
Beni büyüleyen ana konular “Gerçeklik nedir?” ve “hakiki insanı oluşturan şeyler nelerdir?” sorularıdır. Romanlar ve hikayeler yayınladığım yirmi yedi yıl boyunca, birbiriyle ilişkili bu iki konuyu tekrar tekrar araştırdım. Biz neyiz? Bizi çevreleyen ve “ben-dışı” ya da “ampirik veya görünen dünya” diye adlandırdığımız şey nedir?
Canınızı BK yazarlarının söylevlerinde bahsettikleri sıradan şeylerle sıkmaya başlamadan önce, izin verin de size Disneyland’tan resmi selamlarımı ileteyim. Kendimi Disneyland’ın sözcüsü sayıyorum; çünkü oradan sadece birkaç mil uzakta yaşıyorum -bu da yetmezmiş gibi, bir keresinde orada Paris TV’yle röportaj yapma şerifine nail oldum.
Philip K. Dick 1978 / çev: Uğur Güney & Öznur Karakaş
Kaynak: Davetsiz Misafir, Sonbahar 2004
Söyleşiden birkaç hafta sonra cidden hastalandım ve yataklara düştüm. Buna, dönen çay fincanlarının neden olduğunu düşünüyorum. Programın yapımcısı Elizabeth Antebi benden, Norman Spinrad’la (şahane bilimkurgu yazan eski bir arkadaşım) birlikte faşizmin yükselişini tartışırken dev çay fincanlarından birinin içinde fırıl fırıl dönmemi istemişti, Watergate’i de konuştuk, ama bunu Kaptan Kanca’nın korsan gemisinin güvertesinde yaptık. Kameralar etrafımızda dönüp duruyor, Elizabeth beklenmedik sorular soruyordu. Bu arada da Mickey Mouse şapkası (kulakları olan sıvalı şapkalar) takan küçük çocuklar etrafta koşuşturup duruyor arada da bize çarpıyorlardı. Norman ve ben, o gün kafamız çarpışan küçük çocuklarla meşgulken fevkalade aptal şeyler söyledik. Yine de bugün, size anlattıklarımın sorumluluğunu üstlenmeliyim. Ne de olsa hiçbiriniz Mickey Mouse şapkası takmıyor, benim de korsan gemisinin donanımının bir parçası olduğumu sanıp üstüme tırmanmaya çalışmıyorsunuz.
Bunu söylediğim için üzgünüm ama BK yazarları gerçekten hiçbir şey bilmezler. Ona dair bilgimiz kısıtlı ve doğrulanmamış olduğundan bilim hakkında konuşamayız. Üstelik genelde kurgumuz da berbattır. Bir kaç yıl önce, içimizden birini konuşma yapmaya davet etmek herhangi bir kolej ya da üniversitenin aklının ucundan bile geçmezdi. Lütuf olsun diye, kimseyi etkilemeyen renkli ucuz dergilere hapsedilmiştik. O günlerde arkadaşlarım bana “Hiç ciddi şeyler yazıyor musun?” diye sorarlardı. Aslında “bilim kurgudan başka şeyler yazar mısın?” demek istiyorlardı. Kabul edilmek için yanıp tutuşuyorduk. Birilerinin bizi fark etmesini bekliyorduk.
Sonra birden akademik dünya bizi fark etti. Konuşmalar yapmak, panellerde bulunmak üzere davet edildik – ve anında kendimizi aptal yerine koymayı başardık. Bizden öğrenmek istedikleri kabaca şuydu: Bir bilimkurgu yazarı ne bilir? Hangi konuda bir otoritedir?
Ama bu entelektüel bir oyun değil, hakiki bir sorun… Çünkü bugün medya, hükümetler, büyük şirketler, dini ve politik gruplar tarafından düzmece gerçekliklerin üretildiği bir toplumda yaşıyoruz. Üstelik bu sahte dünyaları, okuyucu, izleyici ve dinleyicilerin direkt olarak kafasına ileten elektronik aksam da artık mevcut.
Bu bana buraya uçmadan hemen önce rastladığım bir Kaliforniya gazetesinin manşetini hatırlatıyor: “BİLİM ADAMLARI FARELERİN İNSAN GİBİ GÖRÜNEMEYECEKLERİNİ SÖYLÜYORLAR”. Hükümet tarafından finanse edilen bir araştırma programıydı galiba. Düşünün hele: Bu dünyada, farelerin iki renk ayakkabılar, melon şapkalar, ince çizgili şortlar ve Dacron pantolonlar giyip giyemeyecekleri ve insan olarak kabul edilip edilemeyecekleri konusunda bir otorite var.
Pekala, size neyin ilgimi çektiğini, neyi önemsediğimi anlatayım. Hiçbir konuda otorite olduğumu iddia edemem ama bazı konuların beni mutlak surette etkilediğini, her daim bu konular hakkında yazdığımı söyleyebilirim.
Beni büyüleyen ana konular “Gerçeklik nedir?” ve “hakiki insanı oluşturan şeyler nelerdir?” sorularıdır. Romanlar ve hikayeler yayınladığım yirmi yedi yıl boyunca, birbiriyle ilişkili bu iki konuyu tekrar tekrar araştırdım. Biz neyiz? Bizi çevreleyen ve “ben-dışı” ya da “ampirik veya fenomenal dünya” diye adlandırdığımız şey nedir?
1951’de ilk hikayemi sattığımda, bilimkurgu alanında böyle temel mevzuların peşine düşülebileceğini hiç düşünmemiştim. Aslında bu konularla uğraşmaya, pek de farkında olmadan başladım. İlk hikayem, her cuma gelen çöpçünün, ailenin güvenli metal kutularda özenle depoladığı değerli yiyecekleri çaldığına inanan bir köpek hakkındaydı. Ailenin üyeleri her gün kese kağıtlarıyla bu iyi pişmiş yemekleri taşır, metal konteynıra doldurup kapağı sıkıca kapatırlardı. Konteynır dolduğunda, bu korkunç görünüşlü yaratıklar gelip kutudaki her şeyi çalardı. Hikayenin sonunda köpek, çöpçünün evdekilerin yemeklerini çalmakla kalmayıp bir gün onları da yiyeceğine inanmaya başlar. Tabii ki, köpek bu konuda yanılıyordur. Hepimiz çöpçülerin insanları yemediğini biliriz. Ama köpeğin çıkarsaması -verilen koşullar altında ve onun mizacına göre bir bakıma mantık çerçevesindedir. Hikaye gerçek bir köpek hakkındaydı. Ben de onu seyretmeye, kafasının içine girmeye, dünyayı nasıl gördüğünü tasavvur etmeye çalıştım. Kuşkusuz sonunda köpeğin dünyayı benim ya da herhangi bir insanın gördüğünden tamamen farklı gördüğüne karar verdim. Daha sonra da düşünmeye başladım: belki de her insan eşsiz bir dünyada, tüm diğer insanlar tarafından yaşanan ve deneyimlenen dünyadan farklı, kişiye özel bir dünyada yaşıyordu. Bu da beni, “gerçeklik kişiden kişiye değişiyorsa, tek bir gerçeklikten bahsetmemiz ne kadar doğru olur?” sorusuna yöneltti. Aslında çoğul gerçeklikler hakkında konuşmamız gerekmiyor muydu? Ve eğer çok sayıda gerçeklik varsa, bazıları diğerlerinden daha mı gerçekti? Peki ya bir şizofrenin dünyası? Belki onunkisi de bizim dünyamız kadar gerçektir. Belki bizim gerçeklikle temas halinde olduğumuzu ve onun olmadığını söyleyemeyiz de bunun yerine şöyle diyebiliriz: onun gerçekliği bizimkinden o derece farklı ki, bunu bize açıklayamıyor, biz de bizimkini ona açıklayamıyoruz. O zaman sorun şudur: öznel dünyalar bu derece farklı deneyimleniyorsa, iletişim kopuklukları yaşanır… işte gerçek hastalık da budur.
Bir seferinde yaralanıp hastaneye kaldırılan bir adam hakkında bir hikaye yazmıştım. Ameliyat etmeye başladıklarında adamın bir insan değil de android olduğunu keşfediyorlardı, oysa adam bunu bilmiyordu bile, Ona bu haberi alıştıra alıştıra vermeleri gerekiyordu. Mr. Garson Poole bir anda kendi gerçekliğinin, göğsündeki makaradan makaraya geçen delikli şeride bağlı olduğunu anlayıverdi. Büyülenmiş bir şekilde bazı delikleri doldurmaya, bazılarının arasına yenilerini eklemeye koyuldu. Bir anda dünyası değişti. Şeritte yeni bir delik açtığında bir ördek sürüsü odasından uçarak geçti. Sonunda şeridi hepten kopardı. Bunun üzerine dünya tamamen yok oluverdi. Fakat dünya hikayedeki diğer karakterler için de yok olmuştu… Üzerinde şöyle bir düşündüğünde bu insana çok saçma gelir, tabii diğer karakterler de onun delikli şeridinin bir mahsulü olmadığı sürece… Sanırım öylelerdi de.
Bu yüzden yazılarımda gerçeğin ne olduğunu soruyorum. Çünkü çok komplike elektronik mekanizmalar kullanan çok komplike insanlar tarafından üretilmiş sahte gerçekliklerle durmaksızın bombalanıyoruz, İtimatsızlığım onların güdülerine değil güçlerine karşı…
“Gerçeklik nedir?” sorusunu soran romanlar ve hikayeler yazarken, hep bir gün bu soruya bir cevap bulmayı umut ettim. Bu çoğu okuyucumun da umuduydu. Yıllar geçti. Otuzun üzerinde roman ve yüzden fazla hikaye yazdım ama hala neyin gerçek olduğunu çözemedim. Bir gün felsefe dersi için ödev hazırlayan kolej öğrencisi Kanadalı bir kız, benden gerçekliği tanımlamamı istedi. Tek cümlelik bir yanıt istiyordu. Düşündüm ve sonunda “Gerçeklik ona inanmayı bıraktığında yok olup gitmeyen şeydir” dedim. Tüm ortaya atabildiğim buydu işte. Bu 1972’deydi. O zamandan beri de gerçekliğin daha açık bir tanımını bulmayı başaramadım. Ama bu entelektüel bir oyun değil, hakiki bir sorun… Çünkü bugün medya, hükümetler, büyük şirketler, dini ve politik gruplar tarafından düzmece gerçekliklerin üretildiği bir toplumda yaşıyoruz. Üstelik bu sahte dünyaları, okuyucu, izleyici ve dinleyicilerin direkt olarak kafasına ileten elektronik aksam da artık mevcut.
Bazen on bir yaşındaki kızımı televizyon seyrederken gördüğümde, kafasına nelerin işlenip durduğunu merak ediyorum. Dikkat edin, bu tamamen bir yanılgı sorunu… Yetişkinler için hazırlanmış bir TV programı küçük bir çocuk tarafından seyrediliyor. TV’deki oyunda söylenenlerin ve yapılanların yarısından çoğu çocuk tarafından yanlış anlaşılıyor. Kim bilir belki de hepsi… Asıl mesele, çocuk doğru anlasa bile yine de verilen bilginin ne kadar hakiki olduğu. Ortalama bir sit-com ile gerçeklik arasındaki ilişki nedir? Ya polis şovlarına ne demeli? Arabalar sürekli kontrolden çıkıyor, çarpışıyor, yanmaya başlıyorlar. Polisler her zaman iyiler ve hep kazanıyorlar. Bu noktayı atlamayın: Polis hep kazanır. Ne biçim bir ders bu; Otoriteyle çatışmamalısın, zaten çatışsan da kaybedersin. Buradaki mesaj: pasif ol ve işbirliği yap. Eğer Memur Barerta sizden bilgi isterse verin çünkü Memur Barefta iyi ve güvenilir bir adam. Sizi sever, siz de onu sevmelisiniz.
Kaosa gizli bir aşk beslerim. Ondan daha da fazla olmalı. Bir toplumda ya da evrende düzen ve istikrarın her zaman iyi olduğuna inanmayın. Eski olan, kemikleşmiş olan, her zaman yeni yaşama ve yeni şeylerin doğumuna yol vermelidir.
Bu yüzden yazılarımda gerçeğin ne olduğunu soruyorum. Çünkü çok komplike elektronik mekanizmalar kullanan çok komplike insanlar tarafından üretilmiş sahte gerçekliklerle durmaksızın bombalanıyoruz, İtimatsızlığım onların güdülerine değil güçlerine karşı… O kadar fazlasına sahipler ki… Bu şaşırtıcı bir güç: topyekün evrenler yaratmak; zihin evrenleri… Benim bilmem gerekir. Ben de aynı şeyi yapıyorum. İşim, bir romandan ötekine onlara temel olacak evrenler yaratmak. Ve onları iki gün sonra çökmeyecek şekilde kurmak zorundayım. Ya da en azından editörlerimin umdukları bu. Yine de size bir sırrımı açacağım: Çökecek evrenler yaratmayı severim ben. Onların çözülmelerini ve romanlardaki karakterlerin bu sorunla nasıl başa çıktıklarını görmeyi severim. Kaosa gizli bir aşk beslerim. Ondan daha da fazla olmalı. Bir toplumda ya da evrende düzen ve istikrarın her zaman iyi olduğuna inanmayın -bunu söylerken çok ciddiyim- Eski olan, kemikleşmiş olan, her zaman yeni yaşama ve yeni şeylerin doğumuna yol vermelidir. Yeni şeylerin doğabilmesi için önce eski yok olmalı. Bunun ayrımına varmak tehlikelidir; çünkü neticede bize alıştıklarımızdan ayrılmamız gerektiğini söyler. İşte bu acıtır. Fakat yaşamın senaryosunun bir parçasıdır da. Psikolojik olarak hayatımızda değişime yer vermediğimiz sürece içten içe ölmeye başlarız. Söylemek istediğim; nesnelerin, adetlerin, alışkanlıkların ve yaşama biçimlerimizin hakiki insanın yaşayabilmesi için yok olması gerektiğidir. Asıl önemli olan da işte bu hakiki insandır. Bu geriye atlamasını bilen, içine çekebilen, yeniyle baş etmesini bilen canlı, elastik organizma…
Tabii ki tam da bunları söyleyecektim. Ne de olsa Disneyland’ın yakınında oturuyorum, oraya sürekli yeni bölümler ekleyip eskilerini yok ediyorlar. Disneyland evrim geçiren bir organizma. Yıllar önce Lincoln Simulakrum’u vardı, tıpkı Lincoln gibi o da madde ve enerji alıp veren geçici bir formdu. Hoşlanın ya da hoşlanmayın, aynısı hepimiz için geçerli.
Sokrates öncesi Yunan filozofu Parmenides sadece değişmeyen şeylerin gerçek olduğunu düşünürdü. Yine Sokrates öncesi filozof Heraklitos da her şeyin değiştiğini… Onların görüşlerini birbirine eklediğinizde şu sonucu elde edersiniz: Hiçbir şey gerçek değildir… Bu doğrultuda düşününce etkileyici bir basamakla karşı karşıya kalınır: Parmenides asla varolamazdı; çünkü o yaşlandı, öldü ve yok oldu. Yani kendi felsefesine göre hiç varolmadı. Heraklitos haklı olabilirdi -bunu unutmayalım; çünkü eğer Heraklitos haklıysa o zaman Permenides var oldu. Bu yüzden Heraklitos’un felsefesine göre, Parmenides haklı da olabilirdi; çünkü Parmenides gerekli koşulları, Heraklitos’un şeylerin gerçekliklerini yargıladığı kriterleri, sağlıyordu. Bunu yalnızca nihai gerçeğin ne olduğunu sormaya başladığınız anda saçmalamaya başladığınızı da göstermek için anlattım. Zeno hareketin imkansızlığını ispatlamıştı, (aslında o sadece bunu ispatladığını zannetmişti. Onda eksik olan teknik olarak “limitler teorisi” olarak adlandırılan şeydi)
Aralarındaki en büyük septik olan David Hume bir seferinde, septiklerin septisizm gerçeğini bir felsefe olarak ilan etmek için toplandıktan sonra, yine de pencere yerine kapıdan ayrıldıklarını belirtmişti. Hume’un bakış açısını anlayabiliyorum. Bunların hepsi laf. Ciddi filozoflar söylediklerini ciddiye almazlar.
Sahte gerçeklikler sahte insanlar yaratıyor. Ya da, sahte insanlar sahte gerçeklikler üretiyorlar ve sonra onları diğer insanlara satıyorlar ve sonunda onları da kendi taklitlerine dönüştürüyorlar. Böylece etrafımızı sahte gerçeklikler tasarlayan ve onları diğer sahte insanlara satan sahte insanlar sarıyor. Bu yalnızca Disneyland’in çok büyük bir versiyonu.
Fakat ben gerçeğin ne olduğunu tanımlamayı ciddiye alıyorum. Bu çok önemli, hatta hayati bir konu… Ve yine buralarda bir yerde başka bir konu da göze çarpar: hakiki insanın tanımı… Sahte gerçekliklerle bombalanmaya başlamak hakiki olmayan insanları çok çabuk ürettiği için taklit insanlar da her yönden onları sıkıştıran bilgiler kadar sahte… Benim iki konum aslında tek bir konu; onlar bu noktada birleşiyorlar. Sahte gerçeklikler sahte insanlar yaratıyor. Ya da, sahte insanlar sahte gerçeklikler üretiyorlar ve sonra onları diğer insanlara satıyorlar ve sonunda onları da kendi taklitlerine dönüştürüyorlar. Böylece etrafımızı sahte gerçeklikler tasarlayan ve onları diğer sahte insanlara satan, sahte insanlar sarıyor. Bu yalnızca Disneyland’in çok büyük bir versiyonu. Korsanlara, Lincoln Simülakrumu’na ya da Bay Toad’a sahip olabilirsiniz ama hiçbiri hakiki değil. Yazılarımda sahte şeylerle o kadar ilgilendim ki, en sonunda sahte sahteler kavramına vardım. Örneğin Disneyland’da elektrik motorlarıyla çalışan, yanlarından geçtiğinizde çığlıklar atıp gaklayan sahte kuşlar var. Farz edin ki, bir gece hepimiz parkın içine gerçek kuşlarla birlikte sızıverip onları yapay olanlarla değiştirdik. Disneyland görevlilerinin aldatmacamızı farkettiklerinde düşecekleri dehşeti düşünün. Gerçek kuşlar! Ve belki de bir gün gerçek su aygırları ve aslanlar… Şok. Park, sinsi güçler tarafından zekice sahteden gerçeğe dönüştürülüyor. Mesela, Matterhom’un hakiki karla kaplı bir dağa dönüştüğünü farz edin. Ya bütün yer Tanrının kudreti ve bilgeliğinin mucizesiyle bir anda, göz açıp kapayıncaya kadar, bozulamayacak bir şeye çevrilirse? Orayı kapatmak zorunda kalırlardı.
Platon’un Timaeus’unda Tanrı, Hristiyan Tanrısının yaptığı gibi kainatı yaratmaz; sadece bir gün onu buluverir. Kainat tamamen kaos içindedir. Bu fikir bana çekici geldi ve onu kendi entelektüel ihtiyaçlarımı karşılamak için şöyle uyarladım; Ya evrenimiz o kadar gerçek olarak değil de Hindu dininin öğrettiği gibi bir çeşit ilüzyon olarak başladıysa ve Tanrı sevgi ve şefkatiyle bizim için onu yavaşça ve gizlice gerçek bir şeye dönüştürüyorsa. İlk aşamada kendi dünyamızın bir yanılsama olduğunu bilmediğimiz için, bu dönüşümün ayrımında olamazdık. Bu aslında teknik olarak gnostik bir düşüncenin ürünü. Gnostisizm yüzyıllar boyunca Yahudiler, Hristiyanlar ve Paganlarca benimsenmiş bir mezheptir. Ben de gnostik fikirlere sahip olmakla suçlandım. Galiba sahibim de. Bir seferinde yakılacaktım. Ama onların bazı fikirleri ilgimi çekiyor. Bir zamanalar Gnostisizmi Britannica’da araştırırken, “Gerçek Olmayan Tanrı ve Onun Varolmayan Evreninin Görünüşleri” isimli kutsal bir gnostik kitabından bahsedildiğini gördüm. Bu fikir karşısında kahkahalarıma engel olamadım. Nasıl biri varolmadığını bildiği bir şey hakkında yazar ki? Peki ya nasıl olur da varolmayan bir şeyin görünüşleri olabilir? Fakat sonra yirmi beş yıldan fazladır bu konular hakkında yazmakta olduğumu fark ettim. Sanırım varolmayan bir konu hakkında yazdığınızda söyleyebileceklerinizde yüksek serbestliğiniz oluyor. Bir arkadaşım “Hawai’deki Yılanlar” isimli bir kitap yayınlamıştı. Birkaç kütüphane kopyasını istemişti. İyi de Hawai’de yılan yoktur ki: Kitabın tüm sayfaları boştu.
Gerçeklik manipülasyonun ana aracı kelimelerle oynamaktır. Eğer kelimelerin anlamını kontrol edebiliyorsanız, onları kullanan insanları da kontrol edebilirsiniz. George Orwell “1984” romanında bunu açıkça göstermiştir. İnsanların zihinlerini kontrol etmenin bir başka yöntemi de onların algılarını kontrol etmektir. Onların dünyayı sizin gördüğünüz gibi görmesini sağlayabilirseniz, sizin gibi düşüneceklerdir. Anlama, algıyı takip eder.
Tabii ki bilimkurguda anlatılan dünyaların gerçek olduğu iddia edilmez. Okuyucu okuyacaklarına inanmaması için önceden uyarılır. Aynı şekilde Disneyland’in ziyaretçileri Bay Toad’un gerçekte varolmadığını ve korsanların motorlarla, servo-destekleyici mekanizmalarla, rölelerle ve elektronik devrelerle oynatıldıklarını anlarlar. Yani bir aldatma söz konusu değildir. Yine de garip olan şey şudur ki, bir şekilde, hatta gerçek bir şekilde, bilimkurgu başlığı altında ortaya çıkan şeylerin çoğu doğrudur. Harfi harfine doğrudur demiyorum tabii. Gerçekte “Üçüncü Türle Yakınlaşmalar “da [Close Encounters of the Third Kind] olduğu gibi başka bir yıldız sisteminden yaratıklarca istila edilmedik. O filmi yapımcıları buna inanmamıza niyet etmemişlerdi. Yoksa etmişler miydi? Ve daha da önemlisi, bunu planladılarsa bile bu gerçekten de doğru mudur? Sorun yazarın ya da yapımcının eserine inanıp inanmaması değil, anlatılanların doğruluğu. Çünkü bir bilimkurgu yazarı ya da yapımcısı ya da senaristi iyi bir hikayenin peşindeyken kazara doğruya denk gelebilir… ne var ki ancak sonra bunun farkına varabilir. Gerçeklik manipülasyonun ana aracı, kelimelerle oynamaktır. Eğer kelimelerin anlamını kontrol edebiliyorsanız, onları kullanan insanları da kontrol edebilirsiniz. George Orwell “1984” romanında bunu açıkça göstermiştir. İnsanların zihinlerini kontrol etmenin bir başka yöntemi de onların algılarını kontrol etmektir. Onların dünyayı sizin gördüğünüz gibi görmesini sağlayabilirseniz, sizin gibi düşüneceklerdir. Anlama, algıyı takip eder. Onların gerçekliği sizin gibi görmesini nasıl sağlarsınız? Sonuçta, sizinki de birçok gerçeklikten sadece biri. Temel bileşenlerden biri imgelerdir: Görüntüler. Bu TV’nin genç dimağları etkileme gücünün afallattıcı derecede engin oluşunun sebebidir. TV’de kelimeler ve görüntüler eşzamanlı kullanılırlar. İzleyicinin mutlak olarak kontrol edilme olasılığı vardır, özellikle de genç izleyicinin. TV seyretmek bir çeşit uyuyarak öğrenmektir. Yaklaşık yarım saat TV izleyen birinin EEG’si, beynin hiçbir şeyin olup bitmediğine karar verdiğini ve alfa dalgaları yayarak hipnotik alaca karanlık durumuna geçtiğini gösterir. Bunun nedeni çok az göz hareketi olmasıdır. Üstelik enformasyonun çoğu görseldir. Bu yüzden bilinçli kişiliğin bulunduğu sol beyinde işlenmek yerine sağ beyine gider. Son günlerdeki deneyler, TV ekranında gördüklerimizin bilinçaltı düzeyinde kavrandığına işaret ediyor. Biz orada ne olduğunu bilinçli bir şekilde gördüğümüzü zannediyoruz fakat mesaj yığınları dikkatimizden kaçıyorlar; birkaç saat TV seyrettikten sonra ne gördüğümüzü bilemez hale geliyoruz. Hafızalarımız tıpkı rüya belleklerimiz gibi kurmaca ve ondaki boşluklar geçmişe dayanarak doldurulup tahrif ediliyor. Bilmeden sahte gerçekliklerin yaratımına ortak oluyoruz ve bu sahte gerçeklikle kendimizi besliyoruz. Kendi akıbetimizi kendimiz hazırlıyoruz. Bunu profesyonel bir kurgu yazarı olarak söylüyorum- bu görsel/işitsel dünyaları yaratan yapımcılar, senaryo yazarları ve yönetmenler, içeriklerinin ne kadarının doğru olduğunu bilmezler. Başka bir deyişle, onlar bizimle birlikte kendi ürünlerinin kurbanlarılar. Kendi adıma konuşursam yazdıklarımın ne kadarının ya da hangi bölümlerinin (eğer varsa) doğru olduğunu bilmiyorum. Bu potansiyel olarak ölümcül bir durum. Gerçeği taklit eden kurgularımız ve kurguları taklit eden gerçeklerimiz var. Tehlikeli bir çakışma, tehlikeli bir bulanıklık… Ve her halükarda kasıtlı değil. Hatta bu durumun niyet edilmeden ortaya çıkışı da problemin bir parçası. Bir kutu pudingin etiketinde, karışımını oluşturan maddelerin listelenmesi gibi, yasaları kullanarak bir yazarın eserini doğru etiketlemesini sağlayamazsınız. Kendisi de bilmiyorsa onu hangi parçasının doğru olduğunu hangisinin olmadığını ilan etmeye zorlayamazsınız. Saf kurgu olduğuna inanarak bir romanda yazdığınız bir şeyin gerçek olduğunu ileride -belki yıllar sonra- öğrenmek ürkütücü bir deneyim. Bir örnek vermek istiyorum. Bu benim anlamadığım bir şey. Belki siz bir açıklama getirirsiniz. Ben yapamadım.
Peki ya bir şizofrenin dünyası? Belki onunkisi de bizim dünyamız kadar gerçektir. Belki bizim gerçeklikle temas halinde olduğumuzu ve onun olmadığını söyleyemeyiz de bunun yerine şöyle diyebiliriz: onun gerçekliği bizimkinden o derece farklı ki, bunu bize açıklayamıyor, biz de bizimkini ona açıkiayamıyoruz. O zaman sorun şudur: öznel dünyalar bu derece farklı deneyimleniyorsa, iletişim kopuklukları yaşanır… işte gerçek hastalık da budur.
1970’te “Flow My Tears, the Policeman Said” (Aksın gözyaşlarını, dedi polis) isimli bir roman yazdım. Karakterlerden biri 17 yaşında, Kathy isimli bir kızdı. Kocasının ismi Jack’ti. Kathy yeraltındaki suç örgütleri için çalışıyor gibi görünüyordu fakat sonra romanın derinliklerine indikçe onun aslında polis için çalıştığını keşfediyorduk. Bir polis müfettişiyle ilişkisi vardı. Karakter saf kurguydu. Ya da en azından ben öyle düşünüyordum. Her neyse, 1970’in Noel gününde Kathy isimli bir kızla tanıştım. Anladığınız gibi, bu romanı bitirdiğimden sonraydı. On dokuz yaşındaydı ve erkek arkadaşının ismi Jack’ti. Kısa süre sonra onun bir uyuşturucu satıcısı olduğunu öğrendim. Ona uyuşturucu satmayı bıraktırmak için aylar harcadım. Onu, yakalanacağı konusunda tekrar tekrar uyardım. Sonra, bir akşam birlikte bir lokantaya girerken Kathy aniden durdu ve “İçeri giremem” dedi. Restoranda tanıdığım bir komiser oturuyordu. Kathy “Sana doğruyu söylemeliyim” dedi. “Onunla bir ilişkim var.” Bunlar kesinlikle tuhaf tesadüfler. Belki de önceden görme yeteneğim vardır fakat gizem daha da kafa karıştırıcı oldu. Sonraki aşama beni tamamen dumura uğrattı. Bu dört yıl önceydi.
Roman 1974 yılında Doubleday tarafından basıldı. Bir öğleden sonra rahibimle konuşuyordum -ben bir episkopal’im- ona romanın sonlarındaki önemli bir sahneden bahsettim. Sahnede, Felix Buckman geceleyin bir benzin istasyonunda zenci bir yabancıyla karşılaşıyordu ve sohbete başlıyorlardı. Ben sahneyi daha detaylı tasvir ettikçe rahip git gide daha çok altüst oluyordu. En sonunda “Bu sahne Ameller Kitabı’ndan (Book of Acts), İncilden! Ameller Kitabı’nda yolda zenci adamla karşılaşan kişinin adı Philip, senin ismin.” dedi. Peder Rash benzerlikten dolayı o kadar telaşa kapılmıştı ki, o bölümün İncil’in neresinde olduğunu bile bulamadı. Bana Ameller Kitabı’nı okuma talimatı verdi. “Göreceksin en ince detaylarına kadar aynılar.” Eve gidip Ameller Kitabındaki o sahneyi okudum. Evet, Peder Rasch haklıydı; romanımdaki sahne bariz bir şekilde Ameller Kitabı’ndaki sahnenin tekrarıydı. İtiraf etmeliyim; Ameller Kitabı’nı hiç okumamıştım. Bulmaca yine derinleşiyordu. Ameller Kitabı’nda Aziz Paul’ü tutuklayan ve sorguya çeken Roma yüksek memuru’nun adı Felix’ti, benim karakterimin adı… Benim kahramanım Felix Buckman yüksek rütbeli bir polis şefiydi; nitekim romanımda o, Felix’in Ameller Kitabı’ndaki yerini alıyordu: en son otorite… Romanımda Felix ve Paul arasında geçen konuşmaya benzer bir muhabbet vardı.
Böylece daha öte benzerlikler aramaya karar verdim. Romanımın ana karakterinin adı Jason’dı. Bir İncil fihristi alıp Jason adının İncil’de bir yerlerde geçip geçmediğine baktım. İncil’de böyle birinin olduğunu hatırlamıyordum. Jason adı, İncil’de sadece ve sadece bir defa geçiyormuş. O da Ameller Kitabı’nda… Sanki beni daha başka tesadüflerle bezdirmek istermiş gibi, romanımda Jason, otoritelerden kaçıp birinin evine sığınıyordu. Ameller Kitabı’ındaki Jason ise bir kanun kaçağını evinde barındırıyordu. Romanımdaki durumun tam tersi… Sanki bütün bunlardan sorumlu olan gizemli Ruh, tüm olan bitenle eğlenmek istermiş gibi… Felix, Jason ve yolda yabancı bir zenciyle karşılaşma… Ameller Kitabı’nda, Havari Philip zenciyi vaftiz eder, zenci de neşe içinde oradan ayrılır. Romanımda ise Felix Buckman’ın duygusal destek için yabancı zenciyle bağlantı kurmasının nedeni, adamın kız kardeşinin ölümü yüzünden ruhsal çöküntü içinde olmasıdır. Zenci, Buckman’ın ruhunu canlandırır. Sonuçta Buckman neşelenmese de en azından göz yaşı dökmeyi keser. Evine koşup kız kardeşinin cesedinin başında ağlayıp sızlamıştır. Biriyle, herhangi biriyle, hatta tamamen yabancı biriyle konuşma ihtiyacı hissetmiştir. Bu yol üzerindeki tamamen yabancı iki insan arasındaki yakınlaşma, onlardan birinin yaşamını değiştirir. Hem romanda hem de Ameller Kitabı’nda… İş başındaki gizemli ruhtan son bir acayiplik: Felix ismi Latince mutluluk demektir. Romanı yazdığımda bunu bilmiyordum. Romanımın dikkatli bir incelemesi, açıklamaya dahi başlayamadığım nedenlerden dolayı İncil’in belli bir bölümünden bazı temel olayları, üstelik aynı isimleri kullanarak, yeniden anlatmayı başardığımı gösteriyor. Bu nasıl açıklanabilir? Tüm bunları dört yıl önce keşfettim. Dört yıldır bir teori bulmaya çalışıyorum ama beceremedim. Becerebileceğimden de şüpheliyim.
Kainat göründüğü gibi değildir. Onun en derin seviyesinde ne olduğu muhtemelen insanların en derin seviyelerinde ne olduklarıyla aynıdır, -buna zihin yada ruh deyin, o yaşayan ve düşünen yalnızca çoğul ve cismani olarak görünen, bölünmez bir şeydir. Evren düşünendir ve düşüncedir. İnsanlar olarak bizler de onun parçası olduğumuz için son tahlilde bu fikirlerin düşünürleri ve düşünceleriyiz.
Ancak tam da düşündüğüm gibi bu gizem burada da son bulmuyordu. İki ay önce gece geç bir vakitte hem bir mektup postalamak hem de apartmanın karşısındaki Aziz Joseph Kilisesi’nin manzarasını keyifle seyre dalmak için posta kutusuna doğru ilerliyordum. Bir adamın park edilmiş bir arabanın yanı başında şüpheli hareketlerle dolandığını fark ettim. Arabayı çalmaya çalışır gibi bir hali vardı. Ya da belki de içinden bir şeyleri… Posta kutusundan döndüğümde adam bir ağacın arkasına saklandı. Ani bir dürtüyle ona doğru yürüyüp, “Bir sorun mu var?” diye sordum. Adam “Benzinim bitti” dedi. “Hiç param da yok.” İnanılmaz bir şekilde -çünkü daha önce hiç böyle bir şey yapmamıştım- cüzdanımı çıkardım, tüm paramı alıp ona uzattım. Sonra benimle el sıkıştı ve nerede oturduğumu sordu. Böylece daha sonra borcunu geri ödeyebilecekti. Apartmanıma geri döndüğümde paranın işine yaramayacağını fark ettim; çünkü yürüme mesafesinde hiç benzin istasyonu yoktu. Böylece kendi arabama döndüm. Adam arabasının bagajından metal bir benzin bidonu aldı, beraberce geceleri de açık olan bir benzin istasyonuna sürdük. Çok geçmeden, pompacı metal bidonu doldururken biz iki yabancı, orada öylece dikiliyorduk. Bir anda bunun romanımdaki sahne olduğunu fark etlim. Sekiz yıl önce yazdığım romanın… Benzin istasyonu o sahneyi yazarken gözümün önüne getirdiğimin tamamen aynısıydı: göz kamaştıran beyaz ışık, pompacı… Ve şimdi daha önce görmediğim bir şey gördüm. Yardım ettiğim yabancı bir zenciydi. Benzinle birlikte onun durmuş olan arabasına döndük. El sıkışıp apartmanıma döndüm. Onu bir daha hiç görmedim. Ne bir sürü apartman arasından hangisinin benimki olduğunu ne de ismimi söylediğimden parayı geri ödeyemedi. Bu deneyim beni korkunç sarstı. Bir sahneyi tam olarak romanımda yazdığım gibi yaşamıştım. Yani, Ameller Kitabı’ında Philip’in yolda siyah adamla karşılaştığı sahnenin bir kopyasını…
Bütün bunlar nasıl açıklanabilir?
Bulduğum yanıt doğru olmayabilir fakat aklıma bir başkası gelmiyor. Yanıtım zamanla ilgili. Teorim şu: Zaman bir manada gerçek değil. Veya belki gerçek ama onu deneyimlediğimiz veya öyle olduğunu zannettiğimiz, gibi bir gerçeklik değil bu. Gördüğümüz tüm değişimlere rağmen, değişim dünyasının altında, belirli, sabit bir yüzeyin yattığından ve bu görünmez yüzeyin İncil’inki olduğundan saplantı derecesinde emindim (hala da eminim.) Bu özellikle İsa’nın ölümü ve yeniden dirilişinden hemen sonraki çağ, başka bir deyişle Ameller Kitabının çağı… Parmenides benimle gurur duyardı. Durmadan değişen bir dünya gözledim ve onun altında sonsuz, değişmez, mutlak gerçeğin yattığını ilan ettim. Eğer gerçek zaman MS 50 ise neden MS 1978’i görüyoruz. Ve gerçekten de Roma İmparatorluğu’nda Suriye’de bir yerlerde yaşıyorsak neden Birleşik Devletleri görüyoruz.
Orta Çağ’da tuhaf bir teori ortaya atıldı. Şimdi size bunun neden değerli olduğunu anlatacağım. Bu Baş Kötü’nün (Şeytan’ın) “Tanrının Maymunu” olduğu teorisiydi. Buna göre Şeytan, Tanrı’nın hakiki yaratımının düzmece taklitlerini yaratıp onları orijinal yaratıların arasında sokar. Bu garip teori, deneyimimi açıklayabilir mi? Yaşadığımız zamanın 1978 değil de MS 50 olduğuna, kapatıldığımıza, aldatıldığımıza; Seylan’ın, İsa’nın geri döneceğine olan inancımızı çürütmek için sahte bir gerçeklik ürettiğine mi inanmalıyız?
Bir psikiyatrist tarafından muayene edildiğimi kafamda canlandırabiliyorum. Psikiyatrist, “Hangi yıldayız?” diye soruyor. Ben de “MS 50” diyorum. Gözleri ışıldayan psikiyatrist, “neredesin peki?” diye soruyor. “Judea’da”* diye cevap veriyorum. Psikiyatrist, “Hangi cehennemde orası?” diye sorunca cevabım “Roma İmparatorluğunun bir parçası” oluyor. Psikiyatrist, “Başkan’ın kim olduğunu biliyor musun?” diye soruyor. Buna cevabım “Vali Felix” oluyor. Psikiyatrist, iki iri yarı teknisyene gizlice işaret ederken bir yandan da, “Emin misin?” diye soruyor. “Hı hı” diye yanıtlıyorum: “Tabii Felix tahttan indirilip de yerine Vali Festus geçmediği sürece… Görüyorsunuz ya Aziz Paul, Felix tarafından yakalatıldı” Sinirlenen psikiyatrist, “Tüm bunları sana kim anlattı?” diye sözümü kesiyor. “Kutsal Ruh” diye yanıtlıyorum.
Ve bundan sonra kendimi kauçuk duvarlı bir odada dışarıyı süzerken buluyorum. Üstelik oraya tam olarak nasıl geldiğimi de biliyorum. Bu konuşmada geçen her şey, bir açıdan bu kadar açık bir şekilde yanlışken başka bir açıdan pekala doğru da olabilirdi. Yılın 1978 olduğunu, Jimmy Carter’ın Başkan olduğunu, Birleşik Devletler’de, Santa Ana Kaliforniya’da yaşadığımı gayet iyi biliyorum. Hatta evimden Disneyland’e nasıl gidebileceğimi bile… Bu asla unutamayacağım bir bilgi… Şüphesiz, Aziz Paul’un zamanında Disneyland yoktu.
Böylece kendimi çok rasyonel, mantıklı -tüm o diğer iyi şeylerden- olmaya zorlarsam, gerçek olduğunu bildiğim Disneyland’in Judaea’da, MS 50’de yaşamadığımızın kanıtı olduğunu itiraf etmek zorundayım. Aziz Paul’ün dev çay fincanlarında fırıl fırıl dönerken İlk Corinthianslar’ı düzenlemesi, bunun da Paris TV tarafından telefotolens’le filme alınması… İşte bu mümkün değil. Aziz Paul, Disneyland’in yanından bile geçmezdi. Sadece çocuklar, turistler ve ziyarete gelen Sovyet yüksek memurları Disneyland’e giderler. Azizler değil.
Ama bir şekilde İncil’in içeriği, bilinçdışımı kapana kıstırıp romanıma nüfuz etti işte. Yine aynı şekilde, bir sebepten 1970’te tasvir ettiğim sahneyi 1978’de yaşadım. Söylediğim şey şu: Aynen Parmenides ve Platon’un da şüphelendiği gibi, görünen fenomenal değişim dünyasının altında, değişmeyen başka bir gerçeklik yatıyor ve bir şekilde, belki de yalnızca şansla, onu gizleyen şeyleri sıyırabiliyoruz. Romanlarımdan en az biri bunun içsel kanıtlarına sahip. Belki de gizemli bir ruh, eğer kalıcı olan öteki yüzeyi görmemizi isterse, bizi onunla temas ettiriyor. Zaman akıp gidiyor, binlerce yıl geçiyor fakat biz günümüzün dünyasını görürken aynı anda, antik dünya, İncil’in dünyası, onun ardında gizlenmeyi sürdürüyor. Orada ve hala gerçekliğini koruyor. Sonsuza kadar da böyle olacak.
Bir mola verip size bu alışılmadık hikayenin geri kalanını anlatabilir miyim? Eh, anlatacağım elbet. Bu kadar ileri gittikten sonra…”Flow My Tears The Police Man Said” adlı romanım Doubleday tarafından Şubat 1974’te yayımlandı. Yayımlanmasından bir hafta sonra, sıkışan iki yirmi yaş dişimi sodyum pentathol kullanarak çektirdim. Aynı günün ilerleyen saatlerinde kendimi yoğun acılar içerisinde buldum. Karım cerrahı, cerrah da eczaneyi aradı. Yarım saat sonra kapım çalındı. Bu ağrı kesicilerle birlikte eczaneden gelen kuryeydi. Hasta ve zayıftım. Üstelik kanamam da devam ediyordu. Bütün bunlara rağmen kapıyı kendi başıma açma ihtiyacı hissettim. Kapıyı açtığımda karşımda genç bir kız duruyordu. Ortasında altından parlak bir balık olan yine altından pırıltılı bir kolye takıyordu. Bir şekilde parlayan altın balık tarafından hipnotize edildim. Acımı unuttum, ilaçları unuttum, kızın neden oralarda olduğunu unuttum. Yalnızca balık işaretine bakakaldım.
Ona “Bunun anlamı ne?” diye sordum.
Kız eliyle altın balığa dokundu. “Bu ilk Hristiyanlar tarafından takılan bir işaret,” deyip ilaç paketini uzattı.
Parlayan balık işaretine bakakalmış, onun sözlerini dinlerken bir anda sonradan anamnesis -Yunanca “unutkanlığın kaybolması” anlamına gelen bir kelime- olarak adlandırıldığını öğrendiğim bir şey deneyimledim. Kim olduğumu, nerede olduğumu anımsadım. Göz açıp kapayıncaya kadar hepsi bana geri geldi. Onları sadece hatırlamakla kalmıyor, görebiliyordum da. Kız gizli bir hristiyandı ve ben de öyleydim. Romalılar tarafından tespit edilme korkusuyla yaşıyorduk. Şifreli işaretlerle iletişim kurmalıydık. Bana bunların hepsini henüz anlatmıştı ve bu doğruydu. Bütün bunlara inanmak da bir açıklama getirmek kadar güç ama kısa bir süre için gözümün önünde nefret edilesi Roma’nın siyah bir hapishaneyi andıran hatları beliriverdi. Fakat daha da önemlisi, İsa’yı hatırladım. İşte az önce bizimle birlikteydi. Geçici olarak gitmişti, kısa zamanda da geri dönecekti. İçim sevinçle doldu. Gizlice onun dönüşünü karşılamaya hazırlanıyorduk. Çok uzun sürmeyecekti. Romalılar bunu bilmiyorlardı. Onun öldüğünü ve sonsuza kadar ölü kalacağını düşünüyorlardı. Bu bizim büyük sırrımız, keyif veren bilgimizdi. Tüm görünenlere rağmen İsa geri dönecekti işte. Beklentilerimiz de mutluluğumuz da sınırsızdı. Bu garip olayın, unutulmuş anıların geri kazanımının, Flow My Tears’ın yayınlanmasından sadece bir hafta sonra meydana gelmesi tuhaf değil mi? Hani şu Ameller Kitabı’ndaki insanları ve olayları tekrar eden öykü… Ameller Kitabı da tam da altın balık işaretiyle henüz meydana gelmişçesine hatırladığım zamanda geçiyor. Yani İsa’nın ölümünden ve yeniden dirilişinden hemen sonra…
Eğer benim yerimde olsaydınız ve bunlar sizin başınıza gelseydi eminim peşini bırakmazdınız. Onu izah edecek bir teori arardınız. Dört yıldır bir teoriden öbürüne koştum: çembersel zaman, donmuş zaman, zamansız zaman, “dünyevi zaman”a zıt “ulvi zaman”… Denediğim teorilerin haddi hesabı yok. Fakat, tüm teoriler arasında bir tanesi sürekli baskın çıktı: İsa’yla sağlam ve yakın bir ilişkisi olan, insan zihinlerine nüfuz eden, onlara rehberlik edip bilgilendiren ve hatta insanlar fark etmeseler bile kendini bu insanlar aracılığıyla ifade eden gizemli bir Kutsal Ruh olmalı.
1970’te Flow My Tears’ı yazarken normal yazma sürecimin bir parçası olmayan olağandışı bir olay oldu. Bir gece çok berrak bir rüya gördüm ve uyandığımda kendimi rüyamı tam olarak gördüğüm şekliyle romanıma aktarma zorunluluğu -mutlak ihtiyacı- içinde hissettim. Rüyayı doğru geçirebilmek için tatmin olana kadar müsveddenin final bölümünü 11 defa baştan yazdım.
Şimdi basıldığı son haliyle romandan alıntı yapacağım. Bu rüyanın size bir şeyler anımsatıp anımsatmadığına bakın.
“Çocukken yaşadığı, yazları kahverengi ve kuru olan sayfiye yeri… At sürüyor, bir atlı takımı solundan ona doğru yavaşça yaklaşıyordu. Atlara, her biri farklı renkte cübbeler giymiş, güneş ışığında parlayan miğferler takan adamlar biniyordu. Ağır, heybetli şövalyeler yanından geçtiler. Öylece geçip giderlerken birinin yüzü gözüne çarptı. Antik mermerden suratı, dalgalanan, şelale gibi beyaz sakalıyla çok yaşlı bir adam… Ne kadar güçlü bir burnu, ne asil bir çehresi vardı. Çok yorgun, çok ciddi, sıradan insanların çok ötesinde. Belli ki, bir kraldı. Felix Buckman onların geçmesine izin verdi. Sesini çıkarmadı, onlar da bir şey söylemediler. Hep birlikte onun geldiği eve doğru hareket ettiler.
Evin içinde bir adam kendini hapsetmişti, yalnız bir adam, Jason Taverner, sessizlikte ve karanlıkta, penceresiz, kendi başına, şimdiden ebediyete… Oturmak, yalnızca varolmak, atalet… Felix Buckman kıra doğru devam etti. Sonra arkasında dehşet dolu bir haykırış duydu. Taverner’i öldürmüşlerdi. Onların girişini gören, etrafındaki gölgelerde onları sezen, ne yapmak için geldiklerini bilen Taverner çığlık atmıştı. Felix Buckman mutlak ve son derece yeis bir ızdırap duydu. Fakat rüyasında ne geri döndü ne de arkasına baktı. Yapılabilecek hiçbir şey yoktu. Cübbeler içindeki bu rengarenk adamlar topluluğunu kimse durduramazdı, onlara hayır denemezdi. Her neyse, bitmişti işte, Taverner ölmüştü.”
Muhtemelen bu pasaj size özel bir şey ifade etmiyordur. Adalet takımının suçlu olan ya da olduğu düşünülen birini infaz etmesi dışında tabii… Tavernar’ın bir suç mu işlediği yoksa sadece suç işlediğine mi inanıldığı net değil. Ben onun suçlu olduğu izlenimini edindim, ama öldürülmek zorunda olması bir trajedi, korkunç bir trajedi… Romanda bu rüya Felix Buckman’ın ağlamaya başlayıp benzin istasyonunda zenci adamı aramaya çıkmasına neden oluyor. Roman yayınlandıktan aylar sonra İncil’de bu rüyaya ilişkin bir kısım buldum. Bu Daniel 7:9’du:
“Tahtlar yerine yerleşti ve kadim kişi mevkiine oturdu. Kaftanı kar kadar beyazdı, saçları en temizinden ipek gibiydi. Tahtı alevden, tekerlekleri cehennem ateşlerindendi. Önünde alevden bir nehir akıyordu. Binlercesi ona tapıyor, on binlerce kişi huzurunda bekliyordu. Saray kuruldu ve kitap açıldı.”
Beyaz saçlı adam Vahiy 1:13’te tekrar ortaya çıkıyor.
“Ademoğluna benzer birini gördüm, göğsünü saran altından bir kuşakla ayaklarına kadar inen bir kaftan giymişti. Saçları kar beyazı yün gibiydi. Gözleri çakmak çakmaktı; ayakları ocakta inceltilmiş cilalı pirinç gibi nur saçıyordu. Sesi gürleyen sular gibiydi.”
Ve sonra 1:17’de:
Onu gördüğümde ölmüş gibi ayaklarına düştüm. Fakat o sağ elini üzerime koydu ve “Korkma. Ben ilk ve son olanım, yaşayanım; ölmüştüm ancak şimdi sonsuza kadar canlıyım, ölümün ve arazisinin anahtarlarını elimde tutuyorum. Bu yüzden gördüklerini, şimdi olanları ve buradan sonra olacakları kağıda geçir.”
Patmos’lu John gibi, gördüklerimi imanla yazdım ve romanıma koydum. O zamanlar şu tasvirle kimin kastedildiğini bilmesem de:
“…birinin yüzü gözüne çarptı. Antik mermerden suratı, dalgalanan şelale gibi beyaz sakalıyla çok yaş’- bir aoum. Ne kadar güçlü bir burnu, ne asil bir çehresi vardı. Çok vorgun, çok ciddi, sıradan insanların çok ötesinde. Belli ki, bir kraldı.”
O elbette bir kraldı. İsa’nın kendisi adaleti sağlamak için geri dönmüştü. Romanımda da yaptığı buydu: Karanlığa mahkum olmuş adamı yargıladı. Karanlıktaki adam Kötülükler Prensi ya da Karanlığın Gücü olmalıydı. Ona ne isterseniz o ismi verin, artık onun vakti geldi. Yargılandı ve suçlu bulundu. Felix Buckman bu durumun hazinliğine göz yaşı dökebilirdi fakat hükme itiraz edilemeyeceğini biliyordu. Bu yüzden geri dönmeden veya ardına bakmadan, sadece korku ve yenilginin çığlığını -yok olan kötünün haykırışını- duyarak atını sürdü.
Romanım, Ameller Kitabı’ndan parçalar içerdiği gibi İncil’in diğer bölümlerden de parçalar içeriyor. Deşifre edildiğinde yüzeydeki hikayeden -şu anda irdelememize gerek yok- bayağı farklı bir öykü anlatıyor. Gerçek öykü basitçe şu: İsa’nın acı çeken bir hizmetkar değil de bir kral olarak; adil olmayan yargının kurbanı olarak değil de yargıç olarak dönüşü. Her şey tersine döndü.
Romanımın bilgim haricindeki esas mesajı iktidar sahiplerine bir uyarı: Kısa bir zaman içerisinde yargılanıp suçlu ilan edileceksiniz. Bununla kim kastediliyor? Şey, bunu söyleyemem ya da söylememeyi tercih ederim. Kesin bir bilgim yok, sadece bir sezgi. Ve bu devam etmem için yeterli değil, bu nedenle fikirlerimi kendime saklayacağım. Ama kendinize Şubat 1974’le Ağustos 1974 arasında, bu ülkede hangi politik olayların olduğu sorusunu sorabilirsiniz. Kendinize kimin yargılanıp suçlu bulunduğunu, kayan bir yıldız gibi düşüp harabolduğunu ve rezil edildiğini sorun: Dünyadaki en güçlü adam. Şimdi de onun için o rüyayı gördüğüm zamanki kadar üzgünüm. Bir seferinde karıma gözümde yaşlarla “o zavallı adam” demiştim, “karanlığa kapatılmış, geceleyin kendi kendine piyano çalan, başına gelecekleri bilerek yalnız ve korku içinde…” Tanrı aşkına, sonunda onu affedelim. Ama ona ve tüm adamlarına -hep söylendiği gibi “başkanın tüm adamlarına”- yapılmış olanlar yapılmalıydı. Ama bitti ve o tekrar gün ışığına çıkarılmalı; hiçbir yaratık, hiç kimse, sonsuza dek korku içinde karanlığa hapsedilmemeli. Bu insanca değil.
Anayasa Mahkemesi, Nixon’ın kasetlerinin savcıya teslim edilmesine karar verdiğinde, bir Çin lokantasında yemek yiyordum. Lokanta Kaliforniya’nın Yorba Linda kasabasındaydı. Yani Nixon’ın okula gittiği, büyüdüğü, bakkal dükkanında çalıştığı, onun adına inşa edilmiş bir parkın ve tabii ki, Nixon’ın evinin olduğu yerde… Fallı kekimden şöyle bir mani çıktı:
GİZLİCE YAPILANLAR
ORTAYA ÇIKMANIN BİR YOLUNU BULURLAR
Çin lokantasının, Nixon’ın kendi evine birkaç mil mesafede bulunduğundan da bahsederek kağıt parçasını Beyaz Saray’a postaladım ve “Bir yanlışlık olduğunu düşünüyorum, kazara Bay Nixon’ın falı bana çıktı. Acaba benimki de onda mı?” dedim. Beyaz Saray cevap vermedi.
Evet, daha önce de söylediğim gibi, yazar kurgu olduğunu sandığı eserinde hiç bilmeden gerçekleri yazabilir. Başka bir Sokrates-öncesi filozof olan Xenophanes’ten alıntılarsak: “Eksiksiz doğru hakkında konuşma şansına sahip olan bir kimse dahi her şeyin görünüşlerle sarılı olduğunu bilmez. (Fragman 34)” Ve Herakiitos buna şunu ekliyor: “Şeylerin doğası kendini gizleme eğilimindedir. (Fragman 54)” W.S. Gilbert, Gibert ve Sullivan’ın Gilbert’iyse şunu katıyor: “Şeyler nadiren göründükleri gibidirler; kaymağı alınmış süt, krema gibi görünür.”
Bütün bunların ana fikri duyularımıza ve belki de a priori mantığımıza güvenemeyeceğimizdir. Duyularımız açısından düşününce, doğuştan kör olan insanların bir anda gözleri açıldığında, nesnelerin uzaklaştıkça küçülüyor gibi göründüklerini keşfettiklerinde çok şaşırmalarını anlıyorum. Mantıksal olarak bu olayın bir açıklaması yok aslında. Hepimiz bunu kabul ediyoruz çünkü alışmışız. Nesnelerin küçüldüklerini görüyoruz ama aslında aynı büyüklükte kaldıklarını biliyoruz. Kısacası günlük yaşamın pragmatik şahsiyeti bile göz ve kulaklarının ona söylediklerinin belli bir miktarına aldırmaz.
Heraklitos’un yazdıklarının çok azı günümüze kadar kaldı. Sahip olduklarımız da bulanık ama Fragman 54 açık ve önemli: “Gizli yapı görünen yapının hakimidir.” Bu Heraklitos’un, gerçek yüzeyin bir peçeyle örtülü olduğuna inandığı anlamına geliyor. O ayrıca zamanın da, bir şekilde, göründüğü gibi olmadığından şüphelenmiş olabilir; çünkü Fragman 52’de “Zaman eskizlerle oynayan bir çocuktur; bir çocuğunki krallıktır” demiş. Bu elbette şifreli. Ama Fragman 18’de şunu da diyor: “Eğer biri ummazsa, beklenmeyeni bulamaz; o peşinde iz bırakmamıştır ve hiçbir yol bizi ona götürmez.” Edward Hussey, “The Pre-Socratics” isimli akademik kitabında şöyle diyor:
“Heraklitos, insanların çoğunda görülen anlama eksikliğinin üzerinde duruyorsa bu gerçeği idrak etmek için daha öte talimatlar vermesini gerektirir. Bilmece-tahmin bahsi, insan kontrolünün ötesinde olan bir çeşit vahyin gerekli olduğunu öneriyor. Gerçek bilgelik, görüldüğü gibi, Tanrı’yla yakından ilişkilidir. Daha da ileri gidersek, bilgeliği artan insanın Tanrı gibi ya da Tanrı’nın bir parçası olacağını söyleyebiliriz.”
Bu alıntı ne dini bir kitaptan ne de teoloji hakkındaki bir kitaptan… Bu Oxford Üniversitesi’ndekİ bir antik çağ felsefesi hocasının eski filozoflar hakkındaki analizi. Hussey bu eski filozoflar için felsefe ve din arasında bir ayrım bulunmadığını gösteriyor. Yunan teolojisindeki ilk kuantum sıçraması MÖ altıncı yüzyılın ortalarında doğan Kolophon’lu Xenophanes tarafından yapılıyor. Kendi zihninden başka başvuracak bir merci tanımayan filozof şöyle diyor:
“Ne bedensel şekil ne de zihinsel düşünceler açısından ölümlü mahluklara benzeyen bir Tanrı vardır. Onun tamamı görür, onun bütünü düşünür, o topyekün işitir. O her zaman aynı yerde hareketsiz durur. Onun şimdi bu ya da şu yönde hareket ettiğini söylemek uygunsuzdur”
Bu besbelli eski Yunanlı düşünürler anasında geçmişte örneği olmayan zarif ve gelişmiş bir Tanrı kavramı. “Parmenides’in argümanları, tüm gerçekliğin şüphesiz bir zihin ya da zihindeki düşünce nesnesi olması gerektiğini gösteriyor” diye yazıyor Hussey. “Özellikle Heraklitos’a göre”, diyor, “Tanrı’nın kafasındaki tasarımlarla onların dünyadaki uygulanış biçimlerinin ya da Tanrı’nın zihniyle dünyanın, birbirlerinden ne kadar ayırt edilebileceğini söylemek zordur.”
Anaxagoras tarafından yapılan bir sonraki sıçrayış beni hep büyülemiştir. Anaxagoras, maddeyi oluşturan mikro yapıya dair bir teoriye ulaştı. Bu onu bir yere kadar insan aklına gizemli hale getiriyordu. Anaxagoras, her şeyin zihin tarafından belirlendiğine inandı. Bunlar çocukça düşünürler ya da ilkeller değiller. Onlar ciddi konuları münakaşa edip kavrayış yetenekleriyle birbirlerinin görüşleri üzerinde maharetle çalıştılar. Aristotales’in zamanına kadar da görüşleri, hatalı bir bakış açısıyla “kaba” olarak değerlendirilecek kadar indirgenmemişti. Sokrates-öncesi teoloji ve felsefelerin toplamı şöyle özetlenebilir: Kainat göründüğü gibi değildir. Onun en derin seviyesinde ne olduğu muhtemelen insanların en derin seviyelerinde ne olduklarıyla aynıdır, -buna zihin ya da ruh deyin, o yaşayan ve düşünen yalnızca çoğul ve cismani olarak görünen, bölünmez bir şeydir. Bu görüşlerin çoğu bize İsa’yla ilişkilendirilen Logos doktrini aracılığıyla ulaşır. Evren düşünendir ve düşüncedir. İnsanlar olarak bizler de onun parçası olduğumuz için son tahlilde bu fikirlerin düşünürleri ve düşünceleriyiz.
Bu bağlamda, eğer Tanrı MS 50 dolayında Roma’yı düşünüyorsa, o zaman MS 50 yılındaki Roma var olur. Evren kurmalı bir saat değildir. Ne de Tanrı onu kuran bir el… Evren pilli bir saat olmadığı gibi Tanrı da pil değildir. Spinoza evrenin Tanrı’nın uzaya yayılmış bedeni olduğuna inanırdı. Ama Spinoza’dan uzun zaman önce -iki bin yıl önce- Xenophanes onun hiç çaba harcamadan zihnindeki fikirlerle her şeye yayılıverdiğini söylemişti.
Eğer romanım Ubik’i okuduysanız, Ubik denilen şu gizemli varlığı, zihni ya da gücü bilirsiniz. Bir dizi ucuz ve bayağı reklamla başlayan Ubik şunu demeye varır:
“Ben Ubik’im. Evrenden önce ben vardım. Yıldızları ben yaptım. Dünyaları ben meydana getirdim. Yaşamları ve onların yerleştikleri mekanları ben yarattım. Onları buraya ben getirdim, oraya ben koydum. Onlar benim söylediğim şekilde hareket eder, benim dediklerimi yaparlar. Ben sözüm ve kimsenin bilmediği ismim asla söylenmez. Bana Ubik derler ama bu benim adım değil. Ben varım. Her zaman varolacağım.”
Burada Ubik’in kim ve ne olduğu açık; özellike onun “söz” olduğu söyleniyor, bu da “Logos” demektir. Almanca çeviride ise hayatım boyunca karşılaştığım en harika anlamdan sapma örneklerinden biri var. Ubik’i çeviren adam eğer Yeni Ahit’i eski Yunanca’dan Almanca’ya çevirmeye kalkarsa Tanrı yardımcımız olsun! “Ben sözüm” cümlesine gelene kadar iyi iş çıkarmış. Bu kafasını karıştırmış. Logos doktriniyle daha önce hiç karşılaşmadığı için de “yazar bununla ne kastediyor acaba?” diye kendi kendisine sormuş olmalı. Böylece bir çeviri işinin mümkün olabileceği en iyi işi çıkarmış. Almanca baskıda, güneşleri, dünyaları, canlıları ve onların yaşadığı mekanları yaratan Mutlak Varlık kendine: “Ben Markayım” diyor. Eğer Yuhanna İncil’ini tercüme etmiş olsaydı sanırım şöyle bir şey ortaya çıkardı:
“Her şey başladığında marka halihazırda mevcuttu. Marka Tanrı’yla bir oldu Tanrı neyse, marka da oydu.”
Öyle görünüyor ki, size yalnızca Disneyland’den değil Mortimer Snerd**”‘den de selamlar getiriyorum. Yazılarına teolojik konular eklemek isteyen bir yazarın kaderidir bu. “Marka başlangıçta Tanrı’yla birlikteydi ve onun sayesinde tüm şeyler ortaya çıktı. Tek bir şey bile onsuz yaratılmadı.” Ve böyle soylu tutkularla devam ediyor. Umalım da Tanrı şakadan anlıyor olsun.
Ya da şöyle mi demeliyim; Marka’nın şakadan anlamasını umalım.
Daha önce de dediğim gibi yazılarımda zihnimi meşgul eden iki şey “Gerçeklik nedir?” ve “Hakiki insan nedir?” sorularıydı. Şimdiye kadar ilk soruya cevap veremediğimi görmüşsünüzdür. İncil’in dünyasının bir şekilde görüşümüzden gizlenmiş, hiç değişmeyen, ancak vahiy yoluyla ulaşılabilen, genel anlamda gerçek ama bir perdeyle gizlenmiş bir yüzey olduğuna dair sabit bir sezgim var. Tüm ortaya atabildiğim bu: gizemli deneyimlerin, mantığın ve inancın bir karışımı… Hakiki insanın özellikleri hakkında da bir şeyler söylemek istiyorum; çünkü bu konuda daha makul cevaplarım var.
TV seyreden çocukları izliyorum. Bir an kafalarına nelerin işlenip durduğunu düşünüp korkuya kapılıyorum ama sonra onların yozlaştırılamayacaklarını ve yok edilemeyeceklerini fark ediyorum. Onlar izliyor, dinliyor, anlıyorlar ve sonra yeri ve zamanı geldiğinde reddediyorlar.
Hakiki insan, ne yapmaması gerektiğini içgüdüsel olarak bilen kişidir. Bilmekle yetinmeyip bunu uygulamakta da direnecektir. O, kendisini sevenlerin ve sevdiklerinin başına korkunç akıbetler getirecek olsa dahi bunun aksini yapmayı reddeder. Bu bence sıradan insanların en kahramanca özelliğidir. Zorbaya hayır derler ve direnişlerinin sonucuna sakince katlanırlar. Davranışları küçük olabilir, neredeyse hiçbir zaman fark edilmez, tarih onları yazmaz. Ne isimleri hatırlanır ne de bu hakiki insanlar isimlerinin hatırlanmasını beklerler. Onların hakikatini tuhaf bir yöntemle tespit ederim: büyük kahramanca davranışlar yapmak istemelerinde değil, sessizce reddedişlerinde. İşin aslı, onlar olmadıkları şey olmaya zorlanamazlar. Sahte gerçekliklerin gücü bugün bizi hırpalıyor fakat kasten üretilen bu taklitler gerçek insanların kalplerine asla nüfuz edemiyor. TV seyreden çocukları izliyorum. Bir an kafalarına nelerin işlenip durduğunu düşünüp korkuya kapılıyorum ama sonra onların yozlaştırılamayacaklarını ve yok edilemeyeceklerini fark ediyorum. Onlar izliyor, dinliyor, anlıyorlar ve sonra yeri ve zamanı geldiğinde reddediyorlar. Bir çocuğun hileli olana karşı koyusunda müthiş güçlü bir şeyler var. Çocuk en temiz göze ve en şaşmaz ele sahiptir. Reklamcılar, girişimciler bu küçük insanların sadakatlerini cezbetmeye çalışıyorlar ama nafile… Gıda şirketlerinin çok büyük miktarlarda boktan kahvaltılığı pazarlayabildiği; hamburger ve hot dog zincirlerinin çocuklara gerçek olmayan sayısız fast-food’u sattığı doğru ama derindeki kalp ulaşılmadan, düzgünce atmaya devam ediyor. Günümüzün çocuğu, bir yalanı yirmi yıl öncesinin en akıllı yetişkininden daha hızlı tespit ediyor. Neyin doğru olduğunu bilmek istediğimde çocuklarıma sorarım. Onlar bana sormazlar; ben onlara dönerim.
Bir gün dört yaşındaki oğlum Cristopher, önümüzde oynarken, annesi ve ben, biz iki yetişkin, Synoptic Gospel’deki İsa şahsı hakkında tartışmaya başladık. Cristopher bir an için bize döndü ve “Ben bir balıkçıyım. Balık tutarım.” dedi. Birinin bana verdiği ancak benim hiç kullanmadığım hantal bir fenerle oynuyordu. Bir anda fenerin balık şeklinde olduğunu fark ettim. O anda küçük oğlumun ruhunda hangi düşüncelerin bulunduğunu merak ettim. Bunlar gıda tüccarları ve şekerleme satıcıları tarafından yerleştirilmemişti. “Ben bir balıkçıyım. Balık tutarım.” Dört yaşındaki Cristopher kırk beş yaşıma kadar benim bulamadığım bir işareti bulmuştu. Zaman hızlanıyor. Peki hangi sona doğru? Belki de bize aradan iki bin yıl geçtiği söylendi. Belki gerçekte o kadar uzun zaman olmamıştır, bu kadar zamanın geçmiş olması yalnızca bir yanılsamadır. Belki bir hafta önceydi, belki de bugünden bile yakın… Belki zaman yalnızca hızlanmıyordur aynı zamanda sona eriyordur.
Eğer öyleyse, Disneyland’teki turlar asla eskisi gibi olmayacak; çünkü zaman sona erdiğinde Disneyland’teki kuşlar, su aygırları, aslanlar ve geyikler artık simülasyon olmayacaklar. İşte o zaman ilk defa gerçek bir kuş şakıyacak.
• İsa zamanında Filistin’in güneyindeki, Roma’ya bağlı bir eyalet
** Vantrologlar tarafından elle oynatılan ünlü br kukla figürü



























