Philip K. Dick: İki Günde Çökmeyecek Bir Evren Nasıl Kurulur

Happiness by Steve Cutts

Beni büyüleyen ana konular “Gerçeklik nedir?” ve “hakiki insanı oluşturan şeyler nelerdir?” sorularıdır. Romanlar ve hikayeler yayınladığım yirmi yedi yıl boyunca, birbiriyle ilişkili bu iki konuyu tekrar tekrar araştırdım. Biz neyiz? Bizi çevreleyen ve “ben-dışı” ya da “ampirik veya görünen dünya” diye adlandırdığımız şey nedir?

Canınızı BK yazarlarının söylevlerinde bahsettikleri sıradan şeylerle sıkmaya başlamadan önce, izin verin de size Disneyland’tan resmi selamlarımı ileteyim. Kendimi Disneyland’ın sözcüsü sayıyorum; çünkü oradan sadece birkaç mil uzakta yaşı­yorum -bu da yetmezmiş gibi, bir keresinde orada Paris TV’yle röportaj yapma şerifine nail oldum.

Philip K. Dick 1978 / çev: Uğur Güney & Öznur Karakaş

Kaynak: Davetsiz Misafir, Sonbahar 2004

Söyleşiden birkaç hafta sonra cidden hasta­landım ve yataklara düştüm. Buna, dönen çay fincanlarının neden olduğunu düşünüyorum. Programın yapımcısı Elizabeth Antebi benden, Norman Spinrad’la (şahane bilimkurgu yazan eski bir arkadaşım) birlikte faşizmin yükselişini tartışırken dev çay fincanlarından birinin için­de fırıl fırıl dönmemi istemişti, Watergate’i de konuştuk, ama bunu Kaptan Kanca’nın korsan gemisinin güvertesinde yaptık. Kameralar etra­fımızda dönüp duruyor, Elizabeth beklenmedik sorular soruyordu. Bu arada da Mickey Mouse şapkası (kulakları olan sıvalı şapkalar) takan küçük çocuklar etrafta koşuşturup duruyor ara­da da bize çarpıyorlardı. Norman ve ben, o gün kafamız çarpışan küçük çocuklarla meşgulken fevkalade aptal şeyler söyledik. Yine de bugün, size anlattıklarımın sorumluluğunu üstlenmeli­yim. Ne de olsa hiçbiriniz Mickey Mouse şap­kası takmıyor, benim de korsan gemisinin do­nanımının bir parçası olduğumu sanıp üstüme tırmanmaya çalışmıyorsunuz.

Bunu söylediğim için üzgünüm ama BK ya­zarları gerçekten hiçbir şey bilmezler. Ona dair bilgimiz kısıtlı ve doğrulanmamış olduğundan bilim hakkında konuşamayız. Üstelik genel­de kurgumuz da berbattır. Bir kaç yıl önce, içi­mizden birini konuşma yapmaya davet etmek herhangi bir kolej ya da üniversitenin aklının ucundan bile geçmezdi. Lütuf olsun diye, kim­seyi etkilemeyen renkli ucuz dergilere hapsedilmiştik. O günlerde arkadaşlarım bana “Hiç ciddi şeyler yazıyor musun?” diye sorarlardı. Aslında “bilim kurgudan başka şeyler yazar mısın?” demek istiyorlardı. Kabul edilmek için yanıp tutuşuyorduk. Birilerinin bizi fark etme­sini bekliyorduk.

Sonra birden akademik dünya bizi fark etti. Konuşmalar yapmak, panellerde bulunmak üzere davet edildik – ve anında kendimizi ap­tal yerine koymayı başardık. Bizden öğrenmek istedikleri kabaca şuydu: Bir bilimkurgu yazarı ne bilir? Hangi konuda bir otoritedir?


Philip K Dick speech in Metz France 1977

Ama bu entelektüel bir oyun değil, hakiki bir sorun… Çünkü bugün medya, hükümetler, bü­yük şirketler, dini ve politik gruplar tarafından düzmece gerçekliklerin üretildiği bir toplumda yaşıyoruz. Üstelik bu sahte dünyaları, okuyucu, izleyici ve dinleyicilerin direkt olarak kafasına ileten elektronik aksam da artık mevcut.

Bu bana buraya uçmadan hemen önce rast­ladığım bir Kaliforniya gazetesinin manşetini hatırlatıyor: “BİLİM ADAMLARI FARELERİN İNSAN GİBİ GÖRÜNEMEYECEKLERİNİ SÖYLÜYORLAR”. Hükümet tarafından finan­se edilen bir araştırma programıydı galiba. Düşünün hele: Bu dünyada, farelerin iki renk ayakkabılar, melon şapkalar, ince çizgili şortlar ve Dacron pantolonlar giyip giyemeyecekleri ve insan olarak kabul edilip edilemeyecekleri ko­nusunda bir otorite var.

Pekala, size neyin ilgimi çektiğini, neyi önemsediğimi anlatayım. Hiçbir konuda otori­te olduğumu iddia edemem ama bazı konuların beni mutlak surette etkilediğini, her daim bu konular hakkında yazdığımı söyleyebilirim.

Beni büyüleyen ana konular “Gerçeklik ne­dir?” ve “hakiki insanı oluşturan şeyler neler­dir?” sorularıdır. Romanlar ve hikayeler yayın­ladığım yirmi yedi yıl boyunca, birbiriyle iliş­kili bu iki konuyu tekrar tekrar araştırdım. Biz neyiz? Bizi çevreleyen ve “ben-dışı” ya da “am­pirik veya fenomenal dünya” diye adlandırdığı­mız şey nedir?

1951’de ilk hikayemi sattığımda, bilimkur­gu alanında böyle temel mevzuların peşine dü­şülebileceğini hiç düşünmemiştim. Aslında bu konularla uğraşmaya, pek de farkında olmadan başladım. İlk hikayem, her cuma gelen çöpçü­nün, ailenin güvenli metal kutularda özenle depoladığı değerli yiyecekleri çaldığına inanan bir köpek hakkındaydı. Ailenin üyeleri her gün kese kağıtlarıyla bu iyi pişmiş yemekleri taşır, metal konteynıra doldurup kapağı sıkıca kapa­tırlardı. Konteynır dolduğunda, bu korkunç gö­rünüşlü yaratıklar gelip kutudaki her şeyi çalar­dı. Hikayenin sonunda köpek, çöpçünün evdekilerin yemeklerini çalmakla kalmayıp bir gün onları da yiyeceğine inanmaya başlar. Tabii ki, köpek bu konuda yanılıyordur. Hepimiz çöp­çülerin insanları yemediğini biliriz. Ama kö­peğin çıkarsaması -verilen koşullar altında ve onun mizacına göre bir bakıma mantık çerçeve­sindedir. Hikaye gerçek bir köpek hakkındaydı. Ben de onu seyretmeye, kafasının içine girme­ye, dünyayı nasıl gördüğünü tasavvur etmeye çalıştım. Kuşkusuz sonunda köpeğin dünyayı benim ya da herhangi bir insanın gördüğün­den tamamen farklı gördüğüne karar verdim. Daha sonra da düşünmeye başladım: belki de her insan eşsiz bir dünyada, tüm diğer insanlar tarafından yaşanan ve deneyimlenen dünyadan farklı, kişiye özel bir dünyada yaşıyordu. Bu da beni, “gerçeklik kişiden kişiye değişiyorsa, tek bir gerçeklikten bahsetmemiz ne kadar doğru olur?” sorusuna yöneltti. Aslında çoğul gerçek­likler hakkında konuşmamız gerekmiyor muy­du? Ve eğer çok sayıda gerçeklik varsa, bazıları diğerlerinden daha mı gerçekti? Peki ya bir şi­zofrenin dünyası? Belki onunkisi de bizim dün­yamız kadar gerçektir. Belki bizim gerçeklikle temas halinde olduğumuzu ve onun olmadığını söyleyemeyiz de bunun yerine şöyle diyebiliriz: onun gerçekliği bizimkinden o derece farklı ki, bunu bize açıklayamıyor, biz de bizimkini ona açıklayamıyoruz. O zaman sorun şudur: öznel dünyalar bu derece farklı deneyimleniyorsa, ile­tişim kopuklukları yaşanır… işte gerçek hastalık da budur.

Bir seferinde yaralanıp hastaneye kaldırı­lan bir adam hakkında bir hikaye yazmıştım. Ameliyat etmeye başladıklarında adamın bir insan değil de android olduğunu keşfediyorlardı, oysa adam bunu bilmiyordu bile, Ona bu haberi alıştıra alıştıra vermeleri gerekiyordu. Mr. Garson Poole bir anda kendi gerçekliğinin, göğsündeki makaradan makaraya geçen delikli şeride bağlı olduğunu anlayıverdi. Büyülenmiş bir şekilde bazı delikleri doldurmaya, bazıları­nın arasına yenilerini eklemeye koyuldu. Bir anda dünyası değişti. Şeritte yeni bir delik açtı­ğında bir ördek sürüsü odasından uçarak geçti. Sonunda şeridi hepten kopardı. Bunun üzerine dünya tamamen yok oluverdi. Fakat dünya hi­kayedeki diğer karakterler için de yok olmuş­tu… Üzerinde şöyle bir düşündüğünde bu in­sana çok saçma gelir, tabii diğer karakterler de onun delikli şeridinin bir mahsulü olmadığı sü­rece… Sanırım öylelerdi de.

Bu yüzden yazılarımda gerçeğin ne olduğu­nu soruyorum. Çünkü çok komplike elektronik mekanizmalar kullanan çok komplike insanlar tarafından üretilmiş sahte gerçekliklerle dur­maksızın bombalanıyoruz, İtimatsızlığım on­ların güdülerine değil güçlerine karşı…

“Gerçeklik nedir?” sorusunu soran roman­lar ve hikayeler yazarken, hep bir gün bu soru­ya bir cevap bulmayı umut ettim. Bu çoğu oku­yucumun da umuduydu. Yıllar geçti. Otuzun üzerinde roman ve yüzden fazla hikaye yazdım ama hala neyin gerçek olduğunu çözemedim. Bir gün felsefe dersi için ödev hazırlayan kolej öğrencisi Kanadalı bir kız, benden gerçekliği tanımlamamı istedi. Tek cümlelik bir yanıt is­tiyordu. Düşündüm ve sonunda “Gerçeklik ona inanmayı bıraktığında yok olup gitmeyen şey­dir” dedim. Tüm ortaya atabildiğim buydu işte. Bu 1972’deydi. O zamandan beri de gerçekliğin daha açık bir tanımını bulmayı başaramadım. Ama bu entelektüel bir oyun değil, hakiki bir sorun… Çünkü bugün medya, hükümetler, bü­yük şirketler, dini ve politik gruplar tarafından düzmece gerçekliklerin üretildiği bir toplumda yaşıyoruz. Üstelik bu sahte dünyaları, okuyucu, izleyici ve dinleyicilerin direkt olarak kafasına ileten elektronik aksam da artık mevcut.

Bazen on bir yaşındaki kızımı televizyon seyrederken gördüğümde, kafasına nelerin işle­nip durduğunu merak ediyorum. Dikkat edin, bu tamamen bir yanılgı sorunu… Yetişkinler için hazırlanmış bir TV programı küçük bir ço­cuk tarafından seyrediliyor. TV’deki oyunda söylenenlerin ve yapılanların yarısından çoğu çocuk tarafından yanlış anlaşılıyor. Kim bilir belki de hepsi… Asıl mesele, çocuk doğru anlasa bile yine de verilen bilginin ne kadar hakiki ol­duğu. Ortalama bir sit-com ile gerçeklik arasın­daki ilişki nedir? Ya polis şovlarına ne demeli? Arabalar sürekli kontrolden çıkıyor, çarpışıyor, yanmaya başlıyorlar. Polisler her zaman iyiler ve hep kazanıyorlar. Bu noktayı atlamayın: Polis hep kazanır. Ne biçim bir ders bu; Otoriteyle çatışmamalısın, zaten çatışsan da kaybedersin. Buradaki mesaj: pasif ol ve işbirliği yap. Eğer Memur Barerta sizden bilgi isterse verin çünkü Memur Barefta iyi ve güvenilir bir adam. Sizi se­ver, siz de onu sevmelisiniz.

Kaosa gizli bir aşk beslerim. Ondan daha da fazla olmalı. Bir toplumda ya da evrende düzen ve istikra­rın her zaman iyi olduğuna inanmayın. Eski olan, kemikleşmiş olan, her zaman yeni yaşama ve yeni şeylerin doğumuna yol vermelidir.

Bu yüzden yazılarımda gerçeğin ne olduğu­nu soruyorum. Çünkü çok komplike elektronik mekanizmalar kullanan çok komplike insanlar tarafından üretilmiş sahte gerçekliklerle dur­maksızın bombalanıyoruz, İtimatsızlığım on­ların güdülerine değil güçlerine karşı… O ka­dar fazlasına sahipler ki… Bu şaşırtıcı bir güç: topyekün evrenler yaratmak; zihin evrenleri… Benim bilmem gerekir. Ben de aynı şeyi yapı­yorum. İşim, bir romandan ötekine onlara temel olacak evrenler yaratmak. Ve onları iki gün son­ra çökmeyecek şekilde kurmak zorundayım. Ya da en azından editörlerimin umdukları bu. Yine de size bir sırrımı açacağım: Çökecek evrenler yaratmayı severim ben. Onların çözülmelerini ve romanlardaki karakterlerin bu sorunla nasıl başa çıktıklarını görmeyi severim. Kaosa gizli bir aşk beslerim. Ondan daha da fazla olmalı. Bir toplumda ya da evrende düzen ve istikra­rın her zaman iyi olduğuna inanmayın -bunu söylerken çok ciddiyim- Eski olan, kemikleşmiş olan, her zaman yeni yaşama ve yeni şeylerin doğumuna yol vermelidir. Yeni şeylerin doğa­bilmesi için önce eski yok olmalı. Bunun ayrı­mına varmak tehlikelidir; çünkü neticede bize alıştıklarımızdan ayrılmamız gerektiğini söy­ler. İşte bu acıtır. Fakat yaşamın senaryosunun bir parçasıdır da. Psikolojik olarak hayatımızda değişime yer vermediğimiz sürece içten içe ölmeye başlarız. Söylemek istediğim; nesnelerin, adetlerin, alışkanlıkların ve yaşama biçimle­rimizin hakiki insanın yaşayabilmesi için yok olması gerektiğidir. Asıl önemli olan da işte bu hakiki insandır. Bu geriye atlamasını bilen, içi­ne çekebilen, yeniyle baş etmesini bilen canlı, elastik organizma…

Tabii ki tam da bunları söyleyecektim. Ne de olsa Disneyland’ın yakınında oturuyorum, ora­ya sürekli yeni bölümler ekleyip eskilerini yok ediyorlar. Disneyland evrim geçiren bir orga­nizma. Yıllar önce Lincoln Simulakrum’u vardı, tıpkı Lincoln gibi o da madde ve enerji alıp veren geçici bir formdu. Hoşlanın ya da hoşlanma­yın, aynısı hepimiz için geçerli.

Sokrates öncesi Yunan filozofu Parmenides sadece değişmeyen şeylerin gerçek olduğu­nu düşünürdü. Yine Sokrates öncesi filozof Heraklitos da her şeyin değiştiğini… Onların görüşlerini birbirine eklediğinizde şu sonucu elde edersiniz: Hiçbir şey gerçek değildir… Bu doğrultuda düşününce etkileyici bir basamak­la karşı karşıya kalınır: Parmenides asla varolamazdı; çünkü o yaşlandı, öldü ve yok oldu. Yani kendi felsefesine göre hiç varolmadı. Heraklitos haklı olabilirdi -bunu unutmayalım; çünkü eğer Heraklitos haklıysa o zaman Permenides var oldu. Bu yüzden Heraklitos’un felsefesi­ne göre, Parmenides haklı da olabilirdi; çün­kü Parmenides gerekli koşulları, Heraklitos’un şeylerin gerçekliklerini yargıladığı kriterleri, sağlıyordu. Bunu yalnızca nihai gerçeğin ne olduğunu sormaya başladığınız anda saçmala­maya başladığınızı da göstermek için anlattım. Zeno hareketin imkansızlığını ispatlamıştı, (as­lında o sadece bunu ispatladığını zannetmişti. Onda eksik olan teknik olarak “limitler teorisi” olarak adlandırılan şeydi)

Aralarındaki en büyük septik olan David Hume bir seferinde, septiklerin septisizm ger­çeğini bir felsefe olarak ilan etmek için toplan­dıktan sonra, yine de pencere yerine kapıdan ayrıldıklarını belirtmişti. Hume’un bakış açısını anlayabiliyorum. Bunların hepsi laf. Ciddi filo­zoflar söylediklerini ciddiye almazlar.

Sahte gerçeklikler sahte insanlar yaratıyor. Ya da, sahte insanlar sahte gerçeklikler üretiyorlar ve sonra onları diğer insanlara satıyorlar ve sonunda onları da kendi taklitlerine dönüştürüyorlar. Böylece etrafımızı sahte gerçeklikler tasarlayan ve onları diğer sahte insanlara satan sahte insanlar sarıyor. Bu yalnızca Disneyland’in çok büyük bir versiyonu.

Fakat ben gerçeğin ne olduğunu tanımla­mayı ciddiye alıyorum. Bu çok önemli, hatta hayati bir konu… Ve yine buralarda bir yerde başka bir konu da göze çarpar: hakiki insanın tanımı… Sahte gerçekliklerle bombalanmaya başlamak hakiki olmayan insanları çok çabuk ürettiği için taklit insanlar da her yönden on­ları sıkıştıran bilgiler kadar sahte… Benim iki konum aslında tek bir konu; onlar bu noktada birleşiyorlar. Sahte gerçeklikler sahte insanlar yaratıyor. Ya da, sahte insanlar sahte gerçek­likler üretiyorlar ve sonra onları diğer insanlara satıyorlar ve sonunda onları da kendi taklit­lerine dönüştürüyorlar. Böylece etrafımızı sah­te gerçeklikler tasarlayan ve onları diğer sahte insanlara satan, sahte insanlar sarıyor. Bu yal­nızca Disneyland’in çok büyük bir versiyonu. Korsanlara, Lincoln Simülakrumu’na ya da Bay Toad’a sahip olabilirsiniz ama hiçbiri hakiki de­ğil. Yazılarımda sahte şeylerle o kadar ilgilen­dim ki, en sonunda sahte sahteler kavramına vardım. Örneğin Disneyland’da elektrik motorlarıyla çalışan, yanlarından geçtiğinizde çığ­lıklar atıp gaklayan sahte kuşlar var. Farz edin ki, bir gece hepimiz parkın içine gerçek kuşlar­la birlikte sızıverip onları yapay olanlarla değiş­tirdik. Disneyland görevlilerinin aldatmacamı­zı farkettiklerinde düşecekleri dehşeti düşü­nün. Gerçek kuşlar! Ve belki de bir gün gerçek su aygırları ve aslanlar… Şok. Park, sinsi güçler tarafından zekice sahteden gerçeğe dönüştürü­lüyor. Mesela, Matterhom’un hakiki karla kaplı bir dağa dönüştüğünü farz edin. Ya bütün yer Tanrının kudreti ve bilgeliğinin mucizesiyle bir anda, göz açıp kapayıncaya kadar, bozulamayacak bir şeye çevrilirse? Orayı kapatmak zorun­da kalırlardı.

Platon’un Timaeus’unda Tanrı, Hristiyan Tanrısının yaptığı gibi kainatı yaratmaz; sade­ce bir gün onu buluverir. Kainat tamamen kaos içindedir. Bu fikir bana çekici geldi ve onu ken­di entelektüel ihtiyaçlarımı karşılamak için şöy­le uyarladım; Ya evrenimiz o kadar gerçek ola­rak değil de Hindu dininin öğrettiği gibi bir çeşit ilüzyon olarak başladıysa ve Tanrı sevgi ve şefkatiyle bizim için onu yavaşça ve gizli­ce gerçek bir şeye dönüştürüyorsa. İlk aşama­da kendi dünyamızın bir yanılsama olduğu­nu bilmediğimiz için, bu dönüşümün ayrımın­da olamazdık. Bu aslında teknik olarak gnostik bir düşüncenin ürünü. Gnostisizm yüzyıllar boyunca Yahudiler, Hristiyanlar ve Paganlarca benimsenmiş bir mezheptir. Ben de gnostik fi­kirlere sahip olmakla suçlandım. Galiba sahi­bim de. Bir seferinde yakılacaktım. Ama onla­rın bazı fikirleri ilgimi çekiyor. Bir zamanalar Gnostisizmi Britannica’da araştırırken, “Gerçek Olmayan Tanrı ve Onun Varolmayan Evreninin Görünüşleri” isimli kutsal bir gnostik kitabın­dan bahsedildiğini gördüm. Bu fikir karşısında kahkahalarıma engel olamadım. Nasıl biri va­rolmadığını bildiği bir şey hakkında yazar ki? Peki ya nasıl olur da varolmayan bir şeyin gö­rünüşleri olabilir? Fakat sonra yirmi beş yıldan fazladır bu konular hakkında yazmakta oldu­ğumu fark ettim. Sanırım varolmayan bir konu hakkında yazdığınızda söyleyebilecekleriniz­de yüksek serbestliğiniz oluyor. Bir arkadaşım “Hawai’deki Yılanlar” isimli bir kitap yayınla­mıştı. Birkaç kütüphane kopyasını istemişti. İyi de Hawai’de yılan yoktur ki: Kitabın tüm sayfa­ları boştu.

Gerçeklik manipülasyonun ana aracı kelimelerle oynamaktır. Eğer kelimelerin anlamını kontrol edebiliyorsanız, onları kullanan insanları da kontrol edebilirsiniz. George Orwell “1984” romanında bunu açıkça göstermiştir. İnsanların zihinlerini kontrol etmenin bir başka yöntemi de onların algılarını kontrol etmektir. Onların dünyayı sizin gördüğünüz gibi görmesini sağlayabilirseniz, sizin gibi düşüneceklerdir. Anlama, algıyı takip eder.

Tabii ki bilimkurguda anlatılan dünyaların gerçek olduğu iddia edilmez. Okuyucu okuya­caklarına inanmaması için önceden uyarılır. Aynı şekilde Disneyland’in ziyaretçileri Bay Toad’un gerçekte varolmadığını ve korsanla­rın motorlarla, servo-destekleyici mekanizma­larla, rölelerle ve elektronik devrelerle oyna­tıldıklarını anlarlar. Yani bir aldatma söz ko­nusu değildir. Yine de garip olan şey şudur ki, bir şekilde, hatta gerçek bir şekilde, bilimkurgu başlığı altında ortaya çıkan şeylerin çoğu doğ­rudur. Harfi harfine doğrudur demiyorum ta­bii. Gerçekte “Üçüncü Türle Yakınlaşmalar “da [Close Encounters of the Third Kind] olduğu gibi başka bir yıldız sisteminden yaratıklarca istila edilmedik. O filmi yapımcıları buna inanmamıza niyet etmemişlerdi. Yoksa etmiş­ler miydi? Ve daha da önemlisi, bunu planladılarsa bile bu gerçekten de doğru mudur? Sorun yazarın ya da yapımcının eserine inanıp inanmaması değil, anlatılanların doğruluğu. Çünkü bir bilimkurgu yazarı ya da yapımcısı ya da se­naristi iyi bir hikayenin peşindeyken kazara doğruya denk gelebilir… ne var ki ancak sonra bunun farkına varabilir. Gerçeklik manipülas­yonun ana aracı, kelimelerle oynamaktır. Eğer kelimelerin anlamını kontrol edebiliyorsanız, onları kullanan insanları da kontrol edebilir­siniz. George Orwell “1984” romanında bunu açıkça göstermiştir. İnsanların zihinlerini kont­rol etmenin bir başka yöntemi de onların algı­larını kontrol etmektir. Onların dünyayı sizin gördüğünüz gibi görmesini sağlayabilirseniz, sizin gibi düşüneceklerdir. Anlama, algıyı ta­kip eder. Onların gerçekliği sizin gibi görmesini nasıl sağlarsınız? Sonuçta, sizinki de birçok ger­çeklikten sadece biri. Temel bileşenlerden biri imgelerdir: Görüntüler. Bu TV’nin genç dimağ­ları etkileme gücünün afallattıcı derecede engin oluşunun sebebidir. TV’de kelimeler ve görün­tüler eşzamanlı kullanılırlar. İzleyicinin mut­lak olarak kontrol edilme olasılığı vardır, özel­likle de genç izleyicinin. TV seyretmek bir çeşit uyuyarak öğrenmektir. Yaklaşık yarım saat TV izleyen birinin EEG’si, beynin hiçbir şeyin olup bitmediğine karar verdiğini ve alfa dalgaları ya­yarak hipnotik alaca karanlık durumuna geçti­ğini gösterir. Bunun nedeni çok az göz hareketi olmasıdır. Üstelik enformasyonun çoğu görsel­dir. Bu yüzden bilinçli kişiliğin bulunduğu sol beyinde işlenmek yerine sağ beyine gider. Son günlerdeki deneyler, TV ekranında gördükleri­mizin bilinçaltı düzeyinde kavrandığına işaret ediyor. Biz orada ne olduğunu bilinçli bir şe­kilde gördüğümüzü zannediyoruz fakat mesaj yığınları dikkatimizden kaçıyorlar; birkaç saat TV seyrettikten sonra ne gördüğümüzü bile­mez hale geliyoruz. Hafızalarımız tıpkı rüya belleklerimiz gibi kurmaca ve ondaki boşluklar geçmişe dayanarak doldurulup tahrif ediliyor. Bilmeden sahte gerçekliklerin yaratımına ortak oluyoruz ve bu sahte gerçeklikle kendimizi bes­liyoruz. Kendi akıbetimizi kendimiz hazırlıyo­ruz. Bunu profesyonel bir kurgu yazarı olarak söylüyorum- bu görsel/işitsel dünyaları yaratan yapımcılar, senaryo yazarları ve yönetmenler, içeriklerinin ne kadarının doğru olduğunu bil­mezler. Başka bir deyişle, onlar bizimle birlik­te kendi ürünlerinin kurbanlarılar. Kendi adı­ma konuşursam yazdıklarımın ne kadarının ya da hangi bölümlerinin (eğer varsa) doğru oldu­ğunu bilmiyorum. Bu potansiyel olarak ölümcül bir durum. Gerçeği taklit eden kurguları­mız ve kurguları taklit eden gerçeklerimiz var. Tehlikeli bir çakışma, tehlikeli bir bulanıklık… Ve her halükarda kasıtlı değil. Hatta bu duru­mun niyet edilmeden ortaya çıkışı da problemin bir parçası. Bir kutu pudingin etiketinde, karı­şımını oluşturan maddelerin listelenmesi gibi, yasaları kullanarak bir yazarın eserini doğru etiketlemesini sağlayamazsınız. Kendisi de bil­miyorsa onu hangi parçasının doğru olduğunu hangisinin olmadığını ilan etmeye zorlayamaz­sınız. Saf kurgu olduğuna inanarak bir roman­da yazdığınız bir şeyin gerçek olduğunu ileride -belki yıllar sonra- öğrenmek ürkütücü bir de­neyim. Bir örnek vermek istiyorum. Bu benim anlamadığım bir şey. Belki siz bir açıklama geti­rirsiniz. Ben yapamadım.

Peki ya bir şizofrenin dünyası? Belki onunkisi de bizim dünyamız kadar gerçektir. Belki bizim gerçeklikle temas halinde olduğumuzu ve onun olmadığını söyleyemeyiz de bunun yerine şöyle diyebiliriz: onun gerçekliği bizimkinden o derece farklı ki, bunu bize açıklayamıyor, biz de bizimkini ona açıkiayamıyoruz. O zaman sorun şudur: öznel dünyalar bu derece farklı deneyimleniyorsa, iletişim kopuklukları yaşanır… işte gerçek hastalık da budur.

1970’te “Flow My Tears, the Policeman Said” (Aksın gözyaşlarını, dedi polis) isimli bir ro­man yazdım. Karakterlerden biri 17 yaşında, Kathy isimli bir kızdı. Kocasının ismi Jack’ti. Kathy yeraltındaki suç örgütleri için çalışıyor gibi görünüyordu fakat sonra romanın derin­liklerine indikçe onun aslında polis için ça­lıştığını keşfediyorduk. Bir polis müfettişiyle ilişkisi vardı. Karakter saf kurguydu. Ya da en azından ben öyle düşünüyordum. Her neyse, 1970’in Noel gününde Kathy isimli bir kızla ta­nıştım. Anladığınız gibi, bu romanı bitirdiğim­den sonraydı. On dokuz yaşındaydı ve erkek ar­kadaşının ismi Jack’ti. Kısa süre sonra onun bir uyuşturucu satıcısı olduğunu öğrendim. Ona uyuşturucu satmayı bıraktırmak için aylar har­cadım. Onu, yakalanacağı konusunda tekrar tekrar uyardım. Sonra, bir akşam birlikte bir lo­kantaya girerken Kathy aniden durdu ve “İçeri giremem” dedi. Restoranda tanıdığım bir komi­ser oturuyordu. Kathy “Sana doğruyu söyleme­liyim” dedi. “Onunla bir ilişkim var.” Bunlar kesinlikle tuhaf tesadüfler. Belki de önceden görme yeteneğim vardır fakat gizem daha da kafa karıştırıcı oldu. Sonraki aşama beni tama­men dumura uğrattı. Bu dört yıl önceydi.

Roman 1974 yılında Doubleday tarafından basıldı. Bir öğleden sonra rahibimle konuşu­yordum -ben bir episkopal’im- ona romanın sonlarındaki önemli bir sahneden bahsettim. Sahnede, Felix Buckman geceleyin bir benzin istasyonunda zenci bir yabancıyla karşılaşıyor­du ve sohbete başlıyorlardı. Ben sahneyi daha detaylı tasvir ettikçe rahip git gide daha çok al­tüst oluyordu. En sonunda “Bu sahne Ameller Kitabı’ndan (Book of Acts), İncilden! Ameller Kitabı’nda yolda zenci adamla karşılaşan kişi­nin adı Philip, senin ismin.” dedi. Peder Rash benzerlikten dolayı o kadar telaşa kapılmıştı ki, o bölümün İncil’in neresinde olduğunu bile bu­lamadı. Bana Ameller Kitabı’nı oku­ma talimatı verdi. “Göreceksin en ince detaylarına kadar aynılar.” Eve gidip Ameller Kitabındaki o sahneyi okudum. Evet, Peder Rasch haklıydı; romanımdaki sahne bariz bir şekil­de Ameller Kitabı’ndaki sahnenin tekrarıydı. İtiraf etmeliyim; Ameller Kitabı’nı hiç okumamıştım. Bulmaca yine derinleşiyordu. Ameller Kitabı’nda Aziz Paul’ü tutuklayan ve sorguya çeken Roma yüksek memuru’nun adı Felix’ti, benim karakteri­min adı… Benim kahramanım Felix Buckman yüksek rütbeli bir polis şefiydi; nite­kim romanımda o, Felix’in Ameller Kitabı’ndaki yerini alıyordu: en son otorite… Romanımda Felix ve Paul arasında geçen konuşmaya ben­zer bir muhabbet vardı.

Böylece daha öte ben­zerlikler aramaya karar verdim. Romanımın ana karakterinin adı Jason’dı. Bir İncil fihristi alıp Jason adının İncil’de bir yerlerde geçip geç­mediğine baktım. İncil’de böyle birinin olduğu­nu hatırlamıyordum. Jason adı, İncil’de sadece ve sadece bir defa geçiyormuş. O da Ameller Kitabı’nda… Sanki beni daha başka tesadüfler­le bezdirmek istermiş gibi, romanımda Jason, otoritelerden kaçıp birinin evine sığınıyordu. Ameller Kitabı’ındaki Jason ise bir kanun kaça­ğını evinde barındırıyordu. Romanımdaki du­rumun tam tersi… Sanki bütün bunlardan so­rumlu olan gizemli Ruh, tüm olan bitenle eğlen­mek istermiş gibi… Felix, Jason ve yolda yaban­cı bir zenciyle karşılaşma… Ameller Kitabı’nda, Havari Philip zenciyi vaftiz eder, zenci de neşe içinde oradan ayrılır. Romanımda ise Felix Buckman’ın duygusal destek için yabancı zen­ciyle bağlantı kurmasının nedeni, adamın kız kardeşinin ölümü yüzünden ruhsal çöküntü içinde olmasıdır. Zenci, Buckman’ın ruhunu canlandırır. Sonuçta Buckman neşelenmese de en azından göz yaşı dökmeyi keser. Evine koşup kız kardeşinin cesedinin başında ağlayıp sızlamıştır. Biriyle, herhangi biriyle, hatta tamamen yabancı biriyle konuşma ihtiyacı hissetmiştir. Bu yol üzerindeki tamamen yabancı iki insan arasındaki yakınlaşma, onlardan birinin yaşa­mını değiştirir. Hem romanda hem de Ameller Kitabı’nda… İş başındaki gizemli ruhtan son bir acayiplik: Felix ismi Latince mutluluk demek­tir. Romanı yazdığımda bunu bilmiyordum. Romanımın dik­katli bir incelemesi, açıklamaya dahi başlayamadığım nedenler­den dolayı İncil’in belli bir bölü­münden bazı temel olayları, üs­telik aynı isimleri kullanarak, yeniden anlatmayı başardığımı gösteriyor. Bu nasıl açıklanabi­lir? Tüm bunları dört yıl önce keşfettim. Dört yıldır bir teori bulmaya çalışıyorum ama bece­remedim. Becerebileceğimden de şüpheliyim.

Kainat göründüğü gibi değildir. Onun en derin seviyesinde ne olduğu muhtemelen insanların en derin seviyelerinde ne olduklarıyla aynıdır, -buna zihin yada ruh deyin, o yaşayan ve düşünen yalnızca çoğul ve cismani olarak görünen, bölünmez bir şeydir. Evren düşünendir ve düşüncedir. İnsanlar olarak bizler de onun parçası olduğumuz için son tahlilde bu fikirlerin düşünürleri ve düşünceleriyiz.

Ancak tam da düşündüğüm gibi bu gizem burada da son bulmuyordu. İki ay önce gece geç bir vakitte hem bir mektup postalamak hem de apartmanın karşısındaki Aziz Joseph Kilisesi’nin manzarasını keyifle seyre dalmak için posta kutusuna doğru ilerliyordum. Bir adamın park edilmiş bir arabanın yanı başın­da şüpheli hareketlerle dolandığını fark ettim. Arabayı çalmaya çalışır gibi bir hali vardı. Ya da belki de içinden bir şeyleri… Posta kutusundan döndüğümde adam bir ağacın arkasına saklandı. Ani bir dürtüyle ona doğru yürüyüp, “Bir sorun mu var?” diye sordum. Adam “Benzinim bitti” dedi. “Hiç param da yok.” İnanılmaz bir şekilde -çünkü daha önce hiç böyle bir şey yap­mamıştım- cüzdanımı çıkardım, tüm paramı alıp ona uzattım. Sonra benimle el sıkıştı ve nerede oturduğumu sordu. Böylece daha son­ra borcunu geri ödeyebilecekti. Apartmanıma geri döndüğümde paranın işine yaramayaca­ğını fark ettim; çünkü yürüme mesafesinde hiç benzin istasyonu yoktu. Böylece kendi arabama döndüm. Adam arabasının bagajından metal bir benzin bidonu aldı, beraberce geceleri de açık olan bir benzin istasyonuna sürdük. Çok geç­meden, pompacı metal bidonu doldururken biz iki yabancı, orada öylece dikiliyorduk. Bir anda bunun romanımdaki sahne olduğunu fark et­lim. Sekiz yıl önce yazdığım romanın… Benzin istasyonu o sahneyi yazarken gözümün önüne getirdiğimin tamamen aynısıydı: göz kamaştıran beyaz ışık, pompacı… Ve şimdi daha önce görmediğim bir şey gördüm. Yardım ettiğim yabancı bir zenciydi. Benzinle birlikte onun dur­muş olan arabasına döndük. El sıkışıp apartma­nıma döndüm. Onu bir daha hiç görmedim. Ne bir sürü apartman arasından hangisinin benim­ki olduğunu ne de ismimi söylediğimden parayı geri ödeyemedi. Bu deneyim beni korkunç sars­tı. Bir sahneyi tam olarak romanımda yazdı­ğım gibi yaşamıştım. Yani, Ameller Kitabı’ında Philip’in yolda siyah adamla karşılaştığı sahne­nin bir kopyasını…

Bütün bunlar nasıl açıklanabilir?

Bulduğum yanıt doğru olmayabilir fakat aklıma bir başkası gelmiyor. Yanıtım zaman­la ilgili. Teorim şu: Zaman bir manada gerçek değil. Veya belki gerçek ama onu deneyimlediğimiz veya öyle olduğunu zannettiğimiz, gibi bir gerçeklik değil bu. Gördüğümüz tüm de­ğişimlere rağmen, değişim dünyasının altında, belirli, sabit bir yüzeyin yattığından ve bu gö­rünmez yüzeyin İncil’inki olduğundan saplan­tı derecesinde emindim (hala da eminim.) Bu özellikle İsa’nın ölümü ve yeniden dirilişinden hemen sonraki çağ, başka bir deyişle Ameller Kitabının çağı… Parmenides benimle gurur du­yardı. Durmadan değişen bir dünya gözledim ve onun altında sonsuz, değişmez, mutlak ger­çeğin yattığını ilan ettim. Eğer gerçek zaman MS 50 ise neden MS 1978’i görüyoruz. Ve gerçekten de Roma İmparatorluğu’nda Suriye’de bir yer­lerde yaşıyorsak neden Birleşik Devletleri gö­rüyoruz.

Orta Çağ’da tuhaf bir teori ortaya atıldı. Şimdi size bunun neden değerli olduğunu anla­tacağım. Bu Baş Kötü’nün (Şeytan’ın) “Tanrının Maymunu” olduğu teorisiydi. Buna göre Şeytan, Tanrı’nın hakiki yaratımının düzme­ce taklitlerini yaratıp onları orijinal yaratıların arasında sokar. Bu garip teori, deneyimimi açık­layabilir mi? Yaşadığımız zamanın 1978 değil de MS 50 olduğuna, kapatıldığımıza, aldatıldığımı­za; Seylan’ın, İsa’nın geri döneceğine olan inan­cımızı çürütmek için sahte bir gerçeklik üretti­ğine mi inanmalıyız?

Bir psikiyatrist tarafından muayene edildiğimi kafamda canlandırabiliyorum. Psikiyatrist, “Hangi yıldayız?” diye soruyor. Ben de “MS 50” diyorum. Gözleri ışıldayan psikiyatrist, “neredesin peki?” diye soruyor. “Judea’da”* diye cevap veriyorum. Psikiyatrist, “Hangi cehennemde orası?” diye sorunca cevabım “Roma İmparatorluğunun bir parçası” oluyor. Psikiyatrist, “Başkan’ın kim olduğunu biliyor musun?” diye soruyor. Buna cevabım “Vali Felix” oluyor. Psikiyatrist, iki iri yarı tek­nisyene gizlice işaret ederken bir yandan da, “Emin misin?” diye soruyor. “Hı hı” diye yanıt­lıyorum: “Tabii Felix tahttan indirilip de yerine Vali Festus geçmediği sürece… Görüyorsunuz ya Aziz Paul, Felix tarafından yakalatıldı” Sinirlenen psikiyatrist, “Tüm bunları sana kim anlattı?” diye sözümü kesiyor. “Kutsal Ruh” diye yanıtlıyorum.

Ve bundan sonra kendimi kauçuk duvar­lı bir odada dışarıyı süzerken buluyorum. Üstelik oraya tam olarak nasıl geldiğimi de bi­liyorum. Bu konuşmada geçen her şey, bir açı­dan bu kadar açık bir şekilde yanlışken başka bir açıdan pekala doğru da olabilirdi. Yılın 1978 olduğunu, Jimmy Carter’ın Başkan olduğunu, Birleşik Devletler’de, Santa Ana Kaliforniya’da yaşadığımı gayet iyi biliyorum. Hatta evim­den Disneyland’e nasıl gidebileceğimi bile… Bu asla unutamayacağım bir bilgi… Şüphesiz, Aziz Paul’un zamanında Disneyland yoktu.

Böylece kendimi çok rasyonel, mantıklı -tüm o diğer iyi şeylerden- olmaya zorlarsam, gerçek olduğunu bildiğim Disneyland’in Judaea’da, MS 50’de yaşamadığımızın kanıtı olduğunu itiraf et­mek zorundayım. Aziz Paul’ün dev çay fincan­larında fırıl fırıl dönerken İlk Corinthianslar’ı düzenlemesi, bunun da Paris TV tarafından telefotolens’le filme alınması… İşte bu mümkün değil. Aziz Paul, Disneyland’in yanından bile geçmezdi. Sadece çocuklar, turistler ve ziyare­te gelen Sovyet yüksek memurları Disneyland’e giderler. Azizler değil.

Ama bir şekilde İncil’in içeriği, bilinçdışımı kapana kıstırıp romanıma nüfuz etti işte. Yine aynı şekilde, bir sebepten 1970’te tasvir ettiğim sahneyi 1978’de yaşadım. Söylediğim şey şu: Aynen Parmenides ve Platon’un da şüphelendi­ği gibi, görünen fenomenal değişim dünyasının altında, değişmeyen başka bir gerçeklik yatıyor ve bir şekilde, belki de yalnızca şansla, onu giz­leyen şeyleri sıyırabiliyoruz. Romanlarımdan en az biri bunun içsel kanıtlarına sahip. Belki de gizemli bir ruh, eğer kalıcı olan öteki yüzeyi görmemizi isterse, bizi onunla temas ettiriyor. Zaman akıp gidiyor, binlerce yıl geçiyor fakat biz günümüzün dünyasını görürken aynı anda, antik dünya, İncil’in dünyası, onun ardında giz­lenmeyi sürdürüyor. Orada ve hala gerçekliğini koruyor. Sonsuza kadar da böyle olacak.


“Parabola” by Tool

Bir mola verip size bu alışılmadık hikayenin geri kalanını anlatabilir miyim? Eh, anlataca­ğım elbet. Bu kadar ileri gittikten sonra…”Flow My Tears The Police Man Said” adlı romanım Doubleday tarafından Şubat 1974’te yayımlan­dı. Yayımlanmasından bir hafta sonra, sıkışan iki yirmi yaş dişimi sodyum pentathol kullana­rak çektirdim. Aynı günün ilerleyen saatlerinde kendimi yoğun acılar içerisinde buldum. Karım cerrahı, cerrah da eczaneyi aradı. Yarım saat sonra kapım çalındı. Bu ağrı kesicilerle birlikte eczaneden gelen kuryeydi. Hasta ve zayıftım. Üstelik kanamam da devam ediyordu. Bütün bunlara rağmen kapıyı kendi başıma açma ihti­yacı hissettim. Kapıyı açtığımda karşımda genç bir kız duruyordu. Ortasında altından parlak bir balık olan yine altından pırıltılı bir kolye ta­kıyordu. Bir şekilde parlayan altın balık tarafın­dan hipnotize edildim. Acımı unuttum, ilaçları unuttum, kızın neden oralarda olduğunu unut­tum. Yalnızca balık işaretine bakakaldım.

Ona “Bunun anlamı ne?” diye sordum.

Kız eliyle altın balığa dokundu. “Bu ilk Hristiyanlar tarafından takılan bir işaret,” de­yip ilaç paketini uzattı.

Parlayan balık işaretine bakakalmış, onun sözlerini dinlerken bir anda sonradan anamnesis -Yunanca “unutkanlığın kaybolması” anla­mına gelen bir kelime- olarak adlandırıldığını öğrendiğim bir şey deneyimledim. Kim oldu­ğumu, nerede olduğumu anımsadım. Göz açıp kapayıncaya kadar hepsi bana geri geldi. Onları sadece hatırlamakla kalmıyor, görebiliyordum da. Kız gizli bir hristiyandı ve ben de öyley­dim. Romalılar tarafından tespit edilme kor­kusuyla yaşıyorduk. Şifreli işaretlerle iletişim kurmalıydık. Bana bunların hepsini henüz anlatmıştı ve bu doğruydu. Bütün bunlara inanmak da bir açıklama getirmek kadar güç ama kısa bir süre için gö­zümün önünde nefret edilesi Roma’nın siyah bir hapis­haneyi andıran hatları beliriverdi. Fakat daha da önem­lisi, İsa’yı hatırladım. İşte az önce bizimle birlikteydi. Geçici olarak gitmişti, kısa zamanda da geri dönecekti. İçim sevinçle doldu. Gizlice onun dönüşünü karşılama­ya hazırlanıyorduk. Çok uzun sürmeyecekti. Romalılar bunu bilmiyorlardı. Onun öldüğünü ve sonsuza kadar ölü kalacağını düşünüyorlardı. Bu bizim büyük sırrımız, keyif veren bilgimizdi. Tüm görünenlere rağmen İsa geri dönecekti işte. Beklentilerimiz de mutluluğumuz da sı­nırsızdı. Bu garip olayın, unutulmuş anıların geri ka­zanımının, Flow My Tears’ın yayınlanmasından sadece bir hafta sonra meydana gelmesi tuhaf değil mi? Hani şu Ameller Kitabı’ndaki insanları ve olayları tekrar eden öykü… Ameller Kitabı da tam da altın balık işaretiyle he­nüz meydana gelmişçesine hatırladığım zamanda geçi­yor. Yani İsa’nın ölümünden ve yeniden dirilişinden he­men sonra…

Eğer benim yerimde olsaydınız ve bunlar sizin başınıza gelseydi eminim peşini bırakmazdınız. Onu izah edecek bir teori arardınız. Dört yıldır bir teoriden öbürü­ne koştum: çembersel zaman, donmuş zaman, zamansız zaman, “dünyevi zaman”a zıt “ulvi zaman”… Denediğim teorilerin haddi hesabı yok. Fakat, tüm teoriler arasında bir tanesi sürekli baskın çıktı: İsa’yla sağlam ve yakın bir ilişkisi olan, insan zihinlerine nüfuz eden, onlara reh­berlik edip bilgilendiren ve hatta insanlar fark etmeseler bile kendini bu insanlar aracılığıyla ifade eden gizemli bir Kutsal Ruh olmalı.

1970’te Flow My Tears’ı yazarken normal yazma sü­recimin bir parçası olmayan olağandışı bir olay oldu. Bir gece çok berrak bir rüya gördüm ve uyandığımda ken­dimi rüyamı tam olarak gördüğüm şekliyle romanıma aktarma zorunluluğu -mutlak ihtiyacı- içinde hissettim. Rüyayı doğru geçirebilmek için tatmin olana kadar müs­veddenin final bölümünü 11 defa baştan yazdım.

Şimdi basıldığı son haliyle romandan alıntı yapaca­ğım. Bu rüyanın size bir şeyler anımsatıp anımsatmadı­ğına bakın.

“Çocukken yaşadığı, yazları kahverengi ve kuru olan sayfiye yeri… At sürüyor, bir atlı takımı solundan ona doğru yavaşça yaklaşıyordu. Atlara, her biri farklı renkte cübbeler giymiş, güneş ışığında parlayan miğferler takan adamlar biniyordu. Ağır, heybetli şövalyeler yanından geçtiler. Öylece geçip giderlerken birinin yüzü gözüne çarptı. Antik mermerden suratı, dalgalanan, şelale gibi beyaz sakalıyla çok yaşlı bir adam… Ne kadar güçlü bir burnu, ne asil bir çehresi vardı. Çok yorgun, çok ciddi, sıradan insanların çok ötesinde. Belli ki, bir kraldı. Felix Buckman onların geçmesine izin verdi. Sesini çıkarmadı, onlar da bir şey söylemediler. Hep birlikte onun geldiği eve doğru hareket ettiler.

Evin içinde bir adam kendini hapsetmişti, yalnız bir adam, Jason Taverner, sessizlikte ve karanlıkta, penceresiz, kendi başına, şimdiden ebediyete… Oturmak, yalnız­ca varolmak, atalet… Felix Buckman kıra doğru devam etti. Sonra arkasında dehşet dolu bir haykırış duydu. Taverner’i öldürmüşlerdi. Onların girişini gören, etra­fındaki gölgelerde onları sezen, ne yapmak için geldikle­rini bilen Taverner çığlık atmıştı. Felix Buckman mutlak ve son derece yeis bir ızdırap duydu. Fakat rüyasında ne geri döndü ne de arkasına baktı. Yapılabilecek hiçbir şey yoktu. Cübbeler içindeki bu rengarenk adamlar toplulu­ğunu kimse durduramazdı, onlara hayır denemezdi. Her neyse, bitmişti işte, Taverner ölmüştü.”

Muhtemelen bu pasaj size özel bir şey ifade etmiyor­dur. Adalet takımının suçlu olan ya da olduğu düşünü­len birini infaz etmesi dışında tabii… Tavernar’ın bir suç mu işlediği yoksa sadece suç işlediğine mi inanıldığı net değil. Ben onun suçlu olduğu izlenimini edindim, ama öldürülmek zorunda olması bir trajedi, korkunç bir traje­di… Romanda bu rüya Felix Buckman’ın ağlamaya başla­yıp benzin istasyonunda zenci adamı aramaya çıkmasına neden oluyor. Roman yayınlandıktan aylar sonra İncil’de bu rüyaya ilişkin bir kısım buldum. Bu Daniel 7:9’du:

“Tahtlar yerine yerleşti ve kadim kişi mevkiine otur­du. Kaftanı kar kadar beyazdı, saçları en temizinden ipek gibiydi. Tahtı alevden, tekerlekleri cehennem ateşlerindendi. Önünde alevden bir nehir akıyordu. Binlercesi ona tapıyor, on binlerce kişi huzurunda bekliyordu. Saray kuruldu ve kitap açıldı.”

Beyaz saçlı adam Vahiy 1:13’te tekrar ortaya çıkıyor.

“Ademoğluna benzer birini gördüm, göğsünü saran altından bir kuşakla ayaklarına kadar inen bir kaftan giymişti. Saçları kar beyazı yün gibiydi. Gözleri çakmak çakmaktı; ayakları ocakta inceltilmiş cilalı pirinç gibi nur saçıyordu. Sesi gürleyen sular gibiydi.”

Ve sonra 1:17’de:

Onu gördüğümde ölmüş gibi ayaklarına düştüm. Fakat o sağ elini üzerime koydu ve “Korkma. Ben ilk ve son olanım, yaşayanım; ölmüştüm ancak şimdi sonsu­za kadar canlıyım, ölümün ve arazisinin anahtarlarını elimde tutuyorum. Bu yüzden gördüklerini, şimdi olan­ları ve buradan sonra olacakları kağıda geçir.”

Patmos’lu John gibi, gördüklerimi imanla yazdım ve romanıma koydum. O zamanlar şu tasvirle kimin kaste­dildiğini bilmesem de:

“…birinin yüzü gözüne çarptı. Antik mermerden su­ratı, dalgalanan şelale gibi beyaz sakalıyla çok yaş’- bir aoum. Ne kadar güçlü bir burnu, ne asil bir çehresi vardı. Çok vorgun, çok ciddi, sıradan insanların çok ötesinde. Belli ki, bir kraldı.”

O elbette bir kraldı. İsa’nın kendisi adaleti sağla­mak için geri dönmüştü. Romanımda da yaptığı buydu: Karanlığa mahkum olmuş adamı yargıladı. Karanlıktaki adam Kötülükler Prensi ya da Karanlığın Gücü olmalıy­dı. Ona ne isterseniz o ismi verin, artık onun vakti geldi. Yargılandı ve suçlu bulundu. Felix Buckman bu duru­mun hazinliğine göz yaşı dökebilirdi fakat hükme itiraz edilemeyeceğini biliyordu. Bu yüzden geri dönmeden veya ardına bakmadan, sadece korku ve yenilginin çığlı­ğını -yok olan kötünün haykırışını- duyarak atını sürdü.

Romanım, Ameller Kitabı’ndan parçalar içerdiği gibi İncil’in diğer bölümlerden de parçalar içeriyor. Deşifre edildiğinde yüzeydeki hikayeden -şu anda irdeleme­mize gerek yok- bayağı farklı bir öykü anlatıyor. Gerçek öykü basitçe şu: İsa’nın acı çeken bir hizmetkar değil de bir kral olarak; adil olmayan yargının kurbanı olarak değil de yargıç olarak dönüşü. Her şey tersine döndü.

Romanımın bilgim haricindeki esas mesa­jı iktidar sahiplerine bir uyarı: Kısa bir zaman içerisinde yargılanıp suçlu ilan edileceksiniz. Bununla kim kastediliyor? Şey, bunu söyleye­mem ya da söylememeyi tercih ederim. Kesin bir bilgim yok, sadece bir sezgi. Ve bu devam etmem için yeterli değil, bu nedenle fikirlerimi kendime saklayacağım. Ama kendinize Şubat 1974’le Ağustos 1974 arasında, bu ülkede hangi politik olayların olduğu sorusunu sorabilir­siniz. Kendinize kimin yargılanıp suçlu bulun­duğunu, kayan bir yıldız gibi düşüp harabolduğunu ve rezil edildiğini sorun: Dünyadaki en güçlü adam. Şimdi de onun için o rüyayı gör­düğüm zamanki kadar üzgünüm. Bir seferinde karıma gözümde yaşlarla “o zavallı adam” de­miştim, “karanlığa kapatılmış, geceleyin kendi kendine piyano çalan, başına gelecekleri bilerek yalnız ve korku içinde…” Tanrı aşkına, sonunda onu affedelim. Ama ona ve tüm adamlarına -hep söylendiği gibi “başkanın tüm adamlarına”- yapılmış olanlar yapılmalıydı. Ama bitti ve o tekrar gün ışığına çıkarılmalı; hiçbir yaratık, hiç kimse, sonsuza dek korku içinde karanlığa hapsedilmemeli. Bu insanca değil.

Anayasa Mahkemesi, Nixon’ın kasetleri­nin savcıya teslim edilmesine karar verdiğinde, bir Çin lokantasında yemek yiyordum. Lokanta Kaliforniya’nın Yorba Linda kasabasındaydı. Yani Nixon’ın okula gittiği, büyüdüğü, bakkal dükkanında çalıştığı, onun adına inşa edilmiş bir parkın ve tabii ki, Nixon’ın evinin olduğu yerde… Fallı kekimden şöyle bir mani çıktı:

GİZLİCE YAPILANLAR

ORTAYA ÇIKMANIN BİR YOLUNU BULURLAR

Çin lokantasının, Nixon’ın kendi evine bir­kaç mil mesafede bulunduğundan da bahsede­rek kağıt parçasını Beyaz Saray’a postaladım ve “Bir yanlışlık olduğunu düşünüyorum, kazara Bay Nixon’ın falı bana çıktı. Acaba benimki de onda mı?” dedim. Beyaz Saray cevap vermedi.

Evet, daha önce de söylediğim gibi, yazar kurgu olduğunu sandığı eserinde hiç bilme­den gerçekleri yazabilir. Başka bir Sokrates-öncesi filozof olan Xenophanes’ten alıntılarsak: “Eksiksiz doğru hakkında konuşma şansına sahip olan bir kimse dahi her şeyin görünüş­lerle sarılı olduğunu bilmez. (Fragman 34)” Ve Herakiitos buna şunu ekliyor: “Şeylerin doğası kendini gizleme eğilimindedir. (Fragman 54)” W.S. Gilbert, Gibert ve Sullivan’ın Gilbert’iyse şunu katıyor: “Şeyler nadiren göründükleri gi­bidirler; kaymağı alınmış süt, krema gibi görü­nür.”

Bütün bunların ana fikri duyularımıza ve belki de a priori mantığımıza güvenemeyeceğimizdir. Duyularımız açısından düşününce, doğuştan kör olan insanların bir anda gözleri açıldığında, nesnelerin uzaklaştıkça küçülüyor gibi göründüklerini keşfettiklerinde çok şaşır­malarını anlıyorum. Mantıksal olarak bu ola­yın bir açıklaması yok aslında. Hepimiz bunu kabul ediyoruz çünkü alışmışız. Nesnelerin kü­çüldüklerini görüyoruz ama aslında aynı bü­yüklükte kaldıklarını biliyoruz. Kısacası gün­lük yaşamın pragmatik şahsiyeti bile göz ve ku­laklarının ona söylediklerinin belli bir miktarı­na aldırmaz.

Heraklitos’un yazdıklarının çok azı günü­müze kadar kaldı. Sahip olduklarımız da bula­nık ama Fragman 54 açık ve önemli: “Gizli yapı görünen yapının hakimidir.” Bu Heraklitos’un, gerçek yüzeyin bir peçeyle örtülü olduğuna inandığı anlamına geliyor. O ayrıca zamanın da, bir şekilde, göründüğü gibi olmadığından şüphelenmiş olabilir; çünkü Fragman 52’de “Zaman eskizlerle oynayan bir çocuktur; bir çocuğunki krallıktır” demiş. Bu elbette şifreli. Ama Fragman 18’de şunu da diyor: “Eğer biri ummazsa, beklenmeyeni bulamaz; o peşinde iz bırakmamıştır ve hiçbir yol bizi ona götürmez.” Edward Hussey, “The Pre-Socratics” isimli aka­demik kitabında şöyle diyor:

“Heraklitos, insanların çoğunda görülen an­lama eksikliğinin üzerinde duruyorsa bu gerçe­ği idrak etmek için daha öte talimatlar vermesi­ni gerektirir. Bilmece-tahmin bahsi, insan kont­rolünün ötesinde olan bir çeşit vahyin gerekli olduğunu öneriyor. Gerçek bilgelik, görüldüğü gibi, Tanrı’yla yakından ilişkilidir. Daha da ileri gidersek, bilgeliği artan insanın Tanrı gibi ya da Tanrı’nın bir parçası olacağını söyleyebiliriz.”

Bu alıntı ne dini bir kitaptan ne de te­oloji hakkındaki bir kitaptan… Bu Oxford Üniversitesi’ndekİ bir antik çağ felsefesi hoca­sının eski filozoflar hakkındaki analizi. Hussey bu eski filozoflar için felsefe ve din arasında bir ayrım bulunmadığını gösteriyor. Yunan teolojisindeki ilk kuantum sıçraması MÖ al­tıncı yüzyılın ortalarında doğan Kolophon’lu Xenophanes tarafından yapılıyor. Kendi zihnin­den başka başvuracak bir merci tanımayan filo­zof şöyle diyor:

“Ne bedensel şekil ne de zihinsel düşünce­ler açısından ölümlü mahluklara benzeyen bir Tanrı vardır. Onun tamamı görür, onun bütü­nü düşünür, o topyekün işitir. O her zaman aynı yerde hareketsiz durur. Onun şimdi bu ya da şu yönde hareket ettiğini söylemek uygunsuzdur”

Bu besbelli eski Yunanlı düşünürler anasın­da geçmişte örneği olmayan zarif ve gelişmiş bir Tanrı kavramı. “Parmenides’in argüman­ları, tüm gerçekliğin şüphesiz bir zihin ya da zihindeki düşünce nesnesi olması gerektiği­ni gösteriyor” diye yazıyor Hussey. “Özellikle Heraklitos’a göre”, diyor, “Tanrı’nın kafasında­ki tasarımlarla onların dünyadaki uygulanış bi­çimlerinin ya da Tanrı’nın zihniyle dünyanın, birbirlerinden ne kadar ayırt edilebileceğini söylemek zordur.”

Anaxagoras tarafından yapılan bir sonra­ki sıçrayış beni hep büyülemiştir. Anaxagoras, maddeyi oluşturan mikro yapıya dair bir teo­riye ulaştı. Bu onu bir yere kadar insan aklına gizemli hale getiriyordu. Anaxagoras, her şeyin zihin tarafından belirlendiğine inandı. Bunlar çocukça düşünürler ya da ilkeller değiller. Onlar ciddi konuları münakaşa edip kavrayış yetenekleriyle birbirlerinin görüşleri üzerinde maharetle çalıştılar. Aristotales’in zamanına ka­dar da görüşleri, hatalı bir bakış açısıyla “kaba” olarak değerlendirilecek kadar indirgenmemişti. Sokrates-öncesi teoloji ve felsefelerin toplamı şöyle özetlenebilir: Kainat göründüğü gibi değildir. Onun en derin seviyesinde ne olduğu muhtemelen insanların en derin seviyelerinde ne olduklarıyla aynıdır, -buna zihin ya da ruh deyin, o yaşayan ve düşünen yalnızca çoğul ve cismani olarak görünen, bölünmez bir şeydir. Bu görüşlerin çoğu bize İsa’yla ilişkilendirilen Logos doktrini aracılığıyla ulaşır. Evren düşü­nendir ve düşüncedir. İnsanlar olarak bizler de onun parçası olduğumuz için son tahlilde bu fi­kirlerin düşünürleri ve düşünceleriyiz.

Bu bağlamda, eğer Tanrı MS 50 dolayında Roma’yı düşünüyorsa, o zaman MS 50 yılında­ki Roma var olur. Evren kurmalı bir saat değil­dir. Ne de Tanrı onu kuran bir el… Evren pilli bir saat olmadığı gibi Tanrı da pil değildir. Spinoza evrenin Tanrı’nın uzaya yayılmış bedeni oldu­ğuna inanırdı. Ama Spinoza’dan uzun zaman önce -iki bin yıl önce- Xenophanes onun hiç çaba harcamadan zihnindeki fikirlerle her şeye yayılıverdiğini söylemişti.

Eğer romanım Ubik’i okuduysanız, Ubik denilen şu gizemli varlığı, zihni ya da gücü bilir­siniz. Bir dizi ucuz ve bayağı reklamla başlayan Ubik şunu demeye varır:

“Ben Ubik’im. Evrenden önce ben vardım. Yıldızları ben yaptım. Dünyaları ben meyda­na getirdim. Yaşamları ve onların yerleştikleri mekanları ben yarattım. Onları buraya ben ge­tirdim, oraya ben koydum. Onlar benim söyle­diğim şekilde hareket eder, benim dediklerimi yaparlar. Ben sözüm ve kimsenin bilmediği is­mim asla söylenmez. Bana Ubik derler ama bu benim adım değil. Ben varım. Her zaman varo­lacağım.”

Burada Ubik’in kim ve ne olduğu açık; özellike onun “söz” olduğu söyleniyor, bu da “Logos” demektir. Almanca çeviride ise hayatım boyun­ca karşılaştığım en harika anlamdan sapma ör­neklerinden biri var. Ubik’i çeviren adam eğer Yeni Ahit’i eski Yunanca’dan Almanca’ya çevir­meye kalkarsa Tanrı yardımcımız olsun! “Ben sözüm” cümlesine gelene kadar iyi iş çıkarmış. Bu kafasını karıştırmış. Logos doktriniyle daha önce hiç karşılaşmadığı için de “yazar bununla ne kastediyor acaba?” diye kendi kendisine sor­muş olmalı. Böylece bir çeviri işinin mümkün olabileceği en iyi işi çıkarmış. Almanca baskıda, güneşleri, dünyaları, canlıları ve onların yaşa­dığı mekanları yaratan Mutlak Varlık kendine: “Ben Markayım” diyor. Eğer Yuhanna İncil’ini tercüme etmiş olsaydı sanırım şöyle bir şey or­taya çıkardı:

“Her şey başladığında marka halihazırda mevcuttu. Marka Tanrı’yla bir oldu Tanrı neyse, marka da oydu.”

Öyle görünüyor ki, size yalnızca Disneyland’den değil Mortimer Snerd**”‘den de selamlar getiriyorum. Yazılarına teolojik ko­nular eklemek isteyen bir yazarın kaderidir bu. “Marka başlangıçta Tanrı’yla birlikteydi ve onun sayesinde tüm şeyler ortaya çıktı. Tek bir şey bile onsuz yaratılmadı.” Ve böyle soylu tutkularla devam ediyor. Umalım da Tanrı şaka­dan anlıyor olsun.

Ya da şöyle mi demeliyim; Marka’nın şaka­dan anlamasını umalım.

Daha önce de dediğim gibi yazılarımda zih­nimi meşgul eden iki şey “Gerçeklik nedir?” ve “Hakiki insan nedir?” sorularıydı. Şimdiye ka­dar ilk soruya cevap veremediğimi görmüşsünüzdür. İncil’in dünyasının bir şekilde görüşü­müzden gizlenmiş, hiç değişmeyen, ancak va­hiy yoluyla ulaşılabilen, genel anlamda gerçek ama bir perdeyle gizlenmiş bir yüzey olduğu­na dair sabit bir sezgim var. Tüm ortaya atabil­diğim bu: gizemli deneyimlerin, mantığın ve inancın bir karışımı… Hakiki insanın özellik­leri hakkında da bir şeyler söylemek istiyorum; çünkü bu konuda daha makul cevaplarım var.

TV seyreden çocukla­rı izliyorum. Bir an kafalarına nelerin işlenip durduğunu düşünüp korkuya kapılıyorum ama sonra onların yozlaştırılamayacaklarını ve yok edilemeyeceklerini fark ediyorum. Onlar izli­yor, dinliyor, anlıyorlar ve sonra yeri ve zamanı geldiğinde reddediyorlar.

Hakiki insan, ne yapmaması gerektiğini iç­güdüsel olarak bilen kişidir. Bilmekle yetinme­yip bunu uygulamakta da direnecektir. O, ken­disini sevenlerin ve sevdiklerinin başına kor­kunç akıbetler getirecek olsa dahi bunun aksini yapmayı reddeder. Bu bence sıradan insanların en kahramanca özelliğidir. Zorbaya hayır derler ve direnişlerinin sonucuna sakince katlanırlar. Davranışları küçük olabilir, neredeyse hiçbir za­man fark edilmez, tarih onları yazmaz. Ne isim­leri hatırlanır ne de bu hakiki insanlar isimleri­nin hatırlanmasını beklerler. Onların hakikatini tuhaf bir yöntemle tespit ederim: büyük kahra­manca davranışlar yapmak istemelerinde değil, sessizce reddedişlerinde. İşin aslı, onlar olmadıkları şey olmaya zorlanamazlar. Sahte gerçek­liklerin gücü bugün bizi hırpalıyor fakat kasten üretilen bu taklitler gerçek insanların kalpleri­ne asla nüfuz edemiyor. TV seyreden çocukla­rı izliyorum. Bir an kafalarına nelerin işlenip durduğunu düşünüp korkuya kapılıyorum ama sonra onların yozlaştırılamayacaklarını ve yok edilemeyeceklerini fark ediyorum. Onlar izli­yor, dinliyor, anlıyorlar ve sonra yeri ve zamanı geldiğinde reddediyorlar. Bir çocuğun hileli ola­na karşı koyusunda müthiş güçlü bir şeyler var. Çocuk en temiz göze ve en şaşmaz ele sahiptir. Reklamcılar, girişimciler bu küçük insanların sadakatlerini cezbetmeye çalışıyorlar ama na­file… Gıda şirketlerinin çok büyük miktarlarda boktan kahvaltılığı pazarlayabildiği; hamburger ve hot dog zincirlerinin çocuklara gerçek olma­yan sayısız fast-food’u sattığı doğ­ru ama derindeki kalp ulaşılmadan, düzgünce atmaya devam ediyor. Günümüzün çocuğu, bir yalanı yir­mi yıl öncesinin en akıllı yetişkinin­den daha hızlı tespit ediyor. Neyin doğru olduğunu bilmek istediğim­de çocuklarıma sorarım. Onlar bana sormazlar; ben onlara dönerim.

Bir gün dört yaşındaki oğlum Cristopher, önümüzde oynarken, an­nesi ve ben, biz iki yetişkin, Synoptic Gospel’deki İsa şahsı hakkında tar­tışmaya başladık. Cristopher bir an için bize döndü ve “Ben bir balıkçı­yım. Balık tutarım.” dedi. Birinin bana verdiği ancak benim hiç kullanmadığım hantal bir fe­nerle oynuyordu. Bir anda fenerin balık şeklin­de olduğunu fark ettim. O anda küçük oğlumun ruhunda hangi düşüncelerin bulunduğunu me­rak ettim. Bunlar gıda tüccarları ve şekerleme satıcıları tarafından yerleştirilmemişti. “Ben bir balıkçıyım. Balık tutarım.” Dört yaşındaki Cristopher kırk beş yaşıma kadar benim bula­madığım bir işareti bulmuştu. Zaman hızlanı­yor. Peki hangi sona doğru? Belki de bize aradan iki bin yıl geçtiği söylendi. Belki gerçekte o kadar uzun zaman olmamıştır, bu kadar za­manın geçmiş olması yalnızca bir yanılsamadır. Belki bir hafta önceydi, belki de bugünden bile yakın… Belki zaman yalnızca hızlanmıyordur aynı zamanda sona eriyordur.

Eğer öyleyse, Disneyland’teki turlar asla es­kisi gibi olmayacak; çünkü zaman sona erdiğin­de Disneyland’teki kuşlar, su aygırları, aslanlar ve geyikler artık simülasyon olmayacaklar. İşte o zaman ilk defa gerçek bir kuş şakıyacak.

• İsa zamanında Filistin’in güneyindeki, Roma’ya bağ­lı bir eyalet

** Vantrologlar tarafından elle oynatılan ünlü br kuk­la figürü


Kaynak: Davetsiz Misafir, Sonbahar 2004