıcı oldu. Sonraki aşama beni tama­men dumura uğrattı. Bu dört yıl önceydi.

Roman 1974 yılında Doubleday tarafından basıldı. Bir öğleden sonra rahibimle konuşu­yordum -ben bir episkopal’im- ona romanın sonlarındaki önemli bir sahneden bahsettim. Sahnede, Felix Buckman geceleyin bir benzin istasyonunda zenci bir yabancıyla karşılaşıyor­du ve sohbete başlıyorlardı. Ben sahneyi daha detaylı tasvir ettikçe rahip git gide daha çok al­tüst oluyordu. En sonunda “Bu sahne Ameller Kitabı’ndan (Book of Acts), İncilden! Ameller Kitabı’nda yolda zenci adamla karşılaşan kişi­nin adı Philip, senin ismin.” dedi. Peder Rash benzerlikten dolayı o kadar telaşa kapılmıştı ki, o bölümün İncil’in neresinde olduğunu bile bu­lamadı. Bana Ameller Kitabı’nı oku­ma talimatı verdi. “Göreceksin en ince detaylarına kadar aynılar.” Eve gidip Ameller Kitabındaki o sahneyi okudum. Evet, Peder Rasch haklıydı; romanımdaki sahne bariz bir şekil­de Ameller Kitabı’ndaki sahnenin tekrarıydı. İtiraf etmeliyim; Ameller Kitabı’nı hiç okumamıştım. Bulmaca yine derinleşiyordu. Ameller Kitabı’nda Aziz Paul’ü tutuklayan ve sorguya çeken Roma yüksek memuru’nun adı Felix’ti, benim karakteri­min adı… Benim kahramanım Felix Buckman yüksek rütbeli bir polis şefiydi; nite­kim romanımda o, Felix’in Ameller Kitabı’ndaki yerini alıyordu: en son otorite… Romanımda Felix ve Paul arasında geçen konuşmaya ben­zer bir muhabbet vardı.

Böylece daha öte ben­zerlikler aramaya karar verdim. Romanımın ana karakterinin adı Jason’dı. Bir İncil fihristi alıp Jason adının İncil’de bir yerlerde geçip geç­mediğine baktım. İncil’de böyle birinin olduğu­nu hatırlamıyordum. Jason adı, İncil’de sadece ve sadece bir defa geçiyormuş. O da Ameller Kitabı’nda… Sanki beni daha başka tesadüfler­le bezdirmek istermiş gibi, romanımda Jason, otoritelerden kaçıp birinin evine sığınıyordu. Ameller Kitabı’ındaki Jason ise bir kanun kaça­ğını evinde barındırıyordu. Romanımdaki du­rumun tam tersi… Sanki bütün bunlardan so­rumlu olan gizemli Ruh, tüm olan bitenle eğlen­mek istermiş gibi… Felix, Jason ve yolda yaban­cı bir zenciyle karşılaşma… Ameller Kitabı’nda, Havari Philip zenciyi vaftiz eder, zenci de neşe içinde oradan ayrılır. Romanımda ise Felix Buckman’ın duygusal destek için yabancı zen­ciyle bağlantı kurmasının nedeni, adamın kız kardeşinin ölümü yüzünden ruhsal çöküntü içinde olmasıdır. Zenci, Buckman’ın ruhunu canlandırır. Sonuçta Buckman neşelenmese de en azından göz yaşı dökmeyi keser. Evine koşup kız kardeşinin cesedinin başında ağlayıp sızlamıştır. Biriyle, herhangi biriyle, hatta tamamen yabancı biriyle konuşma ihtiyacı hissetmiştir. Bu yol üzerindeki tamamen yabancı iki insan arasındaki yakınlaşma, onlardan birinin yaşa­mını değiştirir. Hem romanda hem de Ameller Kitabı’nda… İş başındaki gizemli ruhtan son bir acayiplik: Felix ismi Latince mutluluk demek­tir. Romanı yazdığımda bunu bilmiyordum. Romanımın dik­katli bir incelemesi, açıklamaya dahi başlayamadığım nedenler­den dolayı İncil’in belli bir bölü­münden bazı temel olayları, üs­telik aynı isimleri kullanarak, yeniden anlatmayı başardığımı gösteriyor. Bu nasıl açıklanabi­lir? Tüm bunları dört yıl önce keşfettim. Dört yıldır bir teori bulmaya çalışıyorum ama bece­remedim. Becerebileceğimden de şüpheliyim.

Kainat göründüğü gibi değildir. Onun en derin seviyesinde ne olduğu muhtemelen insanların en derin seviyelerinde ne olduklarıyla aynıdır, -buna zihin yada ruh deyin, o yaşayan ve düşünen yalnızca çoğul ve cismani olarak görünen, bölünmez bir şeydir. Evren düşünendir ve düşüncedir. İnsanlar olarak bizler de onun parçası olduğumuz için son tahlilde bu fikirlerin düşünürleri ve düşünceleriyiz.

Ancak tam da düşündüğüm gibi bu gizem burada da son bulmuyordu. İki ay önce gece geç bir vakitte hem bir mektup postalamak hem de apartmanın karşısındaki Aziz Joseph Kilisesi’nin manzarasını keyifle seyre dalmak için posta kutusuna doğru ilerliyordum. Bir adamın park edilmiş bir arabanın yanı başın­da şüpheli hareketlerle dolandığını fark ettim. Arabayı çalmaya çalışır gibi bir hali vardı. Ya da belki de içinden bir şeyleri… Posta kutusundan döndüğümde adam bir ağacın arkasına saklandı. Ani bir dürtüyle ona doğru yürüyüp, “Bir sorun mu var?” diye sordum. Adam “Benzinim bitti” dedi. “Hiç param da yok.” İnanılmaz bir şekilde -çünkü daha önce hiç böyle bir şey yap­mamıştım- cüzdanımı çıkardım, tüm paramı alıp ona uzattım. Sonra benimle el sıkıştı ve nerede oturduğumu sordu. Böylece daha son­ra borcunu geri ödeyebilecekti. Apartmanıma geri döndüğümde paranın işine yaramayaca­ğını fark ettim; çünkü yürüme mesafesinde hiç benzin istasyonu yoktu. Böylece kendi arabama döndüm. Adam arabasının bagajından metal bir benzin bidonu aldı, beraberce geceleri de açık olan bir benzin istasyonuna sürdük. Çok geç­meden, pompacı metal bidonu doldururken biz iki yabancı, orada öylece dikiliyorduk. Bir anda bunun romanımdaki sahne olduğunu fark et­lim. Sekiz yıl önce yazdığım romanın… Benzin istasyonu o sahneyi yazarken gözümün önüne getirdiğimin tamamen aynısıydı: göz kamaştıran beyaz ışık, pompacı… Ve şimdi daha önce görmediğim bir şey gördüm. Yardım ettiğim yabancı bir zenciydi. Benzinle birlikte onun dur­muş olan arabasına döndük. El sıkışıp apartma­nıma döndüm. Onu bir daha hiç görmedim. Ne bir sürü apartman arasından hangisinin benim­ki olduğunu ne de ismimi söylediğimden parayı geri ödeyemedi. Bu deneyim beni korkunç sars­tı. Bir sahneyi tam olarak romanımda yazdı­ğım gibi yaşamıştım. Yani, Ameller Kitabı’ında Philip’in yolda siyah adamla karşılaştığı sahne­nin bir kopyasını…

Bütün bunlar nasıl açıklanabilir?

Bulduğum yanıt doğru olmayabilir fakat aklıma bir başkası gelmiyor. Yanıtım zaman­la ilgili. Teorim şu: Zaman bir manada gerçek değil. Veya belki gerçek ama onu deneyimlediğimiz veya öyle olduğunu zannettiğimiz, gibi bir gerçeklik değil bu. Gördüğümüz tüm de­ğişimlere rağmen, değişim dünyasının altında, belirli, sabit bir yüzeyin yattığından ve bu gö­rünmez yüzeyin İncil’inki olduğundan saplan­tı derecesinde emindim (hala da eminim.) Bu özellikle İsa’nın ölümü ve yeniden dirilişinden hemen sonraki çağ, başka bir deyişle Ameller Kitabının çağı… Parmenides benimle gurur du­yardı. Durmadan değişen bir dünya gözledim ve onun altında sonsuz, değişmez, mutlak ger­çeğin yattığını ilan ettim. Eğer gerçek zaman MS 50 ise neden MS 1978’i görüyoruz. Ve gerçekten de Roma İmparatorluğu’nda Suriye’de bir yer­lerde yaşıyorsak neden Birleşik Devletleri gö­rüyoruz.

Orta Çağ’da tuhaf bir teori ortaya atıldı. Şimdi size bunun neden değerli olduğunu anla­tacağım. Bu Baş Kötü’nün (Şeytan’ın) “Tanrının Maymunu” olduğu teorisiydi. Buna göre Şeytan, Tanrı’nın hakiki yaratımının düzme­ce taklitlerini yaratıp onları orijinal yaratıların arasında sokar. Bu garip teori, deneyimimi açık­layabilir mi? Yaşadığımız zamanın 1978 değil de MS 50 olduğuna, kapatıldığımıza, aldatıldığımı­za; Seylan’ın, İsa’nın geri döneceğine olan inan­cımızı çürütmek için sahte bir gerçeklik üretti­ğine mi inanmalıyız?

Bir psikiyatrist tarafından muayene edildiğimi kafamda canlandırabiliyorum. Psikiyatrist, “Hangi yıldayız?” diye soruyor. Ben de “MS 50” diyorum. Gözleri ışıldayan psikiyatrist, “neredesin peki?” diye soruyor. “Judea’da”* diye cevap veriyorum. Psikiyatrist, “Hangi cehennemde orası?” diye sorunca cevabım “Roma İmparatorluğunun bir parçası” oluyor. Psikiyatrist, “Başkan’ın kim olduğunu biliyor musun?” diye soruyor. Buna cevabım “Vali Felix” oluyor. Psikiyatrist, iki iri yarı tek­nisyene gizlice işaret ederken bir yandan da, “Emin misin?” diye soruyor. “Hı hı” diye yanıt­lıyorum: “Tabii Felix tahttan indirilip de yerine Vali Festus geçmediği sürece… Görüyorsunuz ya Aziz Paul, Felix tarafından yakalatıldı” Sinirlenen psikiyatrist, “Tüm bunları sana kim anlattı?” diye sözümü kesiyor. “Kutsal Ruh” diye yanıtlıyorum.

Ve bundan sonra kendimi kauçuk duvar­lı bir odada dışarıyı süzerken buluyorum. Üstelik oraya tam olarak nasıl geldiğimi de bi­liyorum. Bu konuşmada geçen her şey, bir açı­dan bu kadar açık bir şekilde yanlışken başka bir açıdan pekala doğru da olabilirdi. Yılın 1978 olduğunu, Jimmy Carter’ın Başkan olduğunu, Birleşik Devletler’de, Santa Ana Kaliforniya’da yaşadığımı gayet iyi biliyorum. Hatta evim­den Disneyland’e nasıl gidebileceğimi bile… Bu asla unutamayacağım bir bilgi… Şüphesiz, Aziz Paul’un zamanında Disneyland yoktu.

Böylece kendimi çok rasyonel, mantıklı -tüm o diğer iyi şeylerden- olmaya zorlarsam, gerçek olduğunu bildiğim Disneyland’in Judaea’da, MS 50’de yaşamadığımızın kanıtı olduğunu itiraf et­mek zorundayım. Aziz Paul’ün dev çay fincan­larında fırıl fırıl dönerken İlk Corinthianslar’ı düzenlemesi, bunun da Paris TV tarafından telefotolens’le filme alınması… İşte bu mümkün değil. Aziz Paul, Disneyland’in yanından bile geçmezdi. Sadece çocuklar, turistler ve ziyare­te gelen Sovyet yüksek memurları Disneyland’e giderler. Azizler değil.

Ama bir şekilde İncil’in içeriği, bilinçdışımı kapana kıstırıp romanıma nüfuz etti işte. Yine aynı şekilde, bir sebepten 1970’te tasvir ettiğim sahneyi 1978’de yaşadım. Söylediğim şey şu: Aynen Parmenides ve Platon’un da şüphelendi­ği gibi, görünen fenomenal değişim dünyasının altında, değişmeyen başka bir gerçeklik yatıyor ve bir şekilde, belki de yalnızca şansla, onu giz­leyen şeyleri sıyırabiliyoruz. Romanlarımdan en az biri bunun içsel kanıtlarına sahip. Belki de gizemli bir ruh, eğer kalıcı olan öteki yüzeyi görmemizi isterse, bizi onunla temas ettiriyor. Zaman akıp gidiyor, binlerce yıl geçiyor fakat biz günümüzün dünyasını görürken aynı anda, antik dünya, İncil’in dünyası, onun ardında giz­lenmeyi sürdürüyor. Orada ve hala gerçekliğini koruyor. Sonsuza kadar da böyle olacak.


“Parabola” by Tool

Bir mola verip size bu alışılmadık hikayenin geri kalanını anlatabilir miyim? Eh, anlataca­ğım elbet. Bu kadar ileri gittikten sonra…”Flow My Tears The Police Man Said” adlı romanım Doubleday tarafından Şubat 1974’te yayımlan­dı. Yayımlanmasından bir hafta sonra, sıkışan iki yirmi yaş dişimi sodyum pentathol kullana­rak çektirdim. Aynı günün ilerleyen saatlerinde kendimi yoğun acılar içerisinde buldum. Karım cerrahı, cerrah da eczaneyi aradı. Yarım saat sonra kapım çalındı. Bu ağrı kesicilerle birlikte eczaneden gelen kuryeydi. Hasta ve zayıftım. Üstelik kanamam da devam ediyordu. Bütün bunlara rağmen kapıyı kendi başıma açma ihti­yacı hissettim. Kapıyı açtığımda karşımda genç bir kız duruyordu. Ortasında altından parlak bir balık olan yine altından pırıltılı bir kolye ta­kıyordu. Bir şekilde parlayan altın balık tarafın­dan hipnotize edildim. Acımı unuttum, ilaçları unuttum, kızın neden oralarda olduğunu unut­tum. Yalnızca balık işaretine bakakaldım.

Ona “Bunun anlamı ne?” diye sordum.

Kız eliyle altın balığa dokundu. “Bu ilk Hristiyanlar tarafından takılan bir işaret,” de­yip ilaç paketini uzattı.

Parlayan balık işaretine bakakalmış, onun sözlerini dinlerken bir anda sonradan anamnesis -Yunanca “unutkanlığın kaybolması” anla­mına gelen bir kelime- olarak adlandırıldığını öğrendiğim bir şey deneyimledim. Kim oldu­ğumu, nerede olduğumu anımsadım. Göz açıp kapayıncaya kadar hepsi bana geri geldi. Onları sadece hatırlamakla kalmıyor, görebiliyordum da. Kız gizli bir hristiyandı ve ben de öyley­dim. Romalılar tarafından tespit edilme kor­kusuyla yaşıyorduk. Şifreli işaretlerle iletişim kurmalıydık. Bana bunların hepsini henüz anlatmıştı ve bu doğruydu. Bütün bunlara inanmak da bir açıklama getirmek kadar güç ama kısa bir süre için gö­zümün önünde nefret edilesi Roma’nın siyah bir hapis­haneyi andıran hatları beliriverdi. Fakat daha da önem­lisi, İsa’yı hatırladım. İşte az önce bizimle birlikteydi. Geçici olarak gitmişti, kısa zamanda da geri dönecekti. İçim sevinçle doldu. Gizlice onun dönüşünü karşılama­ya hazırlanıyorduk. Çok uzun sürmeyecekti. Romalılar bunu bilmiyorlardı. Onun öldüğünü ve sonsuza kadar ölü kalacağını düşünüyorlardı. Bu bizim büyük sırrımız, keyif veren bilgimizdi. Tüm görünenlere rağmen İsa geri dönecekti işte. Beklentilerimiz de mutluluğumuz da sı­nırsızdı. Bu garip olayın, unutulmuş anıların geri ka­zanımının, Flow My Tears’ın yayınlanmasından sadece bir hafta sonra meydana gelmesi tuhaf değil mi? Hani şu Ameller Kitabı’ndaki insanları ve olayları tekrar eden öykü… Ameller Kitabı da tam da altın balık işaretiyle he­nüz meydana gelmişçesine hatırladığım zamanda geçi­yor. Yani İsa’nın ölümünden ve yeniden dirilişinden he­men sonra…

Eğer benim yerimde olsaydınız ve bunlar sizin başınıza gelseydi eminim peşini bırakmazdınız. Onu izah edecek bir teori arardınız. Dört yıldır bir teoriden öbürü­ne koştum: çembersel zaman, donmuş zaman, zamansız zaman, “dünyevi zaman”a zıt “ulvi zaman”… Denediğim teorilerin haddi hesabı yok. Fakat, tüm teoriler arasında bir tanesi sürekli baskın çıktı: İsa’yla sağlam ve yakın bir ilişkisi olan, insan zihinlerine nüfuz eden, onlara reh­berlik edip bilgilendiren ve hatta insanlar fark etmeseler bile kendini bu insanlar aracılığıyla ifade eden gizemli bir Kutsal Ruh olmalı.

1970’te Flow My Tears’ı yazarken normal yazma sü­recimin bir parçası olmayan olağandışı bir olay oldu. Bir gece çok berrak bir rüya gördüm ve uyandığımda ken­dimi rüyamı tam olarak gördüğüm şekliyle romanıma aktarma zorunluluğu -mutlak ihtiyacı- içinde hissettim. Rüyayı doğru geçirebilmek için tatmin olana kadar müs­veddenin final bölümünü 11 defa baştan yazdım.

Şimdi basıldığı son haliyle romandan alıntı yapaca­ğım. Bu rüyanın size bir şeyler anımsatıp anımsatmadı­ğına bakın.

“Çocukken yaşadığı, yazları kahverengi ve kuru olan sayfiye yeri… At sürüyor, bir atlı takımı solundan ona doğru yavaşça yaklaşıyordu. Atlara, her biri farklı renkte cübbeler giymiş, güneş ışığında parlayan miğferler takan adamlar biniyordu. Ağır, heybetli şövalyeler yanından geçtiler. Öylece geçip giderlerken birinin yüzü gözüne çarptı. Antik mermerden suratı, dalgalanan, şelale gibi beyaz sakalıyla çok yaşlı bir adam… Ne kadar güçlü bir burnu, ne asil bir çehresi vardı. Çok yorgun, çok ciddi, sıradan insanların çok ötesinde. Belli ki, bir kraldı. Felix Buckman onların geçmesine izin verdi. Sesini çıkarmadı, onlar da bir şey söylemediler. Hep birlikte onun geldiği eve doğru hareket ettiler.

Evin içinde bir adam kendini hapsetmişti, yalnız bir adam, Jason Taverner, sessizlikte ve karanlıkta, penceresiz, kendi başına, şimdiden ebediyete… Oturmak, yalnız­ca varolmak, atalet… Felix Buckman kıra doğru devam etti. Sonra arkasında dehşet dolu bir haykırış duydu. Taverner’i öldürmüşlerdi. Onların girişini gören, etra­fındaki gölgelerde onları sezen, ne yapmak için geldikle­rini bilen Taverner çığlık atmıştı. Felix Buckman mutlak ve son derece yeis bir ızdırap duydu. Fakat rüyasında ne geri döndü ne de arkasına baktı. Yapılabilecek hiçbir şey yoktu. Cübbeler içindeki bu rengarenk adamlar toplulu­ğunu kimse durduramazdı, onlara hayır denemezdi. Her neyse, bitmişti işte, Taverner ölmüştü.”

Muhtemelen bu pasaj size özel bir şey ifade etmiyor­dur. Adalet takımının suçlu olan ya da olduğu düşünü­len birini infaz etmesi dışında tabii… Tavernar’ın bir suç mu işlediği yoksa sadece suç işlediğine mi inanıldığı net değil. Ben onun suçlu olduğu izlenimini edindim, ama öldürülmek zorunda olması bir trajedi, korkunç bir traje­di… Romanda bu rüya Felix Buckman’ın ağlamaya başla­yıp benzin istasyonunda zenci adamı aramaya çıkmasına neden oluyor. Roman yayınlandıktan aylar sonra İncil’de bu rüyaya ilişkin bir kısım buldum. Bu Daniel 7:9’du:

“Tahtlar yerine yerleşti ve kadim kişi mevkiine otur­du. Kaftanı kar kadar beyazdı, saçları en temizinden ipek gibiydi. Tahtı alevden, tekerlekleri cehennem ateşlerindendi. Önünde alevden bir nehir akıyordu. Binlercesi ona tapıyor, on binlerce kişi huzurunda bekliyordu. Saray kuruldu ve kitap açıldı.”

Beyaz saçlı adam Vahiy 1:13’te tekrar ortaya çıkıyor.

“Ademoğluna benzer birini gördüm, göğsünü saran altından bir kuşakla ayaklarına kadar inen bir kaftan giymişti. Saçları kar beyazı yün gibiydi. Gözleri çakmak çakmaktı; ayakları ocakta inceltilmiş cilalı pirinç gibi nur saçıyordu. Sesi gürleyen sular gibiydi.”

Ve sonra 1:17’de:

Onu gördüğümde ölmüş gibi ayaklarına düştüm. Fakat o sağ elini üzerime koydu ve “Korkma. Ben ilk ve son olanım, yaşayanım; ölmüştüm ancak şimdi sonsu­za kadar canlıyım, ölümün ve arazisinin anahtarlarını elimde tutuyorum. Bu yüzden gördüklerini, şimdi olan­ları ve buradan sonra olacakları kağıda geçir.”

Patmos’lu John gibi, gördüklerimi imanla yazdım ve romanıma koydum. O zamanlar şu tasvirle kimin kaste­dildiğini bilmesem de:

“…birinin yüzü gözüne çarptı. Antik mermerden su­ratı, dalgalanan şelale gibi beyaz sakalıyla çok yaş’- bir aoum. Ne kadar güçlü bir burnu, ne asil bir çehresi vardı. Çok vorgun, çok ciddi, sıradan insanların çok ötesinde. Belli ki, bir kraldı.”

O elbette bir kraldı. İsa’nın kendisi adaleti sağla­mak için geri dönmüştü. Romanımda da yaptığı buydu: Karanlığa mahkum olmuş adamı yargıladı. Karanlıktaki adam Kötülükler Prensi ya da Karanlığın Gücü olmalıy­dı. Ona ne isterseniz o ismi verin, artık onun vakti geldi. Yargılandı ve suçlu bulundu. Felix Buckman bu duru­mun hazinliğine göz yaşı dökebilirdi fakat hükme itiraz edilemeyeceğini biliyordu. Bu yüzden geri dönmeden veya ardına bakmadan, sadece korku ve yenilginin çığlı­ğını -yok olan kötünün haykırışını- duyarak atını sürdü.

Romanım, Ameller Kitabı’ndan parçalar içerdiği gibi İncil’in diğer bölümlerden de parçalar içeriyor. Deşifre edildiğinde yüzeydeki hikayeden -şu anda irdeleme­mize gerek yok- bayağı farklı bir öykü anlatıyor. Gerçek öykü basitçe şu: İsa’nın acı çeken bir hizmetkar değil de bir kral olarak; adil olmayan yargının kurbanı olarak değil de yargıç olarak dönüşü. Her şey tersine döndü.

Romanımın bilgim haricindeki esas mesa­jı iktidar sahiplerine bir uyarı: Kısa bir zaman içerisinde yargılanıp suçlu ilan edileceksiniz. Bununla kim kastediliyor? Şey, bunu söyleye­mem ya da söylememeyi tercih ederim. Kesin bir bilgim yok, sadece bir sezgi. Ve bu devam etmem için yeterli değil, bu nedenle fikirlerimi kendime saklayacağım. Ama kendinize Şubat 1974’le Ağustos 1974 arasında, bu ülkede hangi politik olayların olduğu sorusunu sorabilir­siniz. Kendinize kimin yargılanıp suçlu bulun­duğunu, kayan bir yıldız gibi düşüp harabolduğunu ve rezil edildiğini sorun: Dünyadaki en güçlü adam. Şimdi de onun için o rüyayı gör­düğüm zamanki kadar üzgünüm. Bir seferinde karıma gözümde yaşlarla “o zavallı adam” de­miştim, “karanlığa kapatılmış, geceleyin kendi kendine piyano çalan, başına gelecekleri bilerek yalnız ve korku içinde…” Tanrı aşkına, sonunda onu affedelim. Ama ona ve tüm adamlarına -hep söylendiği gibi “başkanın tüm adamlarına”- yapılmış olanlar yapılmalıydı. Ama bitti ve o tekrar gün ışığına çıkarılmalı; hiçbir yaratık, hiç kimse, sonsuza dek korku içinde karanlığa hapsedilmemeli. Bu insanca değil.

Anayasa Mahkemesi, Nixon’ın kasetleri­nin savcıya teslim edilmesine karar verdiğinde, bir Çin lokantasında yemek yiyordum. Lokanta Kaliforniya’nın Yorba Linda kasabasındaydı. Yani Nixon’ın okula gittiği, büyüdüğü, bakkal dükkanında çalıştığı, onun adına inşa edilmiş bir parkın ve tabii ki, Nixon’ın evinin olduğu yerde… Fallı kekimden şöyle bir mani çıktı:

GİZLİCE YAPILANLAR

ORTAYA ÇIKMANIN BİR YOLUNU BULURLAR

Çin lokantasının, Nixon’ın kendi evine bir­kaç mil mesafede bulunduğundan da bahsede­rek kağıt parçasını Beyaz Saray’a postaladım ve “Bir yanlışlık olduğunu düşünüyorum, kazara Bay Nixon’ın falı bana çıktı. Acaba benimki de onda mı?” dedim. Beyaz Saray cevap vermedi.

Evet, daha önce de söylediğim gibi, yazar kurgu olduğunu sandığı eserinde hiç bilme­den gerçekleri yazabilir. Başka bir Sokrates-öncesi filozof olan Xenophanes’ten alıntılarsak: “Eksiksiz doğru hakkında konuşma şansına sahip olan bir kimse dahi her şeyin görünüş­lerle sarılı olduğunu bilmez. (Fragman 34)” Ve Herakiitos buna şunu ekliyor: “Şeylerin doğası kendini gizleme eğilimindedir. (Fragman 54)” W.S. Gilbert, Gibert ve Sullivan’ın Gilbert’iyse şunu katıyor: “Şeyler nadiren göründükleri gi­bidirler; kaymağı alınmış süt, krema gibi görü­nür.”

Bütün bunların ana fikri duyularımıza ve belki de a priori mantığımıza güvenemeyeceğimizdir. Duyularımız açısından düşününce, doğuştan kör olan insanların bir anda gözleri açıldığında, nesnelerin uzaklaştıkça küçülüyor gibi göründüklerini keşfettiklerinde çok şaşır­malarını anlıyorum. Mantıksal olarak bu ola­yın bir açıklaması yok aslında. Hepimiz bunu kabul ediyoruz çünkü alışmışız. Nesnelerin kü­çüldüklerini görüyoruz ama aslında aynı bü­yüklükte kaldıklarını biliyoruz. Kısacası gün­lük yaşamın pragmatik şahsiyeti bile göz ve ku­laklarının ona söylediklerinin belli bir miktarı­na aldırmaz.

Heraklitos’un yazdıklarının çok azı günü­müze kadar kaldı. Sahip olduklarımız da bula­nık ama Fragman 54 açık ve önemli: “Gizli yapı görünen yapının hakimidir.” Bu Heraklitos’un, gerçek yüzeyin bir peçeyle örtülü olduğuna inandığı anlamına geliyor. O ayrıca zamanın da, bir şekilde, göründüğü gibi olmadığından şüphelenmiş olabilir; çünkü Fragman 52’de “Zaman eskizlerle oynayan bir çocuktur; bir çocuğunki krallıktır” demiş. Bu elbette şifreli. Ama Fragman 18’de şunu da diyor: “Eğer biri ummazsa, beklenmeyeni bulamaz; o peşinde iz bırakmamıştır ve hiçbir yol bizi ona götürmez.” Edward Hussey, “The Pre-Socratics” isimli aka­demik kitabında şöyle diyor:

“Heraklitos, insanların çoğunda görülen an­lama eksikliğinin üzerinde duruyorsa bu gerçe­ği idrak etmek için daha öte talimatlar vermesi­ni gerektirir. Bilmece-tahmin bahsi, insan kont­rolünün ötesinde olan bir çeşit vahyin gerekli olduğunu öneriyor. Gerçek bilgelik, görüldüğü gibi, Tanrı’yla yakından ilişkilidir. Daha da ileri gidersek, bilgeliği artan insanın Tanrı gibi ya da Tanrı’nın bir parçası olacağını söyleyebiliriz.”

Bu alıntı ne dini bir kitaptan ne de te­oloji hakkındaki bir kitaptan… Bu Oxford Üniversitesi’ndekİ bir antik çağ felsefesi hoca­sının eski filozoflar hakkındaki analizi. Hussey bu eski filozoflar için felsefe ve din arasında bir ayrım bulunmadığını gösteriyor. Yunan teolojisindeki ilk kuantum sıçraması MÖ al­tıncı yüzyılın ortalarında doğan Kolophon’lu Xenophanes tarafından yapılıyor. Kendi zihnin­den başka başvuracak bir merci tanımayan filo­zof şöyle diyor:

“Ne bedensel şekil ne de zihinsel düşünce­ler açısından ölümlü mahluklara benzeyen bir Tanrı vardır. Onun tamamı görür, onun bütü­nü düşünür, o topyekün işitir. O her zaman aynı yerde hareketsiz durur. Onun şimdi bu ya da şu yönde hareket ettiğini söylemek uygunsuzdur”

Bu besbelli eski Yunanlı düşünürler anasın­da geçmişte örneği olmayan zarif ve gelişmiş bir Tanrı kavramı. “Parmenides’in argüman­ları, tüm gerçekliğin şüphesiz bir zihin ya da zihindeki düşünce nesnesi olması gerektiği­ni gösteriyor” diye yazıyor Hussey. “Özellikle Heraklitos’a göre”, diyor, “Tanrı’nın kafasında­ki tasarımlarla onların dünyadaki uygulanış bi­çimlerinin ya da Tanrı’nın zihniyle dünyanın, birbirlerinden ne kadar ayırt edilebileceğini söylemek zordur.”

Anaxagoras tarafından yapılan bir sonra­ki sıçrayış beni hep büyülemiştir. Anaxagoras, maddeyi oluşturan mikro yapıya dair bir teo­riye ulaştı. Bu onu bir yere kadar insan aklına gizemli hale getiriyordu. Anaxagoras, her şeyin zihin tarafından belirlendiğine inandı. Bunlar çocukça düşünürler ya da ilkeller değiller. Onlar ciddi konuları münakaşa edip kavrayış yetenekleriyle birbirlerinin görüşleri üzerinde maharetle çalıştılar. Aristotales’in zamanına ka­dar da görüşleri, hatalı bir bakış açısıyla “kaba” olarak değerlendirilecek kadar indirgenmemişti. Sokrates-öncesi teoloji ve felsefelerin toplamı şöyle özetlenebilir: Kainat göründüğü gibi değildir. Onun en derin seviyesinde ne olduğu muhtemelen insanların en derin seviyelerinde ne olduklarıyla aynıdır, -buna zihin ya da ruh deyin, o yaşayan ve düşünen yalnızca çoğul ve cismani olarak görünen, bölünmez bir şeydir. Bu görüşlerin çoğu bize İsa’yla ilişkilendirilen Logos doktrini aracılığıyla ulaşır. Evren düşü­nendir ve düşüncedir. İnsanlar olarak bizler de onun parçası olduğumuz için son tahlilde bu fi­kirlerin düşünürleri ve düşünceleriyiz.

Bu bağlamda, eğer Tanrı MS 50 dolayında Roma’yı düşünüyorsa, o zaman MS 50 yılında­ki Roma var olur. Evren kurmalı bir saat değil­dir. Ne de Tanrı onu kuran bir el… Evren pilli bir saat olmadığı gibi Tanrı da pil değildir. Spinoza evrenin Tanrı’nın uzaya yayılmış bedeni oldu­ğuna inanırdı. Ama Spinoza’dan uzun zaman önce -iki bin yıl önce- Xenophanes onun hiç çaba harcamadan zihnindeki fikirlerle her şeye yayılıverdiğini söylemişti.

Eğer romanım Ubik’i okuduysanız, Ubik denilen şu gizemli varlığı, zihni ya da gücü bilir­siniz. Bir dizi ucuz ve bayağı reklamla başlayan Ubik şunu demeye varır:

“Ben Ubik’im. Evrenden önce ben vardım. Yıldızları ben yaptım. Dünyaları ben meyda­na getirdim. Yaşamları ve onların yerleştikleri mekanları ben yarattım. Onları buraya ben ge­tirdim, oraya ben koydum. Onlar benim söyle­diğim şekilde hareket eder, benim dediklerimi yaparlar. Ben sözüm ve kimsenin bilmediği is­mim asla söylenmez. Bana Ubik derler ama bu benim adım değil. Ben varım. Her zaman varo­lacağım.”

Burada Ubik’in kim ve ne olduğu açık; özellike onun “söz” olduğu söyleniyor, bu da “Logos” demektir. Almanca çeviride ise hayatım boyun­ca karşılaştığım en harika anlamdan sapma ör­neklerinden biri var. Ubik’i çeviren adam eğer Yeni Ahit’i eski Yunanca’dan Almanca’ya çevir­meye kalkarsa Tanrı yardımcımız olsun! “Ben sözüm” cümlesine gelene kadar iyi iş çıkarmış. Bu kafasını karıştırmış. Logos doktriniyle daha önce hiç karşılaşmadığı için de “yazar bununla ne kastediyor acaba?” diye kendi kendisine sor­muş olmalı. Böylece bir çeviri işinin mümkün olabileceği en iyi işi çıkarmış. Almanca baskıda, güneşleri, dünyaları, canlıları ve onların yaşa­dığı mekanları yaratan Mutlak Varlık kendine: “Ben Markayım” diyor. Eğer Yuhanna İncil’ini tercüme etmiş olsaydı sanırım şöyle bir şey or­taya çıkardı:

“Her şey başladığında marka halihazırda mevcuttu. Marka Tanrı’yla bir oldu Tanrı neyse, marka da oydu.”

Öyle görünüyor ki, size yalnızca Disneyland’den değil Mortimer Snerd**”‘den de selamlar getiriyorum. Yazılarına teolojik ko­nular eklemek isteyen bir yazarın kaderidir bu. “Marka başlangıçta Tanrı’yla birlikteydi ve onun sayesinde tüm şeyler ortaya çıktı. Tek bir şey bile onsuz yaratılmadı.” Ve böyle soylu tutkularla devam ediyor. Umalım da Tanrı şaka­dan anlıyor olsun.

Ya da şöyle mi demeliyim; Marka’nın şaka­dan anlamasını umalım.

Daha önce de dediğim gibi yazılarımda zih­nimi meşgul eden iki şey “Gerçeklik nedir?” ve “Hakiki insan nedir?” sorularıydı. Şimdiye ka­dar ilk soruya cevap veremediğimi görmüşsünüzdür. İncil’in dünyasının bir şekilde görüşü­müzden gizlenmiş, hiç değişmeyen, ancak va­hiy yoluyla ulaşılabilen, genel anlamda gerçek ama bir perdeyle gizlenmiş bir yüzey olduğu­na dair sabit bir sezgim var. Tüm ortaya atabil­diğim bu: gizemli deneyimlerin, mantığın ve inancın bir karışımı… Hakiki insanın özellik­leri hakkında da bir şeyler söylemek istiyorum; çünkü bu konuda daha makul cevaplarım var.

TV seyreden çocukla­rı izliyorum. Bir an kafalarına nelerin işlenip durduğunu düşünüp korkuya kapılıyorum ama sonra onların yozlaştırılamayacaklarını ve yok edilemeyeceklerini fark ediyorum. Onlar izli­yor, dinliyor, anlıyorlar ve sonra yeri ve zamanı geldiğinde reddediyorlar.

Hakiki insan, ne yapmaması gerektiğini iç­güdüsel olarak bilen kişidir. Bilmekle yetinme­yip bunu uygulamakta da direnecektir. O, ken­disini sevenlerin ve sevdiklerinin başına kor­kunç akıbetler getirecek olsa dahi bunun aksini yapmayı reddeder. Bu bence sıradan insanların en kahramanca özelliğidir. Zorbaya hayır derler ve direnişlerinin sonucuna sakince katlanırlar. Davranışları küçük olabilir, neredeyse hiçbir za­man fark edilmez, tarih onları yazmaz. Ne isim­leri hatırlanır ne de bu hakiki insanlar isimleri­nin hatırlanmasını beklerler. Onların hakikatini tuhaf bir yöntemle tespit ederim: büyük kahra­manca davranışlar yapmak istemelerinde değil, sessizce reddedişlerinde. İşin aslı, onlar olmadıkları şey olmaya zorlanamazlar. Sahte gerçek­liklerin gücü bugün bizi hırpalıyor fakat kasten üretilen bu taklitler gerçek insanların kalpleri­ne asla nüfuz edemiyor. TV seyreden çocukla­rı izliyorum. Bir an kafalarına nelerin işlenip durduğunu düşünüp korkuya kapılıyorum ama sonra onların yozlaştırılamayacaklarını ve yok edilemeyeceklerini fark ediyorum. Onlar izli­yor, dinliyor, anlıyorlar ve sonra yeri ve zamanı geldiğinde reddediyorlar. Bir çocuğun hileli ola­na karşı koyusunda müthiş güçlü bir şeyler var. Çocuk en temiz göze ve en şaşmaz ele sahiptir. Reklamcılar, girişimciler bu küçük insanların sadakatlerini cezbetmeye çalışıyorlar ama na­file… Gıda şirketlerinin çok büyük miktarlarda boktan kahvaltılığı pazarlayabildiği; hamburger ve hot dog zincirlerinin çocuklara gerçek olma­yan sayısız fast-food’u sattığı doğ­ru ama derindeki kalp ulaşılmadan, düzgünce atmaya devam ediyor. Günümüzün çocuğu, bir yalanı yir­mi yıl öncesinin en akıllı yetişkinin­den daha hızlı tespit ediyor. Neyin doğru olduğunu bilmek istediğim­de çocuklarıma sorarım. Onlar bana sormazlar; ben onlara dönerim.

Bir gün dört yaşındaki oğlum Cristopher, önümüzde oynarken, an­nesi ve ben, biz iki yetişkin, Synoptic Gospel’deki İsa şahsı hakkında tar­tışmaya başladık. Cristopher bir an için bize döndü ve “Ben bir balıkçı­yım. Balık tutarım.” dedi. Birinin bana verdiği ancak benim hiç kullanmadığım hantal bir fe­nerle oynuyordu. Bir anda fenerin balık şeklin­de olduğunu fark ettim. O anda küçük oğlumun ruhunda hangi düşüncelerin bulunduğunu me­rak ettim. Bunlar gıda tüccarları ve şekerleme satıcıları tarafından yerleştirilmemişti. “Ben bir balıkçıyım. Balık tutarım.” Dört yaşındaki Cristopher kırk beş yaşıma kadar benim bula­madığım bir işareti bulmuştu. Zaman hızlanı­yor. Peki hangi sona doğru? Belki de bize aradan iki bin yıl geçtiği söylendi. Belki gerçekte o kadar uzun zaman olmamıştır, bu kadar za­manın geçmiş olması yalnızca bir yanılsamadır. Belki bir hafta önceydi, belki de bugünden bile yakın… Belki zaman yalnızca hızlanmıyordur aynı zamanda sona eriyordur.

Eğer öyleyse, Disneyland’teki turlar asla es­kisi gibi olmayacak; çünkü zaman sona erdiğin­de Disneyland’teki kuşlar, su aygırları, aslanlar ve geyikler artık simülasyon olmayacaklar. İşte o zaman ilk defa gerçek bir kuş şakıyacak.

• İsa zamanında Filistin’in güneyindeki, Roma’ya bağ­lı bir eyalet

** Vantrologlar tarafından elle oynatılan ünlü br kuk­la figürü


Kaynak: Davetsiz Misafir, Sonbahar 2004

Türkiye’de Ekstrem Sanat ve Avangard Mizah (1995-2000)

Bahadır ‘SubSoul’ Baruter

…Ve sonra evler yapmaya başladık.
Kendimizi diğerlerinden ayırdık.
Biz artık içerdeydik; bizden başka her şey dışarıda.

Hayatımızı hep bir evin içinde hayal ettik.
Daha küçücükken gözümüzü gelecekteki evimize diktik.
Ve asla fark etmedik, aslında evin gözü üzerimizde.
Ve başkalarının gözü de bizim evimizde.

Evler, küçük kazanımlar için büyük bağışlar vermeye eğitilen insanın tehlikeli yuvası.

Evler, mülkiyet zehrinin kutsal mekanları. –Bahadır Baruter


Baruter, resimlerinde lanetli tapınaklar olarak gördüğü evlerin derinlerine tekinsiz bir yolculuk yapıyor.

Suat Gönülay

Türkiye’de muhalif olmak meşakkatli, sevimsiz bir iştir. Çoğu zaman iktidarın onayladığı sabitlenmiş mefhumlarla uğraşılır; sabırsız bir karşı çıkış vardır. Ülkemizde muhalif kalmayı sürekli başaran, neredeyse kurumlaşmış en etkili yayınlar, mizah dergileridir. Gırgır’la başlayan, Mikrop’la (1978) yarım kalmış ilk ayrıksı çıkışını yapan ve sonrasında parçalanarak çoğalan (veya azalan) sarı dergiler muhalif kanadın her daim popüler sesidir. Levent Cantek

L-Manyak #59, 2000 / Baruter

Quo Vadis?

Doksanlı yıllara girerken, çizgi roman dergisi kalmamıştı desek yanlış olmaz. Son çeyrek asrın en çok satan dergisi Zagor dahi, tekrarlarla süren serisini 1995 yılı başında durdurmak zorunda kalıyordu. Çizgi roman yayınlayan yayınevleri başka iş sahalarına yönelmek durumunda kaldılar. Ünlü Tay Yayınları, resimli çocuk kitaplarına, Alfa matbaacılığına eğildi. Özel televizyonların nitelik ve nicelik olarak artışı, teknolojik gelişmeler, eğlence kültürünün değişimi bütünüyle yazılı basını etkiliyor, tüm yayınların toplam satışlarını aşağıya çekiyordu. Bu erimede, Leman’ın yüz bin civarındaki satışı, onu Türkiye’nin en çok satan dergisi haline getirirken, benzer formattaki mizah dergileri on binin altına düşen satışlarıyla peşi sıra kapanıyordu. Mizah dergileri beş yıl içerisinde toplam olarak yüzde üç yüz civarında tiraj kaybetmişlerdi. Büyük gazetelerde çizgi romana ayrılan sayfalar ise ortadan kalkmıştı. Eski kuşaktan çizerlerin sürdürdüğü istisnai örnekler, mesleki saygıdan dolayı varoluyordu.

Piyale Madra, ônce Yeni Yüzyıl ardından Radikal gazetelerinde yayımlanan Ademler ve Havvalar çalışmasıyla, “sofistike ” bantı Piknik ile yakalayamadığı popülerliğe ulaşıyordu.

Cumhuriyet gazetesinde Okay Gönensin’in getirdiği anlayışla “fikir gazeteleri” olarak sunulan Yeni Yüzyıl, Radikal, Yeni Binyıl gibi gazetelerde, özellikle kadın-erkek ilişkilerini temel alan bant karikatürlere yer veriliyordu. Piyale Madra ve Ramize Erer bu gelişmenin en popüler isimleri oldu. Mizah dergilerinin kapanmasıyla birçok çizer gazetelerde vinyet, illüstrasyon ve imkan bulabilirlerse çizgi bantlar yapmaya başladılar. Yine bu dönemde kadın sayfaları ya da eklerinde kadın çizerler tarafından üretilen bantlar kullanılır oldu. Hale Pakcan, Nuray Çiftçi, Feyhan Güver, Eda Oral vd. bu türden çalışmalar yaptılar. Gazetelerin ön sayfalanndaki aktüel-siyasi karikatür geleneğinin yerini manşetle uyumlu komik bantlar almaya başladı. Bu konuda da öncülüğü, Bizim City ile Salih Memecan yapıyordu. Sabah Grubu’nun tüm yayınlarında ve giderek tüm gazetelerde eleştirelliği komiklik yönünde törpüleyen ve politik liderler etrafında odaklanan bantlar çoğaldı. Çizgi roman dergileri ise kapanmalarının ardından, kimi gazetelerin yaz aylarında okuyucularına ücretsiz olarak verdikleri promosyonlara dönüştüler. Bir iki istisna dışında bütün fumettiler ilave olarak verildiler.

Pişmiş Kelle dergisinin eski çalışmaların tekrarları biçiminde sürdürülen son dônemlerinde Kemal Aratan’ın çizgileri ve Engin Ergönültaş’ın ôyküleriyle farklı bir dizi yayınlandı. Polisiye ôzellikleri ve dedektiflik ironisi bir yana, eşcinsel kahramanı ve şehrin kenarlarına ilişkin ayrıntıları nedeniyle başarılı bir çalışmaydı.

Bu çerçevede yerli çizgi roman ve bant üretiminin sürdürülebildiği tek alan Leman ve onun bir yan yayını olan L-Manyak oldu (1996). Özellikle L-Manyak, Leman’ın Gırgır-Fırt örneğini izleyerek çalışanlarına bir ek gelir sağlama düşüncesiyle yayına başlamış olmasına karşın, editörü Bahadır Baruter’in gayretleriyle farklı bir dergiye dönüştü. Süreç içerisinde Leman’dan farklı bir kadro oluşturarak yeni bir mizahi oluşum yaratmayı başardı. Bülent Üstün, Tembel Çizer Memo, Cengiz Üstün ve Bahadır Baruter’in oluşturduğu çekirdek kadro, yaratmak istedikleri dünyaya eklemlenen çizerlerle dergiyi geliştirdiler.

Cengiz Üstün’den Kunteper Canavarı
Lombak Yeraltı Sineması ‘Blue is the Warmest Color’ 2001
Bülent Üstün ve Kötü Kedi Şerafettin

Bahadır Baruter, derginin bir tavrı olması gerektiğini bilerek, önce Leman’ın fazla sayfaları olmadıklarını Leman’cılara kabul ettirdi. Ardından Üstün kardeşler ve Memo’dan oluşan “çeteyi” L-Manyak içine yedirerek dergiyi sahiplenmelerini sağladı. Peşi sıra Engin Ergönültaş’ın editörlüğünde çıkan Pişmiş Kelle dergisinin marjinal çizgilerini dergiye taşıdı.

Mehmet Coşkun, Gürcan Yurt, Kenan Yarar ve Oky devamlılık gösteren diğer çizerler oldular. Bir önceki kuşaktan Can Barslan ve Behiç Pek dergiyle uyumlu öyküler anlatıyorlardı. Aslına bakılırsa, sayıları kırka varan çizerin çalışmaları dergide yayınlandı. Başlangıçta “komik” dergi yaratma arzusu hakimdi. Leman’da Fatih Solmaz ile Bahadır Baruter’in birlikte yarattıktan Lombak köşesi ile Selçuk Erdem’in mizahına yakın bir arayış hisssediliyordu. Hıbır ve HBR’de yaptığı Kabız Kuğu köşesiyle Bülent Üstün’ün bu gidişatta önemli bir payı oldu. Daha önce HBR’de Cengiz Üstün ve Memo ile birlikte yaptıkları anarşist, grotesk ve komik şiddete dayalı mizahı L-Manyak’a taşıyorlardı. HBR editörlerinin Gırgır’dan gelen mizah anlayışlarıyla uyuşamamışlar, dergiden ayrılmışlardı. Yaptıkları mizahın Lombak esprileriyle doğal bir akrabalığı vardı. Bahadır Baruter, derginin bir tavrı olması gerektiğini bilerek, önce Leman’ın fazla sayfaları olmadıklarını Leman’cılara kabul ettirdi. Ardından Üstün kardeşler ve Memo’dan oluşan “çeteyi” L-Manyak içine yedirerek dergiyi sahiplenmelerini sağladı. Peşi sıra Engin Ergönültaş’ın editörlüğünde çıkan Pişmiş Kelle dergisinin marjinal çizgilerini dergiye taşıdı. Bir yanda çini mürekkebiyle oynamayı seven, ayrıntıcı “bol taramalı” Crumbvari çizgiler, diğer yanda naif çizgili, varı-yoğu anlattığı öykü olan anlatılar böylelikle biraraya geliyordu. Bir önemli aşama, derginin kendi tiplemelerini yaratması ile gerçekleşti. Bülent Üstün’ün Kötü Kedi Şerafettin’i derginin ilk popüler kahramanı oldu. Cihangir’de yaşayan bir sokak kedisinin etrafında geliştirilen dizi, hareket senaryosuna dayalıydı. Oğuz Aral’ın Utanmaz Adam’ından bu yana mizah dergilerinde bu denli hareket çizilmemişti. Öte yandan dizideki mizahı üreten uzun, gevşetici ve gereksiz gibi duran konuşmalardı. Üstün, daha önceleri HBR’de çizdiği Tonguç’un -Şerafettin’in babası olarak sonradan diziye katılıyordu- karakteristiklerini yeni anlatısına taşıyordu. Çabuk sinirlenen ve sinirlendiğinde kontrolünü kaybeden, gamsız, pervasız, içkiye ve sigaraya düşkün, hazcı bir kediyi anlatıyordu. Bukowski tiplemelerine, Conan ve Cüneyt Arkın’a, kimi zaman Önder Somer’e akrabalıkları sayılabilirdi. Üstün’ün çizgi olarak öykündüğü Crumb’ın ünlü kedisi Fritz ile ilgisi -dişilere olan düşkünlüğünün dışında- yok denecek kadar azdı. Hele ki snobluk ! Argoyu kullanımı, tavırları ve kimi zaman göze aldığı fedakarlıklar “delikanlı edebiyatının” gereğiydi ve oldukça yerliydi. Bir diğer kahraman, derginin giderek bütününe yayılan -mahkemelerle başları derde girene kadar- temel espri motiflerinden biri olan “grotesk gerçekçi” mizahın önemli örneği Kunteper Canavarı oldu. Cengiz Üstün tarafından üretilen dizi, devasa büyüklükte bir penisi olan ve bunu insanları cezalandırmak için kullanan bir adamın hikayesini anlatıyordu. Aslına bakılırsa, korku filmlerinin ve “öcü” mantığının bir versiyonu, komikleştirilerek sunuluyordu. İlginç olan, dergideki mizahın grotesk vurgularıydı. Bu düzeyde bir mizah ilk kez kullanılıyordu. Medeni dünyanın ve “edep”le ilgili olarak edebiyatın kullandığı belden yukarıya -özellikle yüze odaklanan güzellik anlayışı bilerek- alaşağı ediliyor, kalçalar, delikler, ossuruklar, sıçmalar, spermler, regl hali, kusma, sümük, aksırma, kalkık penisler, mastürbasyon sürekli çiziliyordu. Batı dünyasının her türden özgürlükle eşitlenen karnaval zamanının sembolü olan ve her türlü abartılı kostüme özelliklerle öne çıkartılan Karnaval adamlarının ve karnavaleske özgü olan herşeyin üzerinde toplandığı tiplemeler çıkartılıyordu. Mokar Hastası Nihan, Memo’nun şiir ve öykülerinde kullandığı kendi tiplemesi, Kunteper Canvarı, kamavalesk özellikler taşıyordu.

Bülent Üstün ‘Kabız Kuğu’

Komikliği yaratan bu abartıydı; mizahın yasak edilen, konuşulamayanla ilgisini hatırlarsak, öykülerde kullanılan belden aşağı ile ilgili espri çeşitlemelerini anlamlandırabiliriz. Cinsellik kadar iğrençlik de konu ediliyor, kentsoylu sınıfın “duyarlılıkları” ile alay ediliyordu. Açgözlüler, gösteriş meraklıları, tikiler, zenginler, oburlar, şiddet dolu insanlar, hırslı işadamları, sınıf atlamak için cinselliğini kullananlar v.d. derginin “saldırısı”nın hedefiydiler.

Derginin politik gündem ile öncelikli bir ilgisi yoktu. Kapaklar iğrençlik, komik şiddet ve cinselliğin kullanımı doğrultusunda grotesk tiplemeleri konu ediyordu. Keza öykülerde siyasal olaylar ve aktüalite ile doğrudan bir ilgi de kurulmuyordu. Ama bütünlüklü olarak bakıldığında, komikliğin eleştirel biçimde kullanıldığı görülüyordu. Politik gündeme en yakın öyküler ise Leman’dan gelen Kaan Ertem’in “Zıçan Adam”, “Ezik Şarkıcı Altuğ” ve “Enstanteneler”iydi. Ertem, gündelik yaşama giderek sirayet eden “management” kurallarının eleştirisini, büyük şirketlerdeki kaypak ve kapitalist ilişkileri anlatıyordu. Onun politik ekseni, derginin “çete”sinde o denli hissedilmiyordu. Şerafettin, şehrin kenarında yaşıyor ve farklı bir dünyadan geldiğini düşündüğü burjuva tiplerinden hiç hazzetmiyordu; Kunteper’in cezalandırdıklarının önemlice bir kesimi yine onların arasından çıkıyordu. Ama özellikle onları seçtikleri ya da peşlerine düştükleri söylenemezdi.

L-Manyak Sayı 046 – Lan! 1998 Ekim / Cengiz Üstün

“Çizgi romancılık hem yazmaktır hem de çizmektir.”

L-Manyak Sayı 046 – Mona Rıza 1999 Ekim / Baruter

L-Manyak, kendi gündemine uygun iki önemli köşe açtı. Biri, Suat Gönülay’ın dergiye katkıda bulunduğu dönemlerde kahramanı Vakur Barut adıyla açtığı bir köşeydi. Okuyucu mektuplarının kullanıldığı bu köşe tamamen küfür üzerine kurulmuştu. Tepki ve düşüncelerin küfüre dayanarak açıklandığı köşe, Ahmet Vardar esprisi ile “dumur detaylarının” okumuş-yazmış adam şaşkınlıklarını katlayacak düzeydeydi. Gönülay’ın üretimden uzaklaştığı kayıp dönemleri nedeniyle sürdürülemedi. Bir diğer köşe, Mastürbasyon Derneği (Mast-Der) kurulmasıydı. Her sayıda mastürbasyonun faydalan ve savunusu üzerine ironik yazılar kullanılıyor, üyelik başvurusunda bulunan okuyucuların listeleri yayınlanıyordu. Memo’nun teenage-lümpen mizahını iyi yakalayan şiir ve çizgileri bu sayfada kullanıldı. Küfür ve mastürbasyonun “edebi” ve “artistik” savunusunun underground geleneği içerisindeki
özellikli yerinin, Türkiye’deki çeşitli fanzin örneklerinde kullanımını hatırlatarak derginin politik gündem ile ilgisini yeniden düşünebiliriz. Bahadır Baruter, anlatımlarına mekan olan şehrin kenarlarının kendileri için ne ifade ettiğini şöyle anlatıyor:

Cihangir ve Tarlabaşı gibi yerler, kenarlar, çok geçerlilik ve resmiyet kazandırılmamış alanlar. Kenar mahallenin ağzı, küfrü alışılmadık olanla bağ kuruyor. Bizi en çok güldüren şeylerde örtülmüş, kapatılmış ve saklanmış olanlardır ya ! Hayat, Bağdat Caddesinde değil çünkü. Şehrin götü, boku püsürü orada. O insanlar bizim ilgilendiğimiz çamura ve boka en yakın tipler. Hani biz doğal olarak tarafız onlarla. Bıçak çeken adamla, tinerci ile, junkiyle, mağdurla, jiletçiyle, kaybetmişlerle bir ten uyumumuz var. Ama çocuklarımızı bir junki, bir eroinman gibi ya da bir eşcinsel gibi yetiştirir miyiz? Ya da kardeşlerimizden arkadaşlarımızdan böyle özellikler bekler miyiz? Böyle bir şey söyleyemem. Bu türden ahlaki bir mesaj asla vermeyiz. Zaten böyle bir şey mizahta da yoktur. Güleriz, eğleniriz ama en sıcak ilişkiyi ailemle kurarım.

L-Manyak’ın muhalifliği, hayata karşı duruşuyla tanımlanabilir. Bir çok öyküde komiklik kaygısının önceliği dışında, baskıya karşı şiddetin kullanımı, kalabalıklardan kaçma isteği, politik aidiyetlere karşı inançsızlık, belirgin bir cinsel doyumsuzluk ve hazcılık, insanlara güvensizlik, paraya olan kayıtsızlık görülüyordu. Şehrin kenarlarında yaşayanların daha samimi ve dürüst olduğuna dair güçlü olmasa da bir inanç hissediliyordu.

Enerjinin kaynağı kenarlarmış “gibi” duruyor öykülerde, isyanın, patlamaya hazır bir öfkenin oradan çıkacağına ilişkin “artistik” bir ilgi var çizerlerde. Öte yandan otoriteye/polise karşı kesin bir korku hissediliyor. Memo’nun çizdiği “L-Manyak Şehitleri” öykülerinin kahramanları olan dergi üreticileri polisle her karşılaştıklarında panik içerisinde kaçıyorlardı. Dergideki öykülerin genelinde görülen polisler duygusal dengesi bozuk, oldukça sert ve şiddet dolu tiplemeler olarak resmediliyordu.

Gürcan Yurt ‘Robinsan Crusoe & Cuma’ L-Manyak

Derginin “dörtlü çetesine” sonradan katılanlar, kurgulanan dünyaya eklemlendikleri ölçüde devamlılıklarını garantileyecek tiplemeler yaratabildiler. Gürcan Yurt, uğraşıldığı ve sahırla çalışıldığı anlaşılan kurgu ve tiplemeleriyle Robinson Crusoe ve Cuma dizisini oluşturdu. Leman’da Ahmet Yılmaz’ın geliştirdiği söze -uzun balon yazılarına- dayalı mizahı kullanan bir anlatımı vardı. Dizi, dergiye hakim olan hareket komiği ve çizgisel arayışlara karşın, naif bir çizgiye sahipti. Ama “samimiyeti” ve argoyu metne yedirebilme mahareti sebebiyle popülerlik kazandı. Aslına bakılırsa, tipik bir “erkeklik krizi” anlatısı olarak, L-Manyak dünyasını deşifre edecek psikolojik bir derinliği de taşıyordu.

MemCoş ‘Hatıralar Geçidi’ L-Manyak

Psikolojik anlamda egosentrik ve anti-sosyal kişilikteki köşe yazarlarının başlattığı bu “mahrem hikayeler” anlatma eğilimi çok geçmeden mizahçılara da sirayet ediyordu. Kişisel deneyimlerin, özellikle cinsellikle ilgili olanların, anlatılmasının şişirilmiş bir egoyla-benmerkezle mümkün olması bir yana, işin ticari ve teknik nedenleri de vardı.

Çeteyle daha uyumlu olanlar ise Mehmet Coşkun’un “Hatıralar” dizisi ve her türden anlatısıyla Oky oldu. Coşkun’un uyumu kendi yaşadığı ve dergideki ilişkileri anlattığı aile-içi öyküleriyle oldu. Mizah dergilerinde özellikle Doksanlı yıllarda belirginleşen bu kişisel hikayeler anlatma tercihi genel bir eğilimin sonucuydu. Psikolojik anlamda egosentrik ve anti-sosyal kişilikteki köşe yazarlarının başlattığı bu “mahrem hikayeler” anlatma eğilimi çok geçmeden mizahçılara da sirayet ediyordu. Kişisel deneyimlerin, özellikle cinsellikle ilgili olanların, anlatılmasının şişirilmiş bir egoyla-benmerkezle mümkün olması bir yana, işin ticari ve teknik nedenleri de vardı. Okuyucunun mahrem olanı izlediğinin bilinmesi ticari bir tercih ve manipülasyondu; teknik olarak ise anti-sosyal bir yaşam sürdükleri için yakınlarında duran insanları anlatmak zorundaydılar. MemCoş’un “içtenlikli itirafları” , “cinsel deneyimleri” ve dostlarını anlatışı da bu çerçeveden farklı değildir. Öte yandan, Bahadır Boysal’ın “Secret life of Bahadır Boysal”, Bülent Üstün’ün “L-Manyak Kerizleri” de aynı mantıkla tekrarlanan anlatılardı. Mizah dergilerinde, hatta gazetelerde özellikle yaratılan ironik sataşmalar, aile-içi çekişmeler, yayın yönetmenlerine yönelik şikayetler sık başvurulan bir “ironi” olarak, “ruh yaratımında” kullanılan bir yöntemdir. Ama bu denli tekrar ve “samimiyet” iddiasının kendini tüketmeye teşne bir narsizm olduğu da düşünülebilir.


Yetkin Gülmen ‘Esnek ile Geniş’ (Filmed by Anıl Yurdakul 2023)
Yetkin Gülmen

Yetkin Gülmen > ESNEK İLE GENİŞ


OKY

Bir diğer anlatıcı olan Oky, Pişmiş Kelle’de sürdürdüğü öyküleri nedeniyle L-Manyak dünyasına kolay uyum sağlayabildi.

Abazanlık, mastürbasyon, fetişizm, esrar kullanımı, şiddet, cinsel soğukluk, röntgencilik, salaş evler, mezbelelik öykülerinde sıklıkla kullandığı trüklerdi. L-Manyak içinde öyküler anlatan ama “çetenin” dinamizmini taşımayan profesyonel çizerler de oldu. Can Barslan, kendine özgü mizahıyla Dedektif Sanlı’yı, Behiç Pek Toros ile Hamile’yi, Faruk Bayraktar -Pişmiş Kelle’de başladığı-Rezil-i Rüsvan’ı anlatıyordu. Bu listeye alttan gelen genç isimler de eklenebilir: Andaç Gürsoy’un “Tuğçe”, Alpay Erdem’in “İsmail”i gibi.


Kenan Yarar’ın Psikoz Öyküleri ve Hilal’in dünyası üzerine konuşma.

Yarar’ın özerkliğini alması, arzulu bir editör ve heyecanlı dergi kadrosu nedeniyle zaman aldı.


L-Manyak kadrosunda zaman zaman uyumlu olmaya çalışan öyküler üretse de, fantastik anlatılarıyla tamamen farklı ve istisnai bir yerde duran isim ise Kenan Yarar’dı. Suat Gönülay ve Galip Tekin gibi isimlerin mizah dergilerinde açtığı çizgi romancı “kontenjanından” piyasaya girmiş, özellikle Hıbır ve HBR dergilerinde çizgi ve öykücülüğünü geliştirmişti. HBR’nin tiraj olarak düşüşe geçtiği günlerde, L-Manyak’a geçecekti. Çizgi performansı ve sabırlı işçiliği nedeniyle dergiye uyumlu öyküler anlatırsa katkı sağlayacağı düşünülmüştü. Yarar’ın, L-Manyak’ın mizahi dünyasıyla uyuşmayan fantastik anlatımı önemli bir “gerilim” vesilesi oldu. HBR’de yarattığı “Hilal” tiplemesinin derginin genel havasına uygun düşebileceği hesap edilerek devam öyküleri yaratıldı. Aynı dönem, cinselliği istediği biçimde yaşamakta beis görmeyen, pervasız, erkek dünyasına meydan okuyan, lafını esirgemeyen genç kız tiplemelerine yönelik dergide sürdürülen arayışlara da denk düştü Hilal. Ancak, tipleme komiklikten ziyade iğrençlik ve fantastik anlatıların “freak” unsurlannı harmanlayarak değişim geçirdi. Komik olma zorlaması öyküleri melezleştiriyor, ne komik ne de fantastik yapıyordu. Yarar’ın özerkliğini alması, arzulu bir editör ve heyecanlı dergi kadrosu nedeniyle zaman aldı.

2001 yılında Leman yönetimiyle Bahadır Baruter arasında dergiye reklam alma konusundan çıkan bir gerilim yaşandı. Baruter’in istifasıyla başlayan süreç, L-Manyak kadrosunun boşalarak Lombak adlı yeni bir dergi çıkartmasına neden oldu. Tarafların özellikle Lombak ekibininin yaşananlarla ilgili tasarlanmış suskunluğu ve “komik” olmayı tercih ederek polemikten uzak kalması, mizah dergilerinde yaşanan son kopmayı “medya malzemesi” olmaktan kurtardı. Gürcan Yurt, Mem-Coş ve Lemancılar dışında, kadronun tamamı Lombak’a geçiyordu.

Doksanlı yılların ikinci yansında Sabah ve Doğan medya grupları yayın yelpazelerini yabancı şirketlerle gerçekleştirdikleri evliliklerle genişletmeye başladılar. Bu sebeple uluslar arası marka sayılacak dergi ve yayınların telif ve pazarlama haklarını satın alıyorlardı. Sabah, düşen satışları nedeniyle masraflı gelen yerli üretim-mizah dergilerinin yerine ajans ve baskı maliyetlerinin daha ucuz olduğu Amerikan süper kahramanlannın yayın hakkını alırken; Aydın Doğan yayıncılık, ülkede uzun yıllar çok satmış fumettilere yöneliyordu. Bu arada her iki grubun kapattığı Avni, Fırfır, Pişmiş Kelle gibi dergilerin çizerleri çeşitli yayınlara ihtiyaca göre dağıtılıyordu. Bu gelişmenin en ilginç sonucu Pişmiş Kelle ekibinin Kemal Aratan yönetiminde Gazete Pazar’ın Fasulye adlı mizah ilavesini hazırlamaları oldu (1997). Aynı ilaveyle underground çizgi romanın önemli çalışmalanndan biri olan Ranxerox da Türkçe’de ilk kez yayınlanmış oluyordu. Medya gruplannın yabancı çizgi roman dergileri yayınlama tercihi ise uzun vadede başarılı olmadı. Ama bitti denilen piyasaya bir hareketlilik getirmişlerdi. Dylan Dog, Nathan Never, Martin Mystere, Zagor ve Teks gibi İtalyan, Ôrümcek Adam, Batman, X-Men, Supermen gibi Amerikan çizgi romanlan bu dönemde yeniden -kimileri ilk kez- yayınlanıyordu. Aynı dönemlerde Sabah ve Doğan gruplanyla rekabet içindeki ve yayıncılığa girmek isteyen holdinglere de örnek teşkil etmişlerdi. Nitekim, fumettiler Doğan Yayıncılık’tan sonra aynı kurumdan transfer edilen yönetici Yalvaç Ural nedeniyle Aksoy Yayıncılık tarafından devam ettirildi. Aksoy, bütün esseGesse ürünlerini, yanı sıra Julia, Nick Raider, Mister No gibi fumettileri, Zorro, Tarzan gibi Amerikan kaynaklı çizgi romanlan da yayınlamaya başladı. Sunumlanndaki özensizlik, öykülerin orijinal sıralamasına, devamlılığına uyulmamasına karşın 1997-2001 döneminde gazete bayileri ve kitapçılarda yeniden -eski günleri hatırlatırcasına- bol çizgi roman bulunabiliyordu. Bu hareketliliğe çeşitli yayınevlerinin çizgi roman dizileri yayınlaması da eklenince zenginlik bir misli arttı. Dost Kitabevi, Hugo Pratt’ın başyapıtı Corto Maltese’i (1999) , Dünya Kitabevi Tarkan’ı (1999), Leman Yayıncılık Karaoğlan’ı (2000), Yapı Kredi Yayınları Abdülcanbaz’ı (1999) yayınlamaya başladılar.

Bu dönemin en önemli sonucu çizgi romanlann gazete bayilerinden kitabevlerine geçerek prestij baskı ve tasarımlarla, geçmişe nazaran yüksek fiyat ve sınırlı baskılarla satılması oldu. Baskı adetleri 1000-1500 arasına düşmüştü. Yüksek baskı adedini ve ucuz fiyatları sürdürebilenler ise Aksoy yayıncılığın çoğunluğu fumettilerden oluşan çizgi roman dizileri ve L-Manyah dergisinde yayınlanan çizgi romanlarn bağımsız albümleriydi. L-Manyak yakaladığı popülarite nedeniyle yüksek satış rakamlarına zaten ulaşıyordu. Aksoy Yayıncılık ise ucuz yayının yanı sıra telif anlaşmasının dışında yaptığı, fazla baskıları ve iadeleri “spot” piyasaya sürüyor, dağıtım şirketlerine verilen paydan olduğu kadar telif hakkı ödemesinden de kurtuluyordu. Bu nedenle , çizgi romanların resmi olarak sekiz yüz-bin arasında gözüken satış rakamlan o denli gerçekçi değildi. Ekonomik kriz nedeniyle Aksoy Yayıncılık’ın bağlı bulunduğu duğu holdingin faaliyetlerinin durdurulmasıyla (2001) aylılk olarak sürdürülen çizgi roman dizileri de kesildi.

Çeşitli yayınevlerinin çizgi roman yayınlamaya başlamasının nedeni de açıktı. Her ne olursa olsun, çizgi roman, kitap satışlarına göre daha hareketli ve yüksek tirajlara sahipti. Remzi, inkılap, lthaki, Oğlak, Çınar, Arkabahçe, Yörünge, Aras, İletişim, Arba, Parantez bu dönemde çeşitli çizgi roman albümleri yayınladılar. Böylelikle Moebius, Bilal gibi ünlü çizerlerin çalışmalan; Jim Cutlass, Torpedo, Thorgal, Ken Parher, Wolverine gibi kahramanlar ilk kez ya da yeniden çıktılar. Oğlak Yayınları Teks, Zagor, Martin Mystere, Nathan Never gibi fumettilerin İtalya’da yayınlanan yıllık özel albümlerini Dev Albüm; yayınlanmış serüvenlerden yapılmış seçkiyi ise Efsanevi Maceralar adıyla yayımlamaya başladı (1999).

  • Bu makale Levent Cantek’in 1996 yılında kaleme aldığı Türkiye’de Çizgi Roman kitabı ‘Quo Vadis?’ bölümünden alıntıdır.

LEVENT CANTEK 1969 Ankara doğumlu. Bilkent Üniversitesi’nde Uluslararası ilişkiler Lisans eğitimi aldı, Gazi ve Ankara Üniversiteleri’nde Gazetecilik yüksek lisans ve doktorası yaptı. Çizgi roman ve mizah ile ilgili çalışmalarıyla tanınıyor. Kültür tarihi ile ilgili çalışmalar yapıyor. TV dizi senaryoları yazıyor. Toplum ve Bilim dergisinin yayın yönetmenlerinden biri. Kitapları: Türkiye’de Çizgi Roman (İletişim Yayınları, 1996/2002), Markopaşa, Bir Mizah ve Muhalefet Efsanesi (İletişim Yayınlan, 2001), Karaoğlan, Erotik ve Milliyetçi Bir ikon (Oğlak-Maceraperest, 2003), Çizgili Hayat Kılavuzu (der. İletişim Yayınları, 2002/2004), Çizgili Kenar Notları (der. İletişim Yayınları, 2007), Cumhuriyetin Buluğ Çağı (İletişim Yayınları, 2008), Anadolu Masalları (Dipnot Yayınlan, 2009), Şehre Göçen Eşek (İletişirn Yayınları, 2011), Dumankara (İletişim Yayınları, 2013), Emanet Şehir (İletişim Yayınları, 2014).


Emrah Ablak, Bülent Üstün, Cengiz Üstün ve Memo Tembel Çizer (29 Mayıs 2023)

Mis Dergi #02

MİS DERGİ


Sembollerle Godzilla

Gojira

Godzilla’nın nükleer tehlikeyi simgelediğine dair genel bir kanaat vardır, ilk film için bu görüş doğru olabilir ama ne var ki, canavarların karşı karşıya gelmeleri ve hatta birçok kere Godzilla’nın dünyayı istilacılara karşı koruması, bu canavarın daha başka şeyleri de simgelediğini göstermektedir. Aslında Godzilla’nın medeniyetten hoşlanmayan bilinç-altımızı simgelediğini söylersek pek de yanlış birşey söylemiş sayılmayız. İster batı kökenli ister doğu kökenli olsun, filmlerde ortaya çıkan canavarlar mutlaka büyük bir şehire gelip burayı yok etmeye çalışırlar. Bu yok ediş aslında seyircinin kendisinin yapmak istediği ama asla yapamayacağı bir eylemdir. Tahrip etme sahneleriyle seyirci bir şekilde rahatlamış olur. Belki çoğu seyirci, kanlı sahnelerde ya da çok gerilimli sahnelerde gözlerini perdeden kaçırabilir ya da gözlerini kapayabilir fakat canavarların binaları yıkmasını genelde bir tepki göstermeden seyreder. Hele Eifel kulesi, Big Ben, Washington anıtı gibi artık ülkelerin sembolü olmuş yapıtların yok edilmesi, seyirciye en büyük hazzı vermektedir; çünkü bu sanal yok ediş aynı zamanda seyircinin bilinç-altındaki ülke ve ülkeler konusundaki isyanına da cevap vermektedir. İşin ilginç yanı, bu en büyük hazzın seyircide oluşturulması bile ancak 50’li yıllardan itibaren olabilmiştir. Otuzlu yılların King Kong’u Empire States Building’e çıkıp çok kişinin canını almış, birkaç uçak düşürmüş olabilir ama asla bu ünlü yapıya bir zarar vermemiştir (daha doğrusu vermesine izin verilmemiştir).

Batılı canavar filmlerinin en özel sahneleri canavarların insanları öldürdüğü sahnelerdir. Rodan ve Ebirah (Ebirah Canavarlar Adası) gibi bazı filmlerde canavarların insanları öldürmesini ya da yemesini gösteren sahneler bulunmaktadır ama genelde kaiju filmlerinde insan kıyımı batıya oranla hemen hemen hiç yoktur. Zaten Godzilla radyasyonla beslendiğinden insanları yemek gibi bir huyu yoktur. Evet şehirleri yıkmakta, ayaklarıyla tankları ezmekte, elinin tersiyle savaş uçaklarını düşürmekte, atomik nefesiyle gemileri patlatmaktadır ama filmlerde asla bunların içlerinde insan varmış izlenimi verilmez. Oysa batıda bu tür yapı ve araçların içindeki insanların korku dolu bağırışları ve yüz ifadeleri verilmeden edilmez. Kimi zaman Godzilla’nın birkaç kişiyi öldürdüğüne tanık oluruz ama bu kurbanlar zaten onu öldürmek isteyen, ondan ölesiye nefret eden kişilerdir. Godzilla bu insanları öldürürken bile sadece bulundukları yapının yıkılmasını görürüz. Asla ölümlerini görmeyiz. Oysa Hollywood tarzı bir senaryo olsaydı Godzilla bu kötü kişileri ağızda çiğneme, ayaklar altında ezme, atomik nefesle yakma gibi yöntemlerden biriyle “en korkunç şekilde” öldürürdü.

İçinde insan olduğu vurgulanmadan Godzilla’nın yaptığı bu tahribat işlemi, medeniyeti yok etme içgüdüsünü tatmin ederken bir taraftan da seyircinin suçluluk duymasını engellemektedir.

Godzilla’nın ikinci ve üçüncü dönemlerine göz atıldığında bu canavarın aynı zamanda çevreci yönü olduğunu görmüş oluruz. Godzilla artık bu filmlerde nükleer santrallere gidip buraları yok etmektedir. Onun yok olmasını isteyenler artık Japon halkı değil, Japon hükümeti ve ordusudur. Bu şekilde, enerji sıkıntısı gerekçesiyle nükleer enerjiyi kabullenmiş olan insanoğlunun, bir yandan da bunları yok etme isteğini Godzilla, filmlerinde gıkı çıkmadan yerine getirmektedir. Bir açıdan ekolojist bir terörist olmuştur.

Godzilla 2000’in sonunda Godzilla yine uzaydan gelme bir canavarı yok edip insanlığı kurtarmış olmanın mutluluğu ile Tokyo’yu yıkmayı sürdürürken, filmin kahramanları bilim adamı ile gazeteci kız arasında geçen konuşma kayda değerdir:

Bilim Adamı: Bu canavarı, Godzilla’yı biz bilim adamları yarattık ve o zamandan beri de onu yok etmekle uğraşıyoruz. Gazeteci Kız: Peki ama neden? Neden hep bizi koruyor?
Bilim Adamı: Belki de hepimizin içinde birer Godzilla vardır.

Sadi Konuralp

Kaynak: Geceyarısı Sineması Dergisi, Sonbahar 2002


Emily the Criminal

Emily the Criminal, 2022

Orkları, elfleri, ejderhaları, süper kahramanları, kafa ütüleyen bütün hayal endüstrisi yapımlarını bir tarafa bırakın ve “Emily The Criminal”ı izleyin.

John Patton Ford, senaryosunu da kaleme aldığı filminde Los Angeles’ta yalnız başına ayakta kalmaya çalışan genç bir kadının sistem tarafından nasıl “gücün karanlık tarafına” itildiğini muazzam bir üslupla gözler önüne seriyor. Sevgilisinin şiddet içeren bir kavgaları sırasında polis çağırması sonucu “ağır saldırı suçu” siciline işlenen ressam Emily, okulunu son sınıfta terk etmek zorunda kalıyor. Hayatta kalmak için para kazanmak zorunda olan genç kadın “miras” olarak 60.000 dolarlık öğrenci kredisi borcunu ve her iş görüşmesinde önünü kesen “sabıkasını” devralıyor! Üç kuruş gelir için güvencesiz ve vasıfsız işlerde çalışıyor, bütün gün televizyon başından kalkmayan Koreli bir çiftin evindeki küçücük bir odada yaşıyor.

Ve bir gün Latino bir çalışma arkadaşı ona bir öneriyle geliyor: Günde 200 dolar kazanmak istiyorsan şu numarayı ara! Emily, düşünüyor taşınıyor, hayatını şöyle bir gözden geçiriyor ve o numarayı arıyor. Böylece üçkâğıtçı bir Arap çetenin yürüttüğü küçük çaplı kredi kartı dolandırıcılığı faaliyetine iştirak ediyor. O aşamadan sonra Emily’nin önünde başka bir dünya, farklı seçenekler beliriyor ve Emily kendi içindeki karanlığı da keşfedeceği zorlu bir yolculuğa çıkmak zorunda kalıyor.

Sürpriz gelişmeleri aktarmamak için burada kesiyorum. Lakin şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, geçen seneki Sundance Film Festivali seçkisine dahil edilen “Emily The Criminal” son zamanlarda izlediğim en etkileyici ve güçlü film. John Patton Ford, mütevazı bir yaklaşımla, sınırlı bir bütçeyle müthiş bir hikâye anlatıyor ve seyirci bambaşka bir Los Angeles’a ışınlıyor. Peliküle yansıyan Los Angeles da, sakinleri de alışık olduğunuz Hollywood yapımlarından çok farklı.


Emily The Criminal, Official Trailer

-Özellikle Emily’nin büyük bir reklam ajansına kapağı atıp yırtan sanat okulundan arkadaşıyla ilişkisini dikkatle gözlemleyin.-


Bir küçük parantez de Aubrey Plaza için açmak lazım. En beğendiğim oyuncular listesinin üst sıralarında yer alan Plaza, bir kez daha beni şaşırtmıyor ve Emily karakterini oynamak ne kelime, bilfiil üstüne geçiriyor. Karakterin iniş çıkışlarını, melankolisini, öfkesini herhangi bir diyaloga bile gerek duymadan sadece gözleriyle öyle gerçekçi biçimde aktarıyor ki, ne desek az kalır. Velhasıl “Emily The Criminal”ın en büyük kozu da o.

Çok uzatmayayım ama tekrar edeyim: “Emily The Criminal”ı mutlaka ama mutlaka izleyin. Anlatılan senin, benim, bizim hikâyemizdir!

Gökhan Gençay


Söyleşi: Gökhan Gençay ‘Benim Kanım’

Gökhan Gençay ‘Benim Kanım’ 2021

Dünyayı Güzellik Kurtarmayacak!

Uzun bir zaman boyunca adına yeraltı denen edebi tür hakkında çalışmalar ve okumalar yaptım. Dünyada ve Türkiye’de bu türün gelişimini seyre koyuldum. Bu akımın motivasyon kaynaklarını kavramaya çalıştım ve bazen bunun kaynaklarına kendi hayatımda rastladığım da oldu. Yeraltının ana hatlarından bahsetmek zor olsa da ortak bir tavrı sahiplendiği apaçık ortada bence. Türkiye’de yeraltı edebiyatının çıkışı romanlarla oldu, dersem yanlış olmaz, fakat bu edebi dünya kavrayışına şiir ve öykü türlerinde rastlamak da mümkün.

Yaşadığımız coğrafyada bu seçenekler çok az tabii ve bu alana yatkın olanların Benim Kanım’la çarpışmaması olanaksız. Bu rastlantının bir zorunluluk olduğuna inanıyorum. Sizleri de rızanızı almadan bu rastlantı sıçramasına davet ediyorum. Şişirilmiş üfürükten edebiyat oyunlarının karşısında duran yazarlara hayranlık duymayı kozmik bir borç sayıyorum. Hâkim Bey’in dediği gibi “Yaşam tarzı değil yaşam edinin!’ Başlayalım o halde, Gökhan Gençay anlatsın.

Taylan Onur: Merhaba Gökhan Gençay. Okurlar sizi Benim Kanım isimli kitabınızla tanıdı, lakin bunun dışında yıllardır altkültürlerle ilgili olduğunuzu, bu konuda pek çok metin kaleme aldığınızı da biliyoruz. Benim Kanım’ı çıkar çıkmaz okudum. Eseriniz bende teke tek bir kavgada dayak yemenin neden olduğu gurur kırılmasına yakın bir his yarattı. Türkçede yazılmış bundan daha sert bir eser olduğunu düşünmüyorum. Kitabınız sizin için ne anlam taşıyor? Topluma atılan bir yumruk diyebilir miyiz?

Pozitif yorumlar için teşekkür ederim. Bana sorarsan, Benim Kanım, tam manasıyla sert bir kitap değil. Aksine, çok daha sert ve yıkıcı vurgularla işlenebilecek konulara mümkün mertebe yalın ve “ılımlı” yaklaşmaya çalıştım. Yazar sıfatıyla altını çizmem gerekirse, kitaptaki karakterleri ve karşılaştıkları durumlara verdikleri tepkilerin çoğunu desteklemiyorum. Zayıflıkları, çaresizlikleriyle var oluyorlar Benim Kanım’daki karakterler. Bu arada söz konusu karakterlerin hepsinin erkek olması ve benzer sorunlardan mustarip olmaları öyküler arasında bir paslaşma hali de yaratıyor. Hepsi maddiyata takıntılı bir kültürden kaçmak istese de aldıkları tavırlar manasında çoğunun pozisyonunu onaylamıyorum, attıkları adımları yanlış buluyorum. Yegâne empati kurduğum karakter, yaşadığı varoluşsal bunaltıya eylem yoluyla müdahale etmesi hasebiyle “Hiç”in kahramanı, zaten kitapta en sevdiğim öykü de o açıkçası.

Ters Adam Gökhan Gençay

Dostoyevski olsanız iktidar odaklarının kıçını yalamadan sesinizi duyuramazsınız bu coğrafyada.

Şunu da belirteyim ki, Benim Kanım rahatta, evde veya ofiste kıçını devirip otururken ortaya çıkmadı. Sokaklarda işsiz güçsüz flanörlükle iştigal ederken, çaresizce saatlerimi geçirmek zorunda kaldığım kafelerde okumaktan usanıp bilgisayarı önüme açıp yazmaya başlayınca kafamda belirdi öykü ve karakterler. Alışıldık profesyonel hazırlık aşamaları da söz konusu değil, metnin ruhunu korumayı önemsediğim için üzerinde oynama yapmayı da reddettim; hepsi neyse odur, eksiğiyle gediğiyle yazarken ne hissediyorsam onu yansıtıyorlar. Beni sorarsan, hâlâ o sınırda yaşıyorum, daha doğrusu soluk alıp vermeye devam ediyorum, çünkü bu mahkûm kılındığımıza hayat denmez.

Kitap yayımlandığında, “Nedir bu?” diye soranlara kısaca şöyle tanıtmıştık, onu sizinle de paylaşayım:

Benim Kanım, kalbi kırıklara, kaçıklara, dünyaya karşı öfke biriktirenlere, var olana uymayanlara, her yeni güne “Acaba şimdi kahve mi içsem, yoksa intihar mı etsem?” seçeneklerini ciddi ciddi değerlendirerek başlayanlara, deli olarak kodlananlara, değerlerini hiçlikten çıkaranlara hitap eder. Yalnızlıktan hamamböceğiyle arkadaşlık edenlerin, iş denen kölelik çukurunda ruhunu yitirenlerin, “dost kazığı” yiyenlerin, kendini kaybederek kendini bulmaya başlayanların, oyuncak tabancayla bankaya dalanların öykülerini içerir.

Diğer yandan, evet, kitap benim açımdan hayatı yaşanmaz kılanlara, varoluşumuzu değersizleştirenlere, emir ve talimatnamelerle hayatı şekillendirmeye yeltenen otoritelere, birilerinin sistemin çarklarının güzelce dönmeye devam etmesi için koyduğu kariyer, toplumsal saygınlık ve kurumsal uyum gibi “adam olma” kriterlerinin şekillendirdiği hâkim kültüre kelimeler aracılığıyla atılmış bir yumruktur. Bu yumruk içine hapsedildiğimiz çirkin dünyanın sahiplerini nakavt etmeye yeter mi? Hiç sanmıyorum! Ama şundan eminim ki, tarihin en güzel sayfaları mağlup olarak kodlananların muazzam jest ve eylemlerini içerir. Tek başına kaldığı barikatı terk etmeyenler, idam sehpasını kendisi tekmeleyenler, kalabalıklar tarafından linç edilirken son gücüyle ayağa kalkanlar unutulmaz; en çok parası olanların, en güzel evlerde yaşayanların adları ise kimsenin aklında kalmaz.

Sık sık tekrarlıyorum, Benim Kanım, metin olarak politik manifesto işlevi üstlenmez, yol ve yöntem önermez, çare sunmaz. Benim Kanım’da yer alan öykülerde tekno-endüstriyel sistemin izolasyon boyutuna varan bir yalnızlığa, çaresizliğe ve yabancılaşmaya mahkûm ettiği alt orta sınıf erkeklerin yaşadıkları, hayal ve gerçeklikleri mevcut. Onların -dolayısıyla bizim-sürüklendiği/sürüklendiğimiz büyük çöküşün ruhsal dışavurumlarına odaklanmaya gayret ettim. Taklidin taklidinin altın çağını yaşadığı bu dünyada, yalandan ibaret bir söylem düzeninde varoluşa içkin anlam arayışının nafileliğine işaret ettim gücüm yettiğince. Tabii, özel olarak vurgulamalıyım ki, kitap sadizm, şiddet, intihar girişimi ve had safhada depresyon içeriyor, dolayısıyla siyaseten doğruculuğu ilke bellemiş cici çocukların bünyesine hiç uygun değil.

Benim açımdan yegâne önemli kriter, gerçek hislerle, gerçek düşüncelerle ve gerçek acılarla dolu olup olmaması. Bu konuda sınıfı geçtiyse gerisini umursamıyorum.


Cleon Peterson ‘Med City’ 2014

Bildiğini bilmezden, gördüğünü görmezden gelmek bana göre en büyük yavşaklıktır ve yaşadığımız topraklarda yayın dünyası büyük bir çoğunlukla yavşakların elindedir!

Yayımlandığından günümüze kitaba nasıl tepkiler geldi?

Benim Kanım’ın herhangi bir tanıtımının, reklamının, hatta çıktığını haber veren bir duyurusunun yapılmadığını biliyorsun zaten. Anaakım yayınevlerinin bazılarının metnin akışına müdahale etmek istemesi ve seçtiğim estetik formu kabul etmemeleri üzerine bu konuda herhangi bir zorluk çıkarmayacak butik bir yayınevi bastı kitabı. Kitaba destek veren uluslararası underground illüstratör kardeşlerimizin çizimleri bu sayede karşınıza gelebildi. Erman Akçay’ın hazırladığı muhteşem kapakla basılması da bu seçimin bir diğer kazancı. Kayıplara gelirsek, demin de dediğim gibi, yayınevi cephesinde kitabın herhangi bir duyurusunun bile yapılmaması, Benim Kanım’ı bir çeşit “korsan kitap” havasına büründürdü. Şu ana kadar beğenen, ilgi duyan insanların kulaktan kulağa birbirine aktarmasıyla kitabın adı duyuruluyor, bundan başka bir kanalımız yok açıkçası.

Buna rağmen punkların, skateboarderların, üniversiteli gençlerin beğeni dolu mesajlarını alıyorum; okunsun diye kitabı metro vagonunda bırakanları, alıntılar paylaşanları, elinde kitapla fotoğraf çektirip sosyal medyada paylaşanları görüyorum. Geçen gün Kadıköy’de kitap kapağının stencil olarak duvara işlendiğini de gördüm ve çok şaşırdım. Velhasıl, Benim Kanım, kitapla içerik ve biçim açısından bağ kuranlar tarafından içtenlikle sahipleniliyor. Diğer yandan, yıllarca çalıştığım dergi ve gazetelerde tanıştığım, hukukum olan yazarlar, editörler ve “tanınmış simalar” tarafından bilinçli biçimde görmezden geliniyor! Kendi camialarına mensup birileri Cin Ali seviyesinde bir metin kaleme alsa yere göğe sığdıramama yarışına giren bu zat-ı muhteremler Benim Kanım’ın adını bile anmıyor. Hani tek satır eleştiri bile yazsalar, hatta beğenmedik deseler, samimiyetlerine inanacağım da, bildiğini bilmezden, gördüğünü görmezden gelmek bana göre en büyük yavşaklıktır ve yaşadığımız topraklarda yayın dünyası büyük bir çoğunlukla yavşakların elindedir! Dostoyevski olsanız iktidar odaklarının kıçını yalamadan sesinizi duyuramazsınız bu coğrafyada. Yani, bizim yaptığımız aslında akıntıya karşı kürek çekmeye denk düşüyor.

“Güzel ve yalnız ülkemizde” herkes işini biliyor aslında. İşi bilmek, iş bitirici olmak sadece kapitalistlere ve patronlara mahsus bir ayrıcalık değil artık. Yazdığı kitaplarla üne kavuşan ihtiyar ve çirkin erkek yazarlar, kazandıkları bu şöhreti yazdıklarına hayran genç kadınlardan cinsel açıdan faydalanmak için kullanmayı biliyor. Şöhrete kavuşmak isteyen kadın yazarlar, kitaplarını bastırmak için popüler ve yaşlı erkek yazarların evlerine gitmeleri gerektiğini, orada kurulan bağlantıların yayınevlerine dosya gönderilerek kesinlikle kurulmayacağını biliyor. Yayınevlerinde editör olarak işe girmek isteyenler derebeyi misali koltuklara kurulmuş yayın sorumlularına yaltaklanmadan o kapılardan içeri adım dahi atamayacaklarını biliyor. Hasbelkader entelektüel alanda söz sahibi olmayı başarmış bütün erkekler, genelde çirkin ve vasıfsız olmaları nedeniyle, yanlarında çalışan olarak sadece kadınları görmek istiyor; kadın editörlerden, kadın asistanlardan bir ordu kuruyorlar. Çünkü koltuklarının onlara verdiği gücü kullanmadan herhangi bir kadınla ilişki kurma şansları olmayan zavallılardan mürekkep hepsi! Lakin onlarla çalışan kadınlar da ulaştıkları mevkilere mesleki becerilerinden ziyade kadın oldukları için ulaştıkları gerçeğini itiraf etmiyorlar. Yayın dünyasında erkeklerin çoğuna kapanan kapıların niye kendilerine sonuna kadar açıldığını sorgulamıyorlar. Velhasıl, alanın da, verenin de razı olduğu bir oyun oynanıyor yıllardır. Olan bizim gibi “işini bilmeyenlere” oluyor sadece!

Hem kendi deneyimlerim hem de bilfiil içinde yer aldığım dönemde yaptığım gözlemler neticesinde şunu net biçimde anladım ki, Türkiye yayın dünyası istisnasız olarak yaratıcılık ve zekâdan yoksun, esnaf zihniyetinin, ahbap çavuş dengelerinin hâkim olduğu bir çukurdur. Bu dünyadaki en temel kural, “Sen benim kıçımı yala, ben de seninkini yalayayım,”dır. Onun için bu topraklarda hakiki, özü ve sözüyle bir yazarlara rastlanmıyor artık.


Brutus – War (live in Ghent)

Lakin mülksüzler mülk sahiplerinden nefret etmediği sürece dünyada tek bir taşın yerinden oynamayacağı da bir diğer gerçek! Sonuçta kimse kendini kandırmasın, dünyayı güzellik kurtarmayacak!

Kolayca sevmek varken neden nefret kuşanıyorsunuz dünyaya karşı? Topluma uyum sağlamakta kötü olan ne var?

Topluma uyum sağlamak, başlı başına özgürlük ve özerklik hedefinden vazgeçmektir. Toplum adını verdiğimiz ilişkiler sisteminin temeli iktidar arzusuna dayanır, bireylere sosyal roller ve kurallar dayatılmadan da toplum var olamaz. Nitekim özgürlük ruhunun serpilip gelişmesinin önündeki en büyük engel bu kurallardır. Dolayısıyla toplumla, toplumun sürekliliğini garanti altına alan değer ve geleneklerle mücadele etmeden bir adım yol alamayız.

Valla, açıkça söylemem gerekirse, dünyada sevecek çok az şey kaldı. Zaten sevdiği şeyleri araştırmaya girişen herkesin nefret ettiği şeylerle karşılaşacağına ve birinin diğerine ulaşmayı engelleyeceğine inanıyorum. Yaşadığımız dünya herkesin herkesten nefret etmesi üzerine kurulu. Kadınlar erkeklerden, erkekler kadınlardan; çocuklar ebeveynlerinden, ebeveynler çocuklarından; yoksullar zenginlerden, zenginler yoksullardan; güzeller çirkinlerden, çirkinler güzellerden; akıllılar aptallardan, aptallar akıllılardan ölesiye nefret ediyor ve işin kötüsü herkes haklı.

Ayrıca şu hayatta bir insan sevdiklerinden, dostundan, yoldaşından, sevgilisinden (hepsinin önüne eski sıfatını koymayı unutmayalım) benim kadar kazık yediğinde motorunun çalışmaya devam etmesi için kullanabileceği tek yakıt olarak nefret kalıyor geriye. Benim Kanım’ın kapağında Love and Hate (Sevgi ve Nefret) dövmesinin mevcut olduğu yumrukları kullandık ama gerçekte-metafor değil hakikaten- benim her iki elimin parmaklarında da Hate (Nefret) dövmesi var.

Geçenlerde yazmıştım: Beyaz solculara göre nefretten sadece faşizm türeyebilir. Öyle bir ihtimal mevcut, tabii ki. Lakin mülksüzler mülk sahiplerinden nefret etmediği sürece dünyada tek bir taşın yerinden oynamayacağı da bir diğer gerçek! Sonuçta kimse kendini kandırmasın, dünyayı güzellik kurtarmayacak!


Jeremy Profit ‘Darty Cheval Eventré’ 2005

Kendi acısının mimarı olabilen, gerekçe dillendirme zorunluluğundan kurtulmuş, kaleminde mürekkep olarak kanını kullananlara yazar, diyorum ben. Gerisi bokuyla oynamaktan öteye gitmeyen pazarlamacılardan ibaret.

Altkültürün tüketim aracı olması hakkında neler diyebilirsiniz? Yani bir altkültürün tanınır olması iyi mi, kötü mü?

Guy Debord’un ustalıkla tarif ettiği Gösteri Toplumu, bir dönem egemen kültürün karşısına dikilmiş, ona meydan okumuş alternatif kültürel akımların zamanla sisteme içkin kılınması, hatta tüketim nesnesi haline getirilmesi üzerine kurulu. Bu nedenle yıkıcı ruhu sürekli teyakkuz halinde tutmayan her altkültür, bir aşamadan sonra gevşemeye, sistemin normlarına dahil edilmeye mahkûm. Punk’ı düşünelim mesela. 80’lerin başlarında sokağın, uyumsuzluğun, var olanı reddedişin şiirsel estetiğini yansıtan punk, büyüyüp geliştikçe Sex, Drugs and Rock’n Roll dejenerasyonunun bir parçası haline geldi ve hedonizme, uyuşturucu kültürüne teslim oldu. Onun içinin boşaltılmasına isyan edenler hardcore altkültürüyle direniş fitilini ateşledi. Yani, demem o ki, herhangi bir altkültürün sonsuza kadar sistem karşıtı bir misyon üstlenmesi imkânsız. Hepsinin bir son kullanma tarihi var ve ayakta kalanların nostaljik duygularla oyalanmayı bir tarafa bırakıp yeni olanın, eskinin zaaflarını ve çürümüşlüğünü aşanların yanında saf tutması gerekiyor. Bitmeyen bir bayrak yarışı olarak tarif edebiliriz bu durumu.

Bir öykünüzün sinemaya uyarlanması istense hangisini seçerdiniz? Bence hepsi oldukça sinematografik ve kültürel sabotaj içeriyor.

Teşekkür ederim. Şu ana kadar okurlar tarafından en çok ilgi gören, “Keşke devam etseydin, roman formunda ilerleseydin,” denilenler “Şövalye” ve “Barok Seven Hamamböceği”. Fakat en başta da belirttiğim gibi, benim için “Hiç”in yeri ayrı, onun peliküle aktarılmasından memnun olurdum.


‘Gerçeklik Bir Hayaldir’ détournement by Gökhan Gençay x Erman Akçay / İst.Fest 2014, İstanbul

Okunmasını önerdiğiniz yazarlar var mı? Benim Kanım’ı okumamış birinin dayak yemeden önce antrenman yapması gerekir, diye düşünüyorum.

Kendi acısının mimarı olabilen, gerekçe dillendirme zorunluluğundan kurtulmuş, kaleminde mürekkep olarak kanını kullananlara yazar, diyorum ben. Gerisi bokuyla oynamaktan öteye gitmeyen pazarlamacılardan ibaret.

Chuck Palahniuk’u, Irvine Welsh’i, Bret Easton Ellis’i, Tibor Fischer’ı saymama gerek yok sanırım, eserleri üzerine defalarca yazdım çünkü. Boris Vian’a, Amy Hempel’a, Albert Camus’ye, Henry Miller’a, J.D. Salinger’a, Paul Nizan’a, Jack Kerouac’a, J.G. Ballard’a hayranım. Philippe Djian’ı, Erlend Loe’yü, Linda Boström Knausgaard’ı, Elfriede Jelinek’i ve Tim Winton’ı da seviyorum. Metni belagat ve tasvire boğup olay örgüsünü umursamayanları, “büyük büyük” yazmaya çalışıp okurun ağzına sıçanları, eylemsiz karakterler yaratanları sevmiyorum. Anlatabilmişimdir umarım.

Müzik, sinema, edebiyat alanlarında yıllardır itinayla en aykırıları, uyumsuzları ve yıkanmak istemeyen çocukları bulup tanıtmaya çalıştığınızı görüyorum. Bu hususta edindiğiniz bilgi ve deneyimleriniz nelere mal oldu?

Esasında özel bir çaba gerekmiyor bunun için. Herkes kendine yakın olanı, kendini ait hissettiklerini öne çıkarır, sevdiklerinin sevilmesini ister. Üzerine söz söylediğim isimlerle aynı kaderi sahipleniyor, aynı rotada yürüyorum, onun için onlar bana dışarıdan birileri gibi gelmiyor, ait olduğumuz kabilenin asli özneleri hepsi. Sınıfsal ve kültürel yönlerden de ortaklığımız söz konusu. Benzer acıları çekiyor, aynı sorunlarla boğuşuyoruz.

Bu rotadan ilerlemenin bir faydasını gördüm mü? Tabii ki, hayır! Sefalet, sıkıntı, yokluk… Gelen her günün bir öncekinden daha kötü gelişmelere gebe olmasına alıştırıyorlar insanı. Onuruna, değerlerine sahip çıkmak ve bir çeşit Bushido (Samurayın Yolu) ahlakıyla var olmaya çalışmak kolay değil. Üstelik çevreniz kendini satmayı marifet bilen, -miş gibi yapıp rol keserek parsa toplamaya çalışan aşağılık insanlarla doluyken daha da zor. Velhasıl, bizim gibilere sadece istediğimiz gibi ölme serbestliğini tanıyorlar. Nihayetinde biz hayata küsmüyoruz ama hayatla aramızdaki ilişki bir noktadan sonra tek taraflı aşka dönüşüyor, onun da mutlu bir finale evrilmeyeceği açık.

Matrix esprisinden yürürsek, kırmızı hap yerine maviyi tercih edenlerin kazandığı, mutlu olduğu bir dünyadayız. Öyle ki, hakikati, onuru tercih etmek en büyük günah sayılıyor ve kimse günahkârları çevresinde görmek istemiyor! Şöyle bir etrafıma bakıyorum da, soyumuzun giderek tükendiği net biçimde görülüyor.


Uyumsuzlar Fraksiyonu Flyer ‘Exploited’ (2014)

Teke tek dövüşme şansınız olsaydı rakip olarak ilk beşte kimleri seçerdiniz? Nedenleriyle birlikte öğrenebilir miyiz?

Bu dövüşlerin dayak atma motivasyonuyla örgütlenmediğini belirteyim önce. Fight Club misali birbirimizi özgürleştireceğimiz, attığımız ve yediğimiz yumruklardan gocunmayacağımız, finalde birbirimize sarılacağımız onurlu rakipler seçeceğim onun için.

Boks ve muay-thai gibi dövüş sporlarıyla aktif olarak ilgilenen bir insan olarak, ilk dövüşümün uyumsuzların önderi, alter-egom Arthur Cravan’la olmasını isterdim. Biliyorsun, kendisi zamanın dünya ağır sıklet boks şampiyonuyla maça çıkabilecek cesarete sahipti ve ringte ona altı round dayanabilen, “boksu edebiyata yeğlediğini” açıkça ifade eden bir avangarttı. İki metreye yakın boyu (ben de 1.90’ım) ve çevikliğiyle zorlu bir rakip olurdu, diye düşünüyorum.

İkinci rakibim de tabii ki Ernst Hemingway. Yumruklarını kullanmaktan imtina etmeyen, özü sözü bir, karakter sahibi bir yazardı kendisi. Alkol bağımlılığı ve fazla kiloları ringte onu zorlar ve maça hızlı başlayarak beni hemen indirmeye çalışır, sonra da yorulup savunmaya geçerdi muhtemelen. İlk iki round onun ofansif tarzına direnebilirsem galip geleceğime inanıyorum.

Üçüncü maçım yaşayan yazarlar arasında en çok sevdiğim, hayranlığımı defalarca dillendirdiğim Chuck Palahniuk’la olsun. Chuck, düzenli olarak fitness yaptığı için formunu koruyor lakin yumruklarını kullanmakta ciddi sorunları olduğunu düşünüyorum. Nitekim Fight Club romanına esin veren de sokakta sarhoş bir grup genç tarafından ağır biçimde dövülmesiydi. Her ne kadar ona kıyamayacağımı düşünsem de, en kolay galibiyete bu maçta ulaşırım gibi geliyor.

Dördüncü rakibim Japon yazar Yukio Mishima. Dürüst olmam gerekirse, beni en çok endişelendiren kapışma da bu olurdu. Yıllarca ağır idmanlar yaparak bedenini güçlendiren, karate ve judoda usta seviyesindeki Mishima’yı yenme şansım olacağını sanmıyorum ama elimden geldiğince ayakta kalmaya çalışırdım karşısına çıkma olanağım olsaydı.

Beşinci ve son maç için de Bertrand Cantat’ı seçiyorum. Dağılan Noir Desir’in solisti, müzik tarihinin en duygulu ve öfkeli seslerinden, şiir olarak nitelenebilecek şarkılar besteleyen Bertrand’ın fiziği yeterince sağlam olsa da, çektiği acıların ruhunda ağır hasarlar bıraktığı malûm. Dolayısıyla onunla ringe çıktığımızda birbirimize yumruk atmaktansa sımsıkı sarılıp birlikte gözyaşı dökeceğimizi tahmin etmek için kâhin olmaya lüzum yok.

“Üzgün Olmaktansa Öfkeli Olmayı Yeğlerim”

Ulrike Meinhof

karaisyan


Modern Teknolojinin İnsan Bedenini Yeniden Şekillendirmesi: Cronenberg ve Beden

Videodrome (1983)

“Beni ‘et’ (flesh) hakkında bilgilendirdiğini düşünüyor olabilirsin ama sen aslında herkesin anladığı ‘et’i biliyorsun. Ben burada ‘et’in maskesinin ötesine geçmekten bahsediyorum… Plazma havuzuna dalmaktan…

Cronenberg ve Beden

Orhan Anafarta, 1998

Cronenberg anlatısını motive eden temel düşünce, fizyolojik tanımı ve bütünlüğü şüphesizce kabul edilen insan bedeninin aslında baskın kültür ve ideolojinin sonsuz nesnel olasılıklar ‘zemini’ üzerine çizdiği bir ‘figür’ olmasıdır. Diğer bir deyişle, ’özne’nin malzemesi olarak algılayıp kabul ettiğimiz, sınırları, işlevleri, ve cinsel kimliği net bir şekilde tanımlanmış beden sadece görsel bir imgedir, ve bu imge, her ne kadar biyoloji tersini iddia etse de, ancak öznenin toplumsal bir dilin parçası olması ile şekillenebilir. Böyle bir süreçten henüz geçmemiş bir bilincin algılayabileceği olası beden figürleri dokunma duyumlarının değişken ve dağınık gruplaşmala­rından dolayı hem görsel bir bütünlükten uzak hem de her özne için farklı olacaktır. Lacan, görsel beden imgesinin oluşumunu ‘ayna evresi’ olarak adlandırdığı bir sürecin etkisi olarak açıklıyor. Bu süreç içinde, çocuk aynadaki tutarlı ve sınırları belli yansıması ile özdeşleşip bu imgeyi ‘ben’ olarak kabullenir, ve o andan itibaren çevresi ile girdiği her tür ilişkiyi ‘kendisi’ ile ‘öteki’ nesneler arasına kesin bir sınır koyan bu imge aracılığıyla algılar. Aslında, böyle bir algı biçimi için mutlaka aynaya bakmak gerekmiyor, zira, içine doğduğumuz sosyal ortam bedenlerin ve nesnelerin birbirleriyle girebilecekleri işlevsel ilişkileri zaten böyle bir görsel bütünlük ve ayrımı temel alarak tanımlamış durumda. Parsellenip kategorize edilmiş bedensel organların her biri onları kumanda eden aklın araçları olarak kendilerinden beklenen anlamlı hareket ve fonksiyonları yerine getirirler.

Videodrome (1983)

Kontrolden çıkan teknolojinin motive ettiği ve ölümle son bulan, psikolojik ve bedensel parçalanma…

Cronenberg’in bilinçli olarak bozmaya veya tersine döndürmeye çalıştığı bu ‘işlevsel beden’ algısı günümüzün en iddialı bilim-kurgu filmlerinde dahi gelişen teknolojiden hiç etkilenmeyen bir unsur olarak korunmakta. Buna örnek olarak Terminator 2 (Cameron, 1991) ve Robocop (Verhoeven, 1990) gibi filmlerde sıkça kullanılan bir çekim türünü gösterebiliriz: ‘android’in gözünden görünen dünya. Android etrafını üzerinde veriler ve komutlar yazan bir bilgisayar ekranı aracılığıyla algılar; bu ekran üzerinde hem görüş alanına giren bir olayın olası yorumları hem de androidin bu durum karşısında bedenini nasıl kullanması gerektiğini belirten açıklamalar yazılı şekilde belirir. Bu durumda, yarı insan yarı makina olan öznenin bedeni kafasının içinde bulunan ayrı bir bilinç tarafından yönetilmektedir; yani, akıl bedenden tamamen ayrı ve ‘rasyonel’ bir varlıktır ve kapasitelerini çok iyi bildiği bedensel organların hareketlerini kontrol eder.

Bu tür bir akıl-beden ilişkisine muhalefet eden Cronenberg için teknolojinin insan bedeni üzerindeki olası etkileri rasyonel bilinç ve beden figürünün hala korunarak bu iki unsurun sadece bir bilgisayar ekranı ile bağdaştırılmasından çok daha karmaşık ve problemli olmalıdır. Daha doğrusu, teknoloji, çağdaş bilim­kurgunun tercih ettiği gibi, masum bir uzantı değil fakat beden denen imgeyi bozup ona farklı figür stratejileri uygulayabilecek bir ‘ajan’ konu­mundadır. Cronenberg’in bu bahane ile her filminde insan bedenine alışılagelmemiş ‘işlevler’ yüklediğini görebiliriz. Genel olarak bütün hikayelerde kahraman teknolojik bir operasyona maruz kalır ve bedeni tanıdık beden imgesine aykırı bir forma girerek kendine ve etrafına problem yaratmaya başlar. Aslında Cronenberg’in, birbirini izleyen her filminde, teknolojiyi bir ‘araç’ olmaktan bir varoluş durumu olmaya doğru dönüştürdüğü görülebilir; anlatı yöntemlerinin de farklılaştığı bu gelişim süreci içinde yönetmenin insan bedeni ile ilgili anarşik tavrı farklı açılardan ortaya konsa da kendini hep korumuştur. Rodley’in ‘Cronenberg projesi’ diye adlandırdığı bu 20 yıllık çabanın değişen bağlamlarda görüntülediği düşünce ise: insan bedeni, diğer bedenler ve nesnelerle kurduğu ilişkiler açısından, sayısız farklı olasılıkları barındırır, akıl bunları kabul etmeye yanaşmasa dahi…

Videodrome’da Bianca O’Blivion’un ‘yeni et’ [the new flesh] diye adlandırdığı şey tam da böyle bir akıl dışı beden figürü. Yeni et ne aklın komutlarını dinler ne de yaptıkları bir mantık çerçevesine oturtulabilir, o akılcı bir tanımla tam bir canavardır. 1979 yapımı The Brood’dan ’psikoplazmik’ tedavi gördüğü için kanser olan hastanın sözlerini hatırlarsak: ‘Doktor Raglan bedenimi bana karşı başkaldırmaya kışkırttı…’ Böylece, korku sinemasının kullanageldiği canavar ‘Öteki,’ Cronenberg filmlerinde teknoloji ajanlığı ile ‘kendi varlığının farkına varmış olan’ bedenin ta kendisi haline gelip onu kontrol eden özneye karşı bir tür savaş açıyor (Bukatman, 267). Bu tür bir bedensel başkaldırının en çarpıcı tezahürünü de bu filmlerde önemli yer tutan tuhaf cinsel birleşme sahnelerinde görürüz. ‘Yeni et’ özne- nesne, erkek-dişi, veya penis-vajina gibi kategorileri tanımadığı için cinsel tatmini toplumsal normlara göre iğrenç sayılabilecek karşılaşmalarda arar. Max Renn (Videodrome) sevgilisi Nicki’nin sağına soluna iğneler batırır, üzerinde sigara söndürür; Gallimard ve Song (M Butterfly) bir sandalye üzerinde yarı giyinik olarak nasıl becerdikleri belirsiz bir şekilde sevişirler; ve, tamamı bu tür bir sapkın cinsellik üzerine kurulu Crash’in (1996) bir sahnesinde James Ballard (James Spader) Gabriel’i (Rosanna Arquette) bacağındaki vajina benzeri bir yaraya girerek tatmin eder. Bu tür bir seks Elizabeth Grosz’un ‘orgazmik beden’ olarak adlandırdığı, bedenin kendine ait bir bilinç oluşturup bir bütün olarak cinsel tatmin araması, durumunu çağrıştırıyor. Grosz’a göre orgazmik beden parsellenmemiş bir et yığınıdır (plazma havuzu?) ve çoğu zaman da şehvet ile tiksintiyi birbirine çok yaklaştırır; zira akılcı kategoriler ile değerlendirildiğinde bu bedenin cinsel tatmin yöntemleri iğrenç ve hatta dehşet verici olabilir (202). Bilindik bedensel figürün parçalandığı bu anda derin ve şekilsiz yaralar, bir otomobilin içeri çökmüş kaportası, televizyon ekranı, veya bir daktilonun klavyesi son derece kışkırtıcı cinsel organlar haline gelebilirler.

Grosz’un şehvet ve tiksinti arasında kurduğu bağlantıyı düşünürsek Cronenberg filmlerinin genelde ’korku/dehşet’ türü altında gruplanması anlamlı görünüyor. Ben yine de Cronenberg’in Argento, Hooper, veya Craven gibi bir korku filmi yönetmeni olduğunu düşünmüyorum. Özellikle son filmlerine bakarsak Cronenberg’in sadece korku değil fakat bilinen diğer Hollywood türlerine de kolayca dahil edilemeyeceğini görebiliriz. Bu değişimi kendini yenileyip dönüştüren bir felsefenin doğal bir sonucu olarak ele almadan önce şimdilik bu filmlerin geneli hakkında şunu söylemekle yetineyim: Cronenberg filmleri esas anlatı yapıları itibarıyla izleyeni korkutmak üzerine kurulu değildirler, fakat sergiledikleri irrasyonel beden figürleri onları ister istemez korkunç kılar.

Scanners (1981)

“Onda senin sahip olmadığın bir şey var Max… Onun bir felsefesi var… Ve onu tehlikeli kılan da bu.”

Bu aslında Cronenberg’in de çözmeye çalıştığı bir anlatı sorunu, ve filmlerindeki farklı içerik ve yöntem arayışının temelini oluşturuyor. Bu bağlamda en çok tartışılan şey yönetmenin önerdiği ‘sapkın’ beden felsefesine karşı bir türlü üstesinden gelemediği karamsarlığıdır. Bir kaç istisna dışında bütün Cronenberg kahramanları hikayenin sonunda içinde bulundukları duruma dayanamayarak intihar ederler. Anlatının birçok yerinde beden sınırlarının ortadan kalkması son derece haz veren birşey olarak gösterilse de bu yeni beden figürü dönüp dolaşıp mevcut sosyal ortamda yeri olmayan ve yokedilmesi gereken bir canavar konumuna gelir. Belki de bunun sebebi realist film dilinin Cronenberg’in önermeye çalıştığı akıl- beden ve ben-Öteki zıtlıklarının varolmadığı irrasyonel bir bedensel varoluşu ifade edememesi. Yönetmenin bu problemi çözmek için bazen anlatılarının zaman-mekan tutarlılığını kasten bozduğunu görebiliriz. Özellikle Videodrome’un son 40 dakikası neyin gerçek neyin hallüsinasyon olduğu belli olmayan ve bu belirsizliğin de gittikçe arttığı bir olaylar zinciri sunar. Bu katman bu anlatı tekniğini Burroughs’un aklına gelenleri herhangi bir zaman-mekan bütünlüğü gözetmeden yazışına benzetip ‘cut-up’ metodu olarak tanımlıyor (79). Cut-up, tıpkı etin akla karşı çıkışı gibi, kelimeler ve cümlelerin alışılagelen gerçekçiliğe ve bunu sağlayan çizgiselliğe bir tür başkaldırısıdır. Bir beden olarak ‘yazı,’ tutarlı bir uzam içinde gelişen olayları çizgisel bir açılımla ‘temsil etmek’ yerine bir dizi anlam bütünlüğünü birbirine yapıştırarak bir ‘kolaj’ oluşturur. Cronenberg’in en son filmi Crash’in tamamını bu tür bir kolaj üzerine kurduğunu görebiliriz. Yönetmen bu filmde, gerçekçi sinema dilinin ona ister istemez dayattığı karamsarlık meselesini ortadan kaldırıp anlatısının ‘tamamının’ yeni bir bedensel varoluşu gösterebilmesi adına birbirleri ile zaman-mekansal bir tutarlılık göstermeyen ve herhangi biri bir diğerinden daha önemli olmayan bir dizi sahneyi ardarda zincirler. Böylece, ‘normal’ dünyanın varol­madığı, ve insanların birtakım sapıkça cinsel ilişkilere girmekten başka işleri yokmuş gibi görünen bir ‘Cronenberg akvaryumu’ oluşur.

‘Akvaryum’ Cronenberg film­lerindeki ortamlara atfedilen bir benzetme olmaktan öte, yönetmenin çoğu zaman açıkça gönderme yaptığı bir kavram. Suyun, içinde sayısız ilkel yaşam türleri barınabilen bir tür ‘plazma havuzu’ olması Cronenberg’in bayağı ilgisini çekmişe benziyor; parsellenmiş sosyal ortamın bir tür zıttı olan bu çok boyutlu ve akışkan habitat, önermeye çalıştığı irrasyonel varoluş şekline dair güçlü bir metafor. 1970 yapımı Crimes of the Future’da filmin kahramanı Adrian Tripod ‘Okyanus Pediatri Kliniğine bir terapist olarak katılır ve suyun dibindeki ağırlıksız ortamda huzur içinde yüzmek yerine ağırlıklarını ayakları üzerinde taşımaya mahkum olan hastalarının bu duruma alışabilmesi için psikolojik tedaviler uygular. Shivers’taki (1975) afrodizyak virüs kurbanının bedenine girmek için ıslak ortamları tercih eder; suyla dolu bir küvetin içi veya sevişen iki insanın birbirlerine transfer ettikleri sıvılar bu penis ile tırtıl karışımı tuhaf virüsün hareket alanını oluştururlar. Dead Ringers’ın (1988) açılış sahnesinde ilkokul çağındaki Mantle ikizlerinin suyun altında canlıların bilindik anlamda seks yapmadan çoğalabilmeleri ile ilgili bir konuşmalarına tanık oluruz.

‘Cronenberg projesi’ olarak gönderme yaptığım 13 filmlik üretim süreci yönetmenin, yukarıda bahsettiğim çok boyutlu ve akım çizgiselliğine direnen bedensel varoluşu film anlatımı ile belirli bir ‘bütünlük’ içine oturtma çabasıdır. Anlatı yöntemleri ve içeriğin temkinli adımlarla dönüştüğü bu süreç içinde Cronenberg’in hayal ettiği ortamı yaratmaya gitgide yaklaştığını söyleyebilirim. Özellikle Crash, yönetmenin, projesine yönelik bilincini koruduğunun çok iyi bir kanıtı. Bu projeyi oluşturan her bir filmin 20 yıllık anlatısal dönüşüme yaptığı katkılar ve sağladığı açılımlar konusunu da gelecek sayıdaki yazıma bırakıyorum…

Kaynak: Geceyarısı Sineması no:2, 1998


Prof. Dr. Türker Kılıç’ın 4. Mindfulness Sempozyumu’nda gerçekleştirdiği “Beyin araştırmalarının hızlandırdığı “Bağlantısal Bütünlük” bilimi ve yaratmakta olduğu yeni kültür” konulu konuşması.

XTRA: