Kadınlar İçin Entegre Devrede Ortak Bir Dil Oluşturmaya Dair İronik Bir Rüya: Siberfeminizm

Cyberpunk 2077 ‘Phantom Liberty’ by Dilara Özden

“Modern savaş da, C3I kod adını taşıyan ve Amerika Birleşik Devletleri’nin 1984 yılı savunma bütçesinde maliyeti 84 milyar dolara varan bir siborg orjisidir.”

Geç Yirminci Yüzyılda Bilim, Teknoloji ve Sosyalist-Feminizm

Donna Haraway, 1985

SİBORG MANiFESTOSU 1. Bölüm

Bu metin feminizm, sosyalizm ve materyalizme inanan bir ironik siyasal mit kurmaya yönelik bir çabanın ürünüdür. Kurulması amaçlanan bu mit, muhtemelen vecd içinde tapınma ve özdeşleşme kadar olmasa bile, kutsal şeylere dil uzatmak (blasphemy) kadar inanca dayalıdır. Görünüşe bakıldığında, kutsal şeylere dil uzatmanın her koşulda herhangi bir durumu ciddiye almayı gerektirdiğini söyleyebiliriz. Nitekim, sosyalist feminizm siyaseti dahil olmak üzere Amerika Birleşik Devletleri siyasetinin geliştirdiği seküler-dinsel, evanjelik gelenekler içinde kalıp da takınılacak bundan daha iyi bir tutum düşünemiyorum. Kutsal şeylere dil uzatma, insanı, bir taraftan cemaat kurma ihtiyacında ısrar etmeyi sürdürürken, öbür taraftan içerideki ahlaki çoğunluktan korur. Fakat bu, dinden dönmeye eşdeğer bir tavır değildir. lroniyse, büyük ve geniş bütünler şeklinde -hatta diyalektik olarak- büyütülemeyen çelişkilerle, hatta birbirleriyle bağdaşmayan şeyleri hem gerekli hem de doğru olduğu için bir arada tutmaya çalışmanın yarattıgı gerilimle ilgili bir olgudur. lroni, espiri ve ciddi oynama hakkındadır. lroni ayrıca, sosyalist-feminizm saflarında yürekten benimsendiğini görmeyi arzu edecegim bir retorik stratejisi ve bir siyasal yöntemdir. Benim ironik inancımın, benim dil uzatışımının özündeyse ‘siborg’ imgesi yatar.

Bir siborg, bir sibernetik organizma, makine ile organizmanın oluşturduğu bir melez, kurgusal bir yaratık olmanın yanı sıra toplumsal gerçekliğe ait bir yaratıktır. Toplumsal gerçekliğin karşılığı, canlı toplumsal ilişkilerdir; bu da bizim en önemli siyasal kurgumuz, dünyayı değiştiren bir kurgudur. Uluslararası kadın hareketleri ‘kadın deneyimi’ olgusunu hem fiilen kurmuşlar, hem de can alıcı önem taşıyan bu kolektif nesneyi keşfetmiş ya da açığa çıkartmışlardır. Kadın deneyimi, hayati önemde ve siyasal nitelikte bir kurgu ve olgudur. Kurtuluş ise, ezilmişliğin ve buna bağlı olarak ihtimallerin farkında olan bir bilincin, tahayyülü geniş bir kavrayış gücünün kurulmasında yatar. Siborg, yirminci yüzyılın son döneminde ‘kadın deneyimi’ sayılan olguyu değiştiren bir kurgu ve canlı deneyim meselesidir. Bunun bir ölüm kalım mücadelesi olduğuna işaret etmekte, fakat bilim kurgu ile toplumsal gerçeklik arasındaki sınırın da bir göz yanılması olduğunu bilmekte büyük fayda vardır. Çağdaş bilim kurgu siborglarla (aynı anda hem hayvan hem makine olan, doğal mı yoksa insan eliyle mi yaratıldığı pek anlaşılamayan dünyalarda dolanan yaratıklarla) doludur.

Modern tıp da siborglarla, her ikisi de kodlanmış aygıtlar sayılan ve cinsellik tarihinin eseri olmayan bir güç ve yakınlıkla birleşmiş ‘organizma’ ile ‘makineler’in çiftleşmiş halleriyle doludur. Siborg ‘cinselliği’, bir ölçüde, heteroseksizmi önleyici hoş, organik örnekler olan eğreltiotlarıyla omurgasız canlılardan sevimli bir tarzda kopyalanan bir barok türdür. Siborg kopyası, organik üremeden çoğalmamıştır. Modern üretim, anlaşılan bir siborg kolonileştirme eseri hayaliymiş (öyle bir hayal ki, onunla kıyaslandıgında Taylorizm kabusu bile idilik bir cennet gibi görünecektir). Modern savaş da, C3I (Command-control-communication-intelligince: Komuta-kontrol-iletişim-istihbarat.) kod adını taşıyan ve Amerika Birleşik Devletleri’nin 1984 yılı savunma bütçesinde maliyeti 84 milyar dolara varan bir siborg orjisidir. Benim burada siborg için ortaya atacağım argüman, onun, toplumsal ve bedensel gerçekliğimizin haritasını çıkaran bir kurgu ve bazı çok verimli çiftleşmelerakla getiren bir hayali kaynak olduğudur. Michel Foucault’nun biyo-politikası, fiilen çok açık bir alanı oluşturan siborg politikasının henüz bir şekle bürünmemiş önseziden oluşan halidir.

Yirminci yüzyılın sonlarına, bizim çağımıza, bu mitik çağa geldiğimizde, hepimizin bir kimera (Ağzından ateş püsküren mitolojik canavar); makine ile organizmanın teorik bir zeminde ifade edilen ve fabrikasyon misali uydurulmuş birer melez olduğumuzu vurgulamak gerekir; kısacası, hepimiz siborguz. Bu siborg bizim ontolojimizdir; bizim siyasetimizi o şekillendirir. Siborg, köklü tarihsel dönüşüm ihtimallerinin yapıtaşları olan iki birleşik merkezin, hem ‘tahayyül’ün hem de ‘maddi gerçeklik’in yoğunlaşmış bir imgesidir. ‘Batı’nın bilim ve siyaset geleneklerinde (ırkçı, erkek-egemen kapitalizm geleneği, ilerleme geleneği, doğayı kültür ürünleri kaynağı olarak sahiplenme geleneği, benliğin başka benliklerin yansımalarından yeniden üretilmesi geleneği organizma ile makine arasındaki ilişki, hep bir sınır muharebesi şeklinde cereyan etmiştir. Bu türdeki bir sınır muharebesinin paylaşılamayan toprakları da üretim, üreme ve tahayyüldür. Benim argümanım, sınırların karışmasını sevinçle karşılamakta ve bu sınırların oluşturulmasında sorumluluk üstlenmektedir. Benim argümanım ayrıca, sosyalist-feminist kültür ve teoriye, postmodernist, natüralist olmayan bir tarzda ve cinsiyetin (gender) olmadığı bir dünya -belki doğuşun olmadığı, belki sonu da olmayan bir dünya- tahayyül eden ütopik gelenek dahilinde, katkıda bulunma çabasını temsil eder. Siborgun ete kemiğe bürünmüş hali, selamete varma tarihinin (salvation history) dışında bir zamanda yer alır; ayrıca, cinsiyetin (gender) bir oral sembiyotik ütopyada ya da Ödipal-sonrası bir kıyamet vaktinde korkunç şekillerde yarılmasına iyi gelecek şekilde Ödipal takvimin sayfalanndan biri değildir. Zoe Sofoulis’in Jacques Lacan, Melanie Klein ve nükleer kültür hakkında mülahazalarını ifade ettiği yazısı “Lacklein”da ileri sürdüğü üzere, siborg dünyaların en korkunç ve herhalde en vaatkâr canavarları farklı bir baskılama mantığına sahip olan ve hayatta kalmak için mutlaka anlamamız gereken Ödipal-olmayan anlatılarda cisimleşmiştir.

Siborg, toplumsal cinsiyet sonrası (post-gender) dünyanın yaratığıdır; biseksüellikle, Ödipal-öncesi sembiyozla, yabancılaşmamış emekle veya bütün yetilerine, parçalarından daha üst düzeyde bir birlik oluşturacak şekilde sahip çıkılan organik tamlığa ulaşmaya giden başka ayartıcı modellerle herhangi bir alıp veremediği yoktur. Bir anlamıyla da, siborgun Batılı anlamıyla bir köken hikayesi yoktur -siborg aynı zamanda, Batı’nın ‘soyut bireyleşme’nin doğurduğu ve tırmanış halindeki tahakkümlerin mahşeri telosu olduğu için bir ‘son’ ‘ironi; bir bakıma, her türlü bağımlılıktan nihayet kurtulmuş bir nihai benlik, ‘uzamda biri’dir. ‘Batılı’, hümanist anlamıyla bir köken hikayesi, bütün insanların (en güçlü haliyle psikanalize ve Marksizme içkin ikiz kudretli mit olan ‘bireysel gelişim’ ile ‘tarih’e düşen bir görevle) ondan kopması gereken fallik annenin temsil ettiği bir ilk (original) birlik, tamlık, kutsama, korku ve dehşet mitine dayanmaktadır. Hilary Klein, hem Marksizmin hem de psikanalizin (kendi çerçeveleri içinde benimsedikleri ’emek’, ‘bireyleşme’ ve ‘toplumsal cinsiyetin şekillenmesi’ kavramlarıyla), farklılığın sonradan oradan doğması gerektigi ve kadın/doğa üzerinde kurulan tahakkümün sürekli tırmandığı bir dramayla nakledilecegi bir ilk birlik (original unity) kurgusuna dayandıklarını ileri sürmüştü. Siborg, bu ‘ilk birlik’ adımını, Batılı anlamıyla doğayla özdeşleşme adımını atlamaktadır. Bu da siborgun, kendi teleolojisinin yıldız savaşlarıyla yıkılmasına varabilecek olan gayri-meşru vaadidir.

Siborg, kısmiliğe, ironiye, mahremiyete ve sapkınlığa, denebilir ki kararlılıkla bağlanmıştır. Dolayısıyla, siborg muhaliftir, ütopyacıdır ve masumiyetle hiç alakalı değildir. Yapısı artık kamusa özel karşıtlığıyla belirlenmeyen siborg, kısmen oikos, yani hanede gerçekleşen bir toplumsal ilişkiler devrimine dayalı bir teknolojik ‘polis’i tanımlar. Doğa ve kültür yeni baştan derlenmiştir; artık birinin diğeri tarafından kendine dahil edilmesi ya da diğerince bir temellük ilişkisine kaynak yapılması gibi bir durumdan söz edilemez. Siborg dünyasında geçerli olacak olan, kutupluluk ve hiyerarşik tahakküm ilişkileri dahil olmak üzere parçalardan bütünler oluşturan ilişkilerdir. Frankenstein’in canavarının umutlarından farklı olarak siborg, cenneti ayağına getirerek (yani, heteroseksüel bir eş imal edip onu tamamlanmış bir bütün, bir kent ve bir kozmos şeklinde tamamlayarak) babasının onu kurtarmasını beklemez. Siborg, organik aile modeline dayalı (ve bu keresinde, Ödipal tasarısız) bir topluluk hayali kurmaz. Siborg, Cennet Bahçesi bilmez; o, çamurdan yapılmamıştır, dolayısıyla toza geri dönmeyi de düşleyemez. Belki de bu yüzden ben, siborgların Düşman’a isim vermek gibi manik bir zorlamayla nükleer toza geri dönme kıyametinin hakkından gelip gelemeyeceğini görmek istiyorum. Siborglar muhterem degillerdir; hafızalarında bir kozmos yoktur. Ayrıca, bütüncülükten (holism) uzak durur ama temas kurmaya ihtiyaç duyarlar; birleşik cephe politikasına (tabii öncü partisiz şekline) dogal bir egilimleri var gibidir. Siborgların esas derdi, elbette, devlet sosyalizmini bir tarafa bırakırsak, militarizmin ve patriyarkal kapitalizmin gayri-meşru evlatları olmalarıdır. Fakat gayri-meşru evlatların kendi kökenlerine karşı genelde aşırı vefasızca davrandıkları da bilinmektedir. Her şey bir yana, babalarının hayatlarında hiç yeri yoktur çünkü.

Ben bu denemenin sonunda siborglar bilim-kurgusuna yeniden dönecegim, ancak şimdi, siyasal-kurgusal (siyasal-bilimsel) analizi mümkün kılacak şekilde sınırların çöktüğü üç can alıcı noktanın üzerinde durmak istiyorum. Yirminci yüzyılın sonlarına gelindiğinde Amerika Birleşik Devletleri’nin bilimsel kültüründe insan ile hayvan arasındaki sınırın başından sonuna delik deşik olduğunun altını çizmek gerekir. Eşsiz olmanın son köprü başları -eğer birer lunaparka çevrilmedilerse- yıkılmış durumdadır; gerek dil aracının kullanılması, gerek toplumsal davranışlar, gerekse zihinsel olaylar olsun, insan ile hayvan ayrılığını hakikaten inandırıcı bir şekilde bize gösterecek hiçbir şey yoktur. Kaldı ki pek çok insan böyle bir ayrım yapma ihtiyacı da duymamaktadır; doğrusunu söylemek gerekirse, feminist kültürün birçok kolu, insan ile diğer canlı yaratıklar arasında kurulan temasların verdiği hazza olumlu bir gözle bakmaktadır. Hayvan haklarını savunan hareketler, insanın eşsizliğini akıldışı bir temelde inkara yeltenen politikalar gütmezler; bilakis, doğa ile kültür arasındaki bağın istenmeyecek bir şekilde koparılması karşısında hayvanlar ile insanlar arasında doğrudan bir temas kurulmasından yanadırlar. Son ikiyüz yılı aşkın bir sürede gelişen biyoloji ve evrim teorisi, aynı süreçte bilgi nesneleri olarak modern organizmalar da üretmiş ve insanlar ile hayvanlar arasındaki çizgiyi, hayat bilimleri ile sosyal bilimler arasındaki ideolojik mücadelede ya da mesleki tartışmalarda yeniden baş gösterdiği gözlenen zayıf bir iz derecesine düşürmüştür. Bu çerçeveden bakıldığında, modern Hıristiyan yaradışçılık öğretisine karşı çocuk istismarının bir şekli olarak savaş açılması oldukça doğru olacaktır.

Biyolojik-determinist ideoloji, bilimsel kültürde insanın hayvansal yönünün anlamlarını tartışmaya uygun olarak ortaya sürülmüş yaklaşımlardan yalnızca biridir. Radikal siyasal insanların, insan ile hayvan arasındaki delik deşik edilmiş sınırların anlamlarına kafa yorması için fazlasıyla geniş bir alan bulunmaktadır. Siborgun mit halinde göründügü yer, tam da insan ile hayvan arasındaki sınırın çiğnenip aşıldığı yerdir. Siborglar, insanların başka canlı varlıklarla arasına bir duvar çekilmesine işaret etmekten ziyade, hem rahatsız edici hem de haz verici şekilde yakın eşleşmeler olduğuna işaret ederler. Evlilik alışverişinin teşkil ettirdiği bu döngüde hayvanlık etmek yeni bir statüye kavuşmuştur.

© Dilara Özden

Yirminci yüzyılın sonuna gelindiğinde, makineler doğal olan ile yapay (artificial) olan, zihin ile beden, kendi kendini geliştiren şey ile dıştan tasarlanan şey arasındaki farklılığı ve organizmalar ile makineler açısından geçerli olabilecek başka bir sürü ayrımı baştan sona belirsiz bir noktaya getirmiştir. Şöyle ki, bizim makinelerimiz rahatsız edici derecede canlılık sergilerken, kendimiz ürkütücü derecede atalet içindeyiz.

Sınırların delinmesiyle bir nevi ‘kaçak olduğu’nu akla getiren ikinci ayrım, hayvan-insan (organizma) ile makine arasındadır. Sibernetik-öncesi makineler üzerinde bir hayalet gezebilirdi; makinede hayalet heyulasına rastlamak her zaman mümkündü. Materyalizm ile idealizm arasındaki, diyalektik bir soyun (bu ‘soy’a ister tin, isterse tarih diyebilirsiniz) çerçevesini çizdigi diyalogun yapısını belirleyen de bu düalizm, bu ikicilikti. Ancak makineler temelde kendi kendilerini hareket ettiremiyorlar, kendilerini tasarlayamıyorlar ve kendi başlarına özerk olamıyorlardı; dolayısıyla, insanın hayallerini gerçek yapmaları söz konusu degildi, sadece bu hayallerin bir taklidini yansıtabilirlerdi. Çünkü insan değillerdi, kendilerini yazamazlardı, ancak o eril üreme hayalinin bir karikatürü olabilirlerdi. Onları başka türlü tasavvur etmek paranoidçe bir çabayı temsil ederdi. Yine de bundan artık o kadar emin olmadığımızı söyleyebilirim ben. Yirminci yüzyılın sonuna gelindiğinde, makineler doğal olan ile yapay (artificial) olan, zihin ile beden, kendi kendini geliştiren şey ile dıştan tasarlanan şey arasındaki farklılığı ve organizmalar ile makineler açısından geçerli olabilecek başka bir sürü ayrımı baştan sona belirsiz bir noktaya getirmiştir. Şöyle ki, bizim makinelerimiz rahatsız edici derecede canlılık sergilerken, kendimiz ürkütücü derecede atalet içindeyiz.

© Dilara Özden

Siborgların kimler olacağı esaslı bir sorudur; bu soruya verilecek cevaplar da bir ölüm-kalım meselesi ayarındadır. Ne var ki, hem şempanzelerin hem de yapıntıların (artefacts) siyasetleri varsa neden bizim bir siyasetimiz olmasın ki?

Teknolojik belirlenim, makine ile organizmanın, dünyayı yazma ve okuma etkinliğine dahil edilerek kodlanmış metinler şeklinde yeniden tasavvur edilmesiyle açılan ideolojik alanlardan biridir sadece. Marksistler ve sosyalist feministler, post-yapısalcı, post-modernist teoride her şeyin metinleştirilmesi’ni, keyfince okuma ‘oyunu’na temellenen canlı tahakküm ilişkilerini ütopyacı bir yorumla görmezlikten gelmekle itham etmişlerdir. Post-modernist stratejilerin -benim siborg mitim gibi- sayısız organik bütünü (sözgelimi şiiri, ilkel kültürü, biyolojik organizmayı) yıkıp parçaladıkları kesinlikle doğrudur. Kısacası, doğa (bir içgörü kaynağı ve masumiyet vaadi) sayılan şeyin kesinliği -herhalde sonsuza dek- paramparça edilmiştir. Yorumlamanın aşkın nitelik taşıyan yetkinliği (ve onunla beraber, ‘Batı’ epistemolojisinin temelini meydana getiren ontolojisi) kaybolmuş durumdadır. Yine de bunun alternatifi sinisizm ya da inançsızlık, yani ‘makine’nin ‘insan’ı, ‘metin’in ‘anlamlı siyasal eylem’i yok ettiğini ileri süren teknolojik determinist anlayışlar türünden bir soyut varoluş hali değildir. Siborgların kimler olacağı esaslı bir sorudur; bu soruya verilecek cevaplar da bir ölüm-kalım meselesi ayarındadır. Ne var ki, hem şempanzelerin hem de yapıntıların (artefacts) siyasetleri varsa neden bizim bir siyasetimiz olmasın ki (de Waal, 1982; Winner, 1980)?

Modern makineler, özleri itibariyle mikro-elektronik cihazlardır: hem her yerde hem de görünmezdirler. Modern makineler, Baba’nın her yerde hazır ve nazırlığıyla ve tinselliğiyle alay edercesine, kutsal şeylere hürmet göstermeyen, terbiyesiz birer tanrıdır.

İnsan ile hayvan arasındaki sınırların delindiğini gösteren üçüncü ayrım, yukarıda değindiğimiz ikinci ayrımın bir alt-kümesidir: Fiziksel olan ile fiziksel-olmayan arasındaki sınır bizim gözümüzde çok belirsizdir. Kuantum teorisinin sonuçları ve belirlenimsizlik ilkesi hakkında kaleme alınmış pop fizik kitapları, Amerikan beyaz heteroseksüelliğindeki radikal bir değişime damgasını vuran gösterge olarak Harlequin romanslarının popüler bilimdeki karşılığıdır bir tür: Bu tür kitaplar söz konusu değişimi yanlış kavramaktadırlar, ama doğru bir izlek üzerindedirler. Modern makineler, özleri itibariyle mikro-elektronik cihazlardır: hem her yerde hem de görünmezdirler. Modem makineler, Baba’nın her yerde hazır ve nazırlığıyla ve tinselliğiyle alay edercesine, kutsal şeylere hürmet göstermeyen, terbiyesiz birer tanrıdır. Silikon çip, üzerine yazı yazılacak bir yüzeydir; ancak atomik gürültülerin, nükleer sinyallere bulaşan parazitlerin olumsuz etki edebileceği moleküler ölçeklerle işlenmektedir. Yazı, güç ve teknoloji, uygarlığın kökeniyle ilgili Batı hikayelerinde rastlanan eski yoldaşlardır, ancak minyatürleşme bizim mekanizmayla tecrübe ettiğimiz deneyimi değiştirmiştir. Minyatürleşmenin ‘güç’le ilgili olduğu da rtaya çıkmıştır; küçük pek öyle güzel bir şey değildir, hatta Cruise füzelerinde rastladığımız gibi özellikle tehlikeli bir şeydir. 1950’lerin televizyon cihazlarını ya da 1970’lerin haber kameralarını, şimdilerde bolca reklamı yapılan televizyon bileklikleri ve el büyüklüğündeki video kameralarla karşılaştırırsanız aradaki farkı anlarsınız. Bizim en iyi makinelerimiz güneş ışığından yapılmıştır; istisnasız hepsi hafif ve temizdir, zira hepsi de sinyallerden, elektromanyetik dalgalardan, bir tayf kesitinden başka bir şeyden teşekkül etmez. Üstelik bu makineler kolaylıkla taşınabiİir ve seyyardırlar (bu özelliğin bedeli de, Detroit’te ve Singapur’da bu aletlerin imalatında çalışan insanların çektiği muazzam acılardır). İnsanlar hem maddi hem de saydam-olmayan varlıklar olduklarından, hiçbir yerde bu kadar akışkanlığın yanına bile yaklaşamazlar. Siborglarsa eter gibidir.


Yaşar Çabuklu’nun Günümüzde Aşk başlıklı Encore Kitabevindeki konuşması. 2018

Öyle ki, bu yeni boyutları dikkate alan bir siborg Alice’inden bile söz edilebilir. İronik bir durum olarak, Asya’da çip imal eden, Santa Rija hapishanesinde sarmal dans eden ve kuracakları birliklerle etkili muhalefet stratejilerine ön ayak olabilecek, doğal-olmayan siborg kadınlarına bile rastlayabiliriz.

Siborgların her yerde bulunma ve görünmez olma nitelikleri, bu güneş ışığı eseri makinelerin son derece ölümcül bir yapıda olmalarının esas sebebidir. Siborgları görmek, maddi açıdan olduğu kadar siyasal bakımdan da oldukça zordur. Siborglar bilinçle (ya da, onun simülasyonuyla) ilgilidirler. Siborglar, Avrupa’da pikap kamyonlar gibi dolaşan uçucu gösterenlerdir (floating signifiers); dolayısıyla, siborg iktidar ağlarını çok çok iyi okuyan, yurtlarından kopmuş ve hiç doğal olmayan Greenham kadınlarının büyüleriyle engellenme ihtimalleri, eski erilci siyasetin militan (ve doğal tabanları savunma işlerine ihtiyaç duyan) emektarlarınca önlerinin kesilme ihtimalinden daha fazladır. Nihayetinde ‘en sert’ bilim, sınır karışıklığının en fazla olduğu bölge hakkında, saf sayılar alemi, saf tin, C3I , kriptografi ve kudretli sırların muhafaza edilmesi hakkındadır. Yeni makineler son derece temiz ve hafiftirler. Yeni makineleri yapan mühendisler, post-endüstriyel toplumun gece düşüyle beraber gelen
yeni bir bilimsel devrime aracılık eden güneşe tapınıcılardır. Bu temiz makinelerin sebep olduğu hastalıklar da, bir antijenin bağışıklık sisteminde doğurduğu ufacık kodlama değişikliklerinden ya da stres deneyiminden ‘öteye gitmez’. ‘Doğulu’ kadınların hünerli parmakları, Anglo-Sakson Viktoryen dönemlerdeki küçük kızların bebek evlerine düşkünlükleri, kadınların küçük olan şeylere dikkat etmeye zorlanmaları; bunların hepsi bu dünyada oldukça yeni boyutlar kazanmaktadır. Öyle ki, bu yeni boyutları dikkate alan bir siborg Alice’inden bile söz edilebilir. İronik bir durum olarak, Asya’da çip imal eden, Santa Rija hapishanesinde sarmal dans eden ve kuracakları birliklerle etkili muhalefet stratejilerine ön ayak olabilecek, doğal-olmayan siborg kadınlarına bile rastlayabiliriz.

Toparlarsam, benim siborg mitim, ilerici insanların gerekli siyasal çalışmanın bir parçası olarak irdeleyebilecekleri ihlal edilmiş sınırlar, kudretli kaynaşmalar ve tehlikeli ihtimallerle ilgilidir. Bu noktada benimsediğim öncüllerden birisi, Amerikalı sosyalistlerle feministlerin çoğunun, toplumsal pratikler, simgesel formülasyonlar ve -ileri teknoloji ve bilimsel kültürün beraberinde getirdiği- fiziksel yapıntılarda (artefacts) zihin ile beden, hayvan ile makine, idealizm ile materyalizm arasındaki derin(leşmiş) ikilikleri görmeleridir. İlerici kesimlerin geliştirdiği ve Tek Boyutlu İnsan’dan (Marcuse, 1964) Doğa’nın Ölümü’ne (Merchant, 1980) uzanan analitik kaynaklar, tekniğin (technics) zorunlu olarak kurduğu tahakkümü vurgulamışlar ve direnişimizi bütünleştirecek şekilde bizi hayali bir organik bedene dönmeye çağırmışlardır. Benim benimsediğim öncüllerden bir başkası, tahakkümün dünya
çapında yoğunlaştırılmasına karşı direnmeye çalışan insanların birlik olma ihtiyaçlarının bugüne dek asla olmadığı denli keskin bir hal almasıdır. Gelgelelim, perspektifin birazcık saptırılarak kaydırılması da bizim teknolojik düzlemde dolayı rolanmış toplumlarda hem anlamlar, hem de başka iktidar ve haz formları için mücadele etmemizi daha kolaylaştırabilecektir.

Bir perspektiften bakıldığında, siborg dünyası, bir kontrol ağının gezegene nihai olarak dayatılması hakkında, savunma adına sürdürülen bir Yıldız Savaşları kıyametinde somutlaşmış nihai soyutlamalar hakkında, eril bir savaş orjisinde kadın bedeninin nihai olarak zaptedilmesi hakkındadır (Sofia, 1984). Başka bir perspektiften bakıldıgında da siborg dünyası, insanların hayvanlar ve makinelerle akraba olmaktan korkmadıkları, yine sürekli parçalı kimlikler taşımaktan ve çelişkili konumlarda durmaktan çekinmedikleri canlı toplumsal ve bedensel gerçekliklerle ilgili olabilir. Siyasal mücadele, aynı anda iki perspektiften birden bakmak demektir; zira bu perspektiflerin ikisi de, başka bir gözlem noktasından bakıldığında tasavvur edilemeyecek şekilde hem tahakküm bağlarını hem de imkanları yüzeye çıkaracaktır. Tekli bir ufka sahip olmak, çifte ufuktan ya da çok başlı canavarlardan daha berbat yanılsamalar doğurur. Siborg birlikleri (cyborg unities) canavarca ve gayri-meşrudur; şu anki siyasal koşullarımızda, direniş ve yeniden eşleşme için daha kuvvetli mitler bulmayı pek umamayız. Aslında bu çerçevede, Livermore Eylem Grubu’nu, gerek teknolojik kıyametin araçlarını en yoğun haliyle somutlaştırıp dışarı püskürten laboratuarları gerçekçi bir şekilde dönüştürmeye kararlı, gerekse cadıları, mühendisleri, ihtiyarları, sapkınları, Hıristiyanları, anneleri ve Leninistleri devleti silahsızlandırmayı başaracak denli uzun bir süre fiilen bir arada tutabilecek bir siyasal form inşa etmeyi hedefleyen bir tür siborg toplumu olarak tahayyül etmeyi seviyorum. ‘Fission Impossible’ benim şehrimdeki bir ortak ilgi grubunun adıdır mesela.

‘Butcher Girl’ by Dilara Özden

Kaynak: Siborg Manifestosu ‘Geç Yirminci Yüzyılda Bilim, Teknoloji ve Sosyalist-Feminizm’ Donna Haraway / İngilizce’den çeviren: Osman Akınhay / Agora Kitaplığı

  • DONNA HARAWAY 1944, Denver (ABD) doğumlu. Halen California Üniversitesi’nde öğretim üyesi. Doktorasını zooloji ve felsefe dallannda yapan Haraway, feminist teori ve tekno-bilim konularında çeşitli üniversitelerde dersler veriyor. “Tanrıça olmaktansa siborg olmayı yeğlerim,” diyerek primatoloji, felsefe ve biyoloji alanlarında tartışmalar yaratan ve siborg metaforunu bilim, teknoloji ve sosyalist-feminizm arasındaki ilişkiyi tartışmakta kullanan Harraway’in Crystals, Fabrics, and Fields: Metaphors of Organicism in 20th Century Devdopmental Biology (1976), Primate Visions: Gender, Race, and Nature in the World of Modem Science (1989), Simians, Cyborgs, and Women: The Reinvention of Nature (1991), Modest_Witness@Second_Millennium(1997) ve The Companian Species Manifesto: Dogs, People, and Significant Othemess (2003) adlı kitapları vardır.
  • DİLARA ÖZDEN ALTERNATECYBORG
  • YAŞAR ÇABUKLU 1955’te İstanbul’da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi’nden siyaset bilimi yüksek lisans derecesi aldı (1983). Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi’nde metin yazarlığı yaptı. Kitapları: Kovulanın İzi (2001), Özgürlükçü Düşüncenin Peşinde (2003), Postmodern Toplumda Kriz ve Siyaset (2004), Toplumsalın Sınırındaki Beden (2004), Uzam ve Kötülük (2005), Bedenin Farklı Halleri (2006), Toplumsal Kurgular ve Cinsiyetçilik (2007), Toplumsal Performanslar (2009), Postmodern Toplumdan Kesitler (2010), Kültürün Karanlığı (2012)
‘Barbara’ by Dilara Özden

SUPPORTED BY

ALTERNATECYBORG


Leave a comment