
Yayıncılık dediğin şey, bir “kültürel ekosistem” falan değil. Bir denetim aygıtı. Bir filtreleme merkezi. Bir çeşit kültürel sınır kapısı.
Gökhan Gençay
Senin yazdığın her cümle, onlar için bir “güvenlik taraması.” X-Ray’den geçmeyen kelime: Yasaklı madde. Sarsıcı fikir: Potansiyel tehdit. Sistem eleştirisi: İdeolojik risk.
Her yayınevinin görünmeyen bir protokolü var:
1-Okuru radikalleştirmeden eğlendir.
2-Düşündürmeden oyala.
3-Uyandırmadan uyut.
Çünkü uyandıran yazar piyasa ilişkilerini bozar ve “operasyon riski” taşır!
Bu sektörün kanunları var. Ekonominin, siyasi atmosferin, piyasa korkularının yazara dayattığı görünmez kelepçeler.
Yazar özgür değildir. Okur hiç özgür değildir.
Yalnızca satış rakamları özgürdür. Dolasıyla sadece grafikler konuşur. Onlar “edebiyat” demez; “ürün” der. “Yazar” demez; “içerik sağlayıcı” der. “Okur” demez; “müşteri segmenti” der.
Kelimelerin metafizik ağırlığı yoktur, pazar payı vardır. Metnin estetik değeri yoktur, finansal riski vardır. Ve bütün bunların üstünde, görünmeyen ama her yeri yöneten bir otorite vardır: Trend!
Trend dediğin şey, kültür endüstrisinin parti bayrağıdır. Ona biat etmeyen “piyasa dışı” ilan edilir.
Özgünlük ise ceza gerektirir. Radikalliğe barikat oluşturulmalıdır. Politik keskinlik, “ülke şartlarına kesinlikle uygun değildir.”
Sansür artık makasla yapılmaz. Excel tablosuyla yapılır. Artık kimse sana “Bunu yazma,” demez. Onun yerine şöyle derler:
“Bu okura ağır gelebilir.”
“Satışları düşürür.”
“Bu bölüm çok karanlık.”
“Bu fikir politik olarak riskli.”
“Bu karakter fazla gerçekçi.”
Fazla gerçek olmak suçtur artık. Çünkü gerçeklik yönetilemez. Kontrol edilemez. Kalıba girmez.
Excel para basar, gerçeklik sorun çıkarır.
Bunlar seni durdurmasın o yüzden. Unutma ki, sen raflara girmek için değil, raf sistemini çökertmek için yazıyorsun!
Yayıncılık bir tür ılımlı otoriterliktir. Devlet açıktan sansür uygulamak zorunda bile kalmaz; çünkü yayınevi “piyasa hassasiyetlerine” göre davranıyordur zaten. İktidar seni yasaklamaz; editör “Geniş kitlelere uygun değil bu kitap,” der. Toplumsal tabular seni öldürmez; satış ekibi “Reklam verirken zorlanırız,” der.
Bu kibar cümlelerin hepsi tek bir anlama gelir: “Söylemek istediğini sakın söyleme.”
Kültür endüstrisi radikal yazar sevmez. İşte en kirli gerçek de tam burada: Seni susturmak istemezler. Seni yönetmek isterler. Yönetilebildiğin sürece en sıkıntılı meseleleri konu almanda bir sakınca yoktur. Çünkü radikalliğin paketlenebilir olanı makbuldür.
Yayıncılık bir kolonizasyon biçimi, yazar ise kolonileştirilecek toprak. Metnin benzersiz olan her yanı “fazlalık” sayılır. Üslubun “risk” unsudur. Politik duruşun “kriz yönetimi gerektirir.”
Sana özgü olan her şeyi kesmek, törpülemek, zımparalamak isterler. “Deneysel”, “cesur,” “sınırları zorlayan”…Bunlar gerçek nitelikler değil, etiketlerdir. Seni övmek için değil paketlemek için sarf edilir.
Fazla keskin olandan, fazla sert olandan, fazla dürüst olandan, fazla karanlık olandan korkarlar.
Sonuçta, seni törpülemeye çalışacaklar. Her zaman. Her dosyada. Her kitapta. Bahaneler belli. Çünkü kelimelerin steril değil. Ontolojik olarak, doğası gereği böyle. Mesele “sert” yazman değil aslında, senin sert olman.
Sen “postmodern ironi” değil; damakta pas yapan metal tadısın. Sen “piyasa kitabı” sunmuyorsun, elektrik panosuna tornavida sokuyorsun.
Bunlar seni durdurmasın o yüzden. Unutma ki, sen raflara girmek için değil, raf sistemini çökertmek için yazıyorsun!
