
VE vaki oldu ki, toprağın yüzü üzerinde adamlar çoğalmağa başladı, ve onların kızları doğduğu zaman, 2Allah oğulları adam kızlarının güzel olduklarını gördüler, ve bütün seçtiklerinden kendilerine karılar aldılar. 3Ve RAB dedi: Ruhum adam ile ebediyen çekişmiyecektir, çünkü o da ettir; bunun için onun günleri yüz yirmi yıl olacaktır. 4Allah oğulları insan kızlarına vardıkları, ve bu kızlar onlara çocuk doğurdukları zaman, o günlerde, hem de ondan sonra, yeryüzünde Nefilim* vardı; bunlar eski zamandan zorbalar, şöhretli adamlardı. (Tekvin, BAP 6)

DÜNYA KRALLIĞI
İnsanlık için sarsıcı bir deneyim olan Tufan, “tanrılar”, yani Nefilimler için de aynı etkiyi yapmıştı.
Sümer kral listelerinin sözleriyle söylersek, “Tufan silip süpürdü” ve 120 şarlık gayret ve çabayı da bir gecede silip süpürdü. Güney Afrika madenleri, Mezopotamya’daki şehirler, Nippur’daki kontrol merkezi, Sippar’daki uzay limanı; hepsi de su ve çamur altına gömülmüştü. Yıkıma uğramış Dünya’nın üstünde, mekik araçlarının içinde uçarken, Nefilimler tekrar sağlam toprağa ayak basabilmek için suların çekilmesini sabırsızlıkla beklediler.
Şehirleri ve rahatlarını sağlayan her şey, hatta insan güçleri, yani insanoğlu bile gitmiş, tamamen yok olmuşken Dünya üstünde bundan sonra nasıl hayatta kalacaklardı?
Korkmuş, bitkin ve aç Nefilim grupları en sonunda “Kurtuluş Dağı”nın zirvelerine indiklerinde, insanoğlunun ve hayvanların tamamen yok olmadıklarını gördüklerinde açıkça rahatlamışlardı. Hedeflerinin kısmen bozulduğunu keşfettiğinde ilk başta öfkelenen Enlil bile kısa sürede fikrini değiştirmişti.
İlâhın kararı, son derece pratik idi. Kendi zorlu şartlarıyla yüzleşen Nefilimler, insan hakkındaki çekincelerini bir kenara bırakıp kolları sıvadılar ve insanoğluna tahıl ve hayvan yetiştirme bilgisini vermek için hiç zaman kaybetmediler. Hayatta kalmak, şüphesiz, Nefilimleri ve hızla çoğalan insanoğlunu yaşatmak için tarımın ve hayvanları evcilleştirmenin hızına dayanıyor olduğundan, Nefilimler ileri bilimsel bilgilerini, önlerindeki göreve uyguladılar.
Bilginin İncil ve Sümer metinlerinden de bulunabileceğinin farkında olmayan ve tarımın kökenini araştıran birçok bilim adamı; tarımın insanoğlu tarafından “keşfinin”, son buzul çağını izleyen neotermal (“yeni yeni ısınan”) iklimle ilişkili olarak 13.000 yıl kadar önce olduğu sonucuna varmışlardır. Hâlbuki İncil, modern bilginlerden çok önce, tarımın başlangıcını Tufan’dan hemen sonraya bağlamaktadır.
Tekvin’de “ekme ve biçme”, İlâh ve insanoğlu arasında Tufandan sonra varılan ahitin bir parçası olarak Nuh’a ve evlatlarına bahşedilen ilâhî armağanlar olarak tarif edilir:
Yerin bütün günleri devamınca,
ekme ve biçme,
soğuk ve sıcak,
yaz ve kış,
gündüz ve gece kesilmeyecektir.
Ziraat bilgisiyle donatılan “Nuh çiftçi olmaya başladı ve bir bağ dikti”: Amaçlı, karmaşık dikim yapma görevine girişen ilk Tufan-sonrası çiftçi olmuştu.
Sümer metinleri, tanrıların insanoğluna hem ziraatı hem de hayvanları evcilleştirmeyi bahşettiklerini bildirirler.
Ziraatın başlangıcının izini süren modern bilginler onun ilk kez Yakın Doğu’da görüldüğünü buldular ama verimli ve kolayca ekilebilen düzlükler ve vadilerde başlamamıştı. Ziraat, alçak ovaları bir yarım daire gibi çevreleyen dağlarda başlamıştı. Çiftçiler niçin düzlüklerden kaçınıp, ekmeyi ve biçmeyi daha zor olan dağlık araziyle sınırlamış olsunlardı ki?
Tek mantıklı cevap; ziraat başladığı sıralarda alçak düzlüklerin yaşanamaz olmasıydı; 13.000 yıl kadar önce alçak düzlükler Tufanın ardından henüz kurumamıştı. Ovaların ve vadilerin insanların Mezopotamya’yı çevreleyen dağlardan inip, alçak düzlüklerde yerleşmeye başlayacak kadar kurumasından önce bin yıl geçti. Bu, aslında Tekvin Kitabı’nın bizlere söylediği şeydir: Tufandan birkaç nesil sonra, “Doğu’dan”, yani Mezopotamya’nın doğusundaki dağlık bölgelerden gelen insanlar “Şinar (Sümer) diyarında bir ova buldular ve orada yerleştiler.”
Sümer metinleri Enlil’in, tahılları ilk olarak “tepelik ülkede”, yani düzlüklerde değil, dağlarda yaygınlaştırdığını ve sel sularını uzakta tutarak ekim işini mümkün kıldığını bildirirler. “Dağları bir kapıyla kapattı.” Sümer’in doğusundaki bu dağlık diyarın adı “yeşilliğin filizlendiği ev” anlamındaki E.LAM’dır. Daha sonra Enlil’in yardımcılarından ikisi, tanrı Ninazu ve Ninmada tahıl ekimini aşağıdaki düzlüklere genişlettiler, böylece en sonunda “Sümer, tahıl bilmeyen diyar, tahılı bilmeye başladı.”
Ziraatın, buğday ve arpanın bir kaynağı olarak yabanî ve düşük kaliteli bir buğdayın ehlileştirilmesiyle başladığını artık kesinleştirmiş olan bilginler, (Şanidar mağarasında bulunanlar gibi) bu en eski tahılların, nasıl olup da çoktan tek tip ve son derece özelleşmiş olduklarını açıklayamıyorlar. Çok basit bir özelleşme sağlamak için bile doğa tarafından binlerce nesillik genetik seleksiyon gerekmektedir. Ancak Dünya’da böylesi aşamalı ve çok uzun bir sürecin yer almış olabileceği bir dönem, zaman veya yer bulunmamaktadır. Bu botanogenetik mucize için hiçbir açıklama yoktur; tabi bu süreç doğal seleksiyon ile değil de yapay manipülasyon yoluyla olmadıysa.
Sert kabuklu bir buğday türü, çok daha büyük bir gizem içermektedir. Bu buğday türü, ne bir genetik kaynaktan gelişmiş ne de bir kaynağın mutasyonu sonucu oluşmuş olan “botanik genlerin sıra dışı bir karışımı”nın ürünüdür. Kesinlikle, birkaç bitkinin genlerinin karıştırılmasının sonucudur, insanoğlunun birkaç bin yıl içinde hayvanları evcilleştirme yoluyla değiştirmiş olmaları düşüncesi de sorgulanmalıdır.
Modern bilginlerin bu bulmacalara ya da kadim Yakın Doğu’daki dağlık yarım ay şeklindeki bölgenin niçin yeni tahıllar, bitkiler, ağaçlar, meyveler, sebzeler ve evcilleşmiş hayvanlar için sürekli bir kaynak hâline geldiği sorusuna verecekleri hiçbir cevapları yoktur.
Sümerliler cevabı biliyorlardı. Tohumlar, dediler, Anu tarafından Göksel Mekânından Dünya’ya yollanmış bir armağandır. Buğday, arpa ve keten keneviri On ikinci Gezegenden Dünya’ya indirilmişti. Ziraat ve hayvanları evcilleştirme, sırasıyla Enlil ve Enki tarafından verilmiş armağanlardı.
İnsanoğlunun Tufan-sonrası uygarlığındaki üç önemli dönemin ardında, sadece Nefilimlerin varlığı değil, On İkinci Gezegenin dönemsel olarak Dünya’nın yakınına gelmesi de yatmakta gibidir: M.Ö. 11. 000’de ziraat; M.Ö. 7.500’lerde Neolitik kültür ve M.Ö. 3.800’deki anî uygarlık 3.600 yıllık aralıklarla meydana gelmiştir.
Ölçülü dozlarla insanoğluna bilgi veren Nefilimler, anlaşılan, bunu On İkinci Gezegenin Dünya yakınlarına periyodik dönüşlerine denk aralıklarla yapmaktaydılar. Sanki bir başka “haydi ileri” emri verilmeden önce, ancak Dünya ve On İkinci Gezegen arasındaki kalkış ve inişlere izin veren bu dönem sırasında mümkün olabilen saha teftişlerinin, yüz yüze konsültasyonların “tanrılar” arasında yer alması gerekmekteydi.
“Etana Destanı” ayrıntılara bir göz atmamızı sağlıyor. Tufanın ardından gelen günlerde şöyle der:
Kaderleri belirleyen Büyük Anunnakiler
diyarla ilgili fikir alışverişinde bulunmaya oturdular.
Dört bölgeyi yaratmış olanlar,
yerleşimleri kurmuş, diyarı yönetmiş olanlar,
İnsanoğlu için fazla uluydu.
Bizlere, Nefilimlerin kendileri ve insan kitleleri arasında bir aracıya ihtiyaçları olduğu kararına vardıkları söylenir. Onlar, tanrılar olmaya karar verdiler; Akkadca “ulu olanlar” anlamında elu. Rabler olarak kendileri ve insanoğlu arasında bir köprü olması için, Dünya üstünde “Krallık” başlattılar: İnsanoğlunun tanrılara hizmet etmesini temin edecek ve tanrıların öğretileri ile verdikleri bilgileri insanlara ulaştıracak bir insan hükümdar atadılar.
Konuyla ilgili bir metin, taç veya başlık bir insanın başına yerleştirilmeden veya asa eline verilmeden önceki durumu tarif eder; tüm bu Krallık sembolleri ve dürüstlük ve adaletin sembolü olan çoban asası “Göklerde Anu’nun önünde durmaktaydı.” Ancak tanrılar karara varınca, “Krallık Göklerden indirildi”.

Hem Sümerce hem de Akkadca metinler, Nefilimin topraklar üstünde “efendi” oluşlarını sürdürdüklerini ve insanoğlunun ilk olarak tufan öncesi şehirleri, eskiden tam oldukları ve ilk plânladıkları biçimde tekrar inşa etmek olduğunu bildirdiler: “Tüm şehirlerin tuğlaları belirlenen yerlerine serilsin, tüm (tuğlalar) kutsal yerlerde dursun.” Demek ki, yeniden inşa edilen ilk şehir Eridu idi. Nefilimler daha sonra insanlara ilk kraliyet şehrini planlamaları ve inşa etmeleri için yardım ettiler ve onu kutsadılar. “Şehir, insanoğlunun dinleneceği yuva, yer olsun. Kral bir Çoban olsun.”
Sümer metinleri, insanoğlunun ilk kraliyet şehrinin Kiş olduğunu söyler. “Krallık Göklerden tekrar indirildiğinde, Krallık Kiş’te idi.” Ne yazık ki Sümer kral listeleri, tam da ilk birkaç insan kralın adının olduğu yerde tahrip olmuştur. Ancak ilk kralın, kraliyet mekânları Kiş’ten Uruk’a, Ur’a, Avvan’a, Hamazi’ye, Aksak’a, Akkad’a, daha sonraları Aşur ve Babil’e ve daha yeni başkentlere kayan uzun bir hanedanlığı başlattığını biliyoruz.
İncil’deki “Milletler Tablosu” aynı şekilde Nimrud’u, yani Uruk, Akkad, Babil ve Asur krallıklarının atasını Kiş’e dayandırır. İnsanoğlunun yayılışını, ülkelerini ve Krallıklarını; insanoğlunun Tufan’ı izleyen üç dal hâlinde bölünüp büyümesi olarak kayıtlara geçirmiştir. Nuh’tan gelen ve onun üç oğlu ardınca adlandırılan bu halklar ve ülkeleri; Mezopotamya ve Yakın Doğu topraklarında yaşayan Sam; Afrika ve Arabistan’ın bazı kısımlarında yerleşen Ham ve Anadolu, İran, Hindistan ve Avrupa’daki Hint-Avrupalılar olan Yafet halklarıdır.
Bu üç geniş gruplama, şüphesiz büyük Anunnakiler tarafından yerleşimi tartışılan üç “bölge”dir. Bu üçünden her birine, önde gelen ilâhlardan biri atanmıştı. Bunlardan biri tabi ki Sami halkının bölgesi, insanoğlunun ilk büyük uygarlığının yükseldiği Sümer’in ta kendisi idi.

Diğer ikisi de gelişen uygarlıklara mekân olmuşlardı. M.Ö. 3.200’lerde, yani Sümer uygarlığından yarım bin yıl sonra, Krallık ve uygarlık Nil vadisinde ilk ortaya çıkışını yaptı, zamanla Mısır’daki büyük uygarlığa dönüştü. Elli yıl öncesine kadar ilk büyük Hint-Avrupa uygarlığı hakkında hiçbir şey bilinmiyordu. Ama artık büyük şehirleri, gelişmiş bir ziraati, büyüyen bir ticareti kapsayan ileri bir uygarlığın kadim zamanlarda İndüs vadisinde mevcut olduğu yolunda hiçbir şüphe kalmamıştır. Bilginler bu uygarlığın, Sümer uygarlığı başladıktan bin yıl kadar sonra ortaya çıktığına inanıyorlar. (Şekil 161)
Arkeolojik bulgular kadar kadim metinler de bu iki nehir uygarlığı ve daha eski olan Sümer uygarlığı arasındaki yakın kültürel ve ekonomik bağlantıları kesinleştirmekteler. Dahası, hem doğrudan hem de dolaylı kanıtlar; bilginlerin çoğunu Nil ve İndüs uygarlıklarının sadece bağlantılı olmayıp, aslında Mezopotamya’daki daha eski uygarlığın ürünleri olduğuna ikna etmiştir.

Mısır’ın en etkileyici anıtları olan piramitlerin, bir taş “deri” altında Mezopotamya ziguratlarının taklitleri olduğu bulunmuştur ve bu büyük piramitlerin plânlarını çizen ve inşasını kontrol eden dâhi mimarın, bir tanrı olarak yüceleştirilen bir Sümerli olmasına inanmak için sebeplerimiz vardır. (Şekil 162)
Kendi diyarlarına verdikleri kadim Mısırca ad “Kaldırılmış Diyar” idi ve tarih öncesi anılarına göre “çok eski zamanlarda ortaya çıkan çok büyük bir tanrı” ülkelerini su ve çamur altında gömülü bulmuştu. Büyük bir ıslah çalışmasına girişti ve kelimenin tam anlamıyla Mısır’ı suların altından kaldırdı. “Efsane”, Tufan sonrasında alçak arazideki Nil Nehri vadisinin hâlini tarif etmektedir; bu eski tanrının, Nefilimlerin baş mühendisi Enki’den başkası olmadığı gösterilebilir.

İndus vadisindeki uygarlıkla ilgili henüz pek az şey bilinmesine rağmen, onların da on iki sayısını en üstün ilâhî sayı olarak yücelttiklerini; tanrılarını boynuzlu başlıklar takan insan benzeri varlıklar olarak resmettiklerini ve On ikinci Gezegenin sembolü olan artı işaretine saygı gösterdiklerini biliyoruz. (Şekil 163, 164)

Eğer bu iki uygarlık Sümer kaynaklı ise, yazılı dilleri neden farklıdır? Bilimsel cevap, bu dillerin farklı olmadığıdır. Bu durum, 1852 gibi erken bir tarihte, vaiz Charles Foster [The One Primeval Language (Tek İlksel Lisan)] o sırada deşifre edilmiş bütün kadim dillerin, ilk Çince ve diğer Uzak Doğu dilleri de dâhil olmak üzere, tek bir ilksel kaynaktan çıktığını gösterebilmiştir; bu kaynak daha sonra Sümerce olarak gösterildi.
Benzer piktograflar, pekâlâ mantıklı bir rastlantı olabilecek benzer anlamlara sahip olmakla kalmıyor, aynı çoğul anlamlara ve hatta aynı fonetik seslere de sahip bulunuyorlardı; bu da ortak bir kökeni önermektedir. Daha yakın tarihlerde, bilginler en eski Mısır yazılarının, önsel yazılı bir gelişmeyi işaret eden bir dil kullandığını göstermişlerdir; yazılı bir dilin önsel bir gelişme edineceği tek yer Sümer idi.
Demek ki, bir nedenle üç farklı dil hâlinde farklılaşmış tek bir yazılı dil var elimizde: Mezopotamya’ca, Mısır/Hamice ve Hint-Avrupalı. Bu gibi bir farklılaşma zaman içinde uzaklık ve coğrafya tarafından ayrılma yüzünden kendi başına da meydana gelmiş olabilirdi. Ancak Sümer metinleri bunun, tanrıların bir kez daha Enlil tarafından başlatılan kasıtlı bir kararı sonucu olduğunu iddia ederler. Sümer hikâyeleri, İncil’deki çok iyi bilinen Babil Kulesi hikâyesine paraleldir “Ve bütün Dünya’nın dili bir ve sözü birdi.” Ama insanlar Sümer’e yerleştikten sonra, tuğla yapma sanatını öğrendiler, şehirler inşa ettiler ve yüksek kuleler (ziguratlar) diktiler ve kendilerine bir şem ve onu fırlatacak bir kule yapmayı plânladılar. Dolayısıyla, “Rab Dünya’nın dilini karıştırdı.”
Mısır’ın çamurlu suların altından kasıtlı olarak yükseltilmesi, dilsel kanıtlar, Sümer ve İncil metinleri; bu iki uydu uygarlığın şans eseri gelişmediği yolundaki çıkarımımızı desteklemektedir. Aksine, bunlar Nefilimlerin kasıtlı kararlarıyla plânlanmış ve ortaya çıkarılmışlardır.
Anlaşılan kültür ve amaçta birleşmiş bir insan ırkından korkan Nefilimler, imparatorluk politikasını uyguladılar: “Böl ve yönet.” Çünkü insanoğlu havacılıkla ilgili gayretler de içeren (“şimdi yapmaya niyet ettiklerinden hiçbir şey onlardan men edilmeyecektir”) kültürel düzeylere erişirken, Nefilimler gittikçe küçülen bir topluluktu. M.Ö. üç bin yıllarında, ilâhî ebeveyni olan insanlardan haberi bile olmayan çocuklar ve torunlar, büyük eski tanrıları köşeye sıkıştırmıştı.

Enlil ve Enki arasındaki acı rekabet, ilk oğulları tarafından miras alındı ve üstünlük için şiddetli çarpışmalar devam etti. Enlil’in oğulları bile, daha önceki bölümlerde gördüğümüz gibi, kendi aralarında savaştılar, tıpkı Enki’nin oğulları gibi. Yazılı insanlık tarihinde olduğu gibi, çocukları arasında barışı sağlamak isteyen derebeyleri, vârisleri arasında araziyi paylaştırdı. En azından bildiğimiz bir keresinde, bir oğul (İşkur/Adad), Dağlık Diyarda yerel ilâh olması için Enlil tarafından bilerek uzaklaştırıldı.
Zaman geçtikçe, tanrılar her biri üstünde hükümranlıkları olan bölge, sanayi veya mesleği kıskançlıkla koruyan derebeyleri hâline geldiler. İnsan krallar; tanrılar ve büyüyen, yayılan insanlık arasındaki aracılar idi. Kadim kralların “tanrımın emri üzerine” savaşa gittikleri, yeni toprakları ele geçirdikleri ve uzak halkları dize getirdikleri iddialarını hafife almamak gerekiyor. Metin üstüne metin gösteriyor ki durum kelimesi kelimesine böyleydi. Tanrılar dış ilişkiler kurma gücünü ellerinde tutmuşlardı ve bu ilişkiler diğer bölgelerdeki diğer tanrılar anlamına gelmekteydi. Buna göre, savaş veya barış konusunda son söz onlarındı.
İnsanların, devletlerin, şehirlerin ve köylerin bollaşmasıyla, insanlara bağlı oldukları derebeyinin veya “ulu olan”ın kim olduğunu hatırlatacak yollar bulmak şart olmuştu. Eski Ahit insanları tanrılarına bağlı tutma ve “başka tanrıların ardından fahişelik etmemeleri” sorununu tekrarlar. Çözüm, birçok ibadet yeri kurmak ve her biri için “doğru” tanrının suretini veya sembollerini dikmekti.
Putperestlik çağı başlamıştı.
Sümer metinlerinin bize verdiği bilgiye göre Tufanın ardından Nefilimler, tanrıların ve insanoğlunun Dünya üstündeki geleceği hakkında uzun toplantılar yapmışlardı. Bu tartışmaların bir sonucu olarak, “dört bölge yarattılar”. Üçünde, yani Mezopotamya, Nil vadisi ve İndüs vadisinde insanlar oturmaktaydı.
Dördüncü bölge ise “kutsal” idi; orijinal anlamı harfiyen “yasak, adanmış” olan bir terim. Sadece tanrılara adanmış olan burası “saf diyar” idi; sadece izin ile yaklaşılabilen, izinsiz girmenin sonucunun hiddetli muhafızlar tarafından tutulan “ürkütücü silâhlar”la hızla öldürülmek olduğu bir yer. Bu diyar veya bölge TİL.MUN (harfiyen “füzelerin yeri”) olarak adlandırıldı. Burası, Sippar’dakinin tufan tarafından yıkılmasının ardından Nefilimlerin uzay üslerini yeniden kurdukları yerdi.
Bir kez daha bölge, Utu/Şamaş’ın, yani ateşli roketlerden sorumlu tanrının komutasına verildi. Gılgamış gibi kadim kahramanlar bu Yaşam Diyarına ulaşmaya, bir şem veya bir Kartal ile Tanrıların Göksel mekânına taşınmaya can attılar. Gılgamış’ın Şamaş’a yalvarmasını hatırlayalım:
Diyara girmeme izin ver, Şemimi dikmeme izin ver…
Beni doğuran tanrıça anamın hayatı üstüne,
saf sadık kral olan babam
-adımımı Diyar’a yönelt!
Kadim masallar, hatta yazılı tarih, insanların “diyara ulaşmak”, “Hayat Ağacı”nı bulmak, Gök ve Yer Tanrıları arasında ebedî saadeti bulmak için dur durak bilmeyen gayretlerini anlatırlar. Bu özlem, kökleri Sümer’in derinliklerinde olan tüm dinlerde mevcuttur; yani Dünya üstünde adil ve dürüst olmayı, bir Göksel İlâhî mekândaki bir “ölümden sonra hayatın” izleyeceği ümidi.
Ama ilâhî bağlantının kurulacağı bu ele geçmez diyar neredeydi?
Bu soru cevaplandırılabilir. İpuçları oradadır. Ama ötesinde başka sorular büyümeye başlar. Nefilimlerle o zamandan beri karşılaşan olmuş muydu? Onlarla tekrar karşılaşıldığında neler olacaktır?
Ve eğer Nefilimler, Dünya üstünde “insanı” yaratan “tanrılar” idiyseler, On ikinci Gezegen üstünde Nefilimleri yaratan sadece evrim miydi?

Önsöz
Zecharia Sitchin
Tekvin
Eski Ahit, çocukluğumdan bu yana yaşamımı doldurmuştur. Bu kitabın tohumlan, yaklaşık elli yıl önce atıldığında, o sıralarda sürmekte olan, Evrim teorisi ile İncil arasındaki zıtlıklarla ilgili tartışmalardan tamamen habersizdim. Ama Tekvin’i orijinal İbranicesinden inceleyen genç bir okul öğrencisi olarak, kendi başıma bir karşı koyma yaratmıştım. Bir gün, Tanrının Büyük Tufan ile insanları yok etme kararı aldığında, insan kızları ile evlenmiş bulunan “tanrı oğullarının” Dünya üzerinde olduğu 4. Bölümü okuyorduk, İbranice orijinal onları Nefilimler diye adlandırmaktaydı; öğretmenimiz bunun “devler” anlamına geldiğini açıkladı ama ben itiraz ettim; aslında bu kelime tam anlamıyla “Aşağıya Gönderilmiş Olanlar”, Dünya’ya inmiş olanlar anlamına gelmiyor muydu? Cezalandırıldım ve geleneksel yorumu kabul etmem söylendi.
Bundan sonraki yıllarda ben, kadim Yakın Doğu’nun dillerini, tarihini ve arkeolojisini öğrendikçe, Nefılimler bir takıntı hâline geldi. Arkeolojik bulgular ve Sümer, Babil, Asur, Hitit, Kenan ve diğer kadim metinler ve efsanelerinin deşifre edilmesi; İncil’deki antik zamanların krallıklarına, şehirlerine, hükümdarlarına, yerlerine, tapınaklarına, ticaret yollarına, eşyalarına, araçlarına ve geleneklerine yapılan göndermelerin doğruluğunu gittikçe artan biçimde doğrulamaktadır. Dolayısıyla, artık Nefılimleri göklerden Dünya’ya gelen ziyaretçiler olarak gören aynı kadim kayıtların sözlerini kabul etme zamanı gelmedi mi?
Eski Ahit tekrar tekrar belirtir: “Yahveh’nin tahtı göklerdedir”, “Rab, Dünya’ya göklerden bakar”. Yeni Ahit “göklerde olan Babamız”dan söz eder. Ama İncil’in güvenilirliği, Evrim anlayışının ortaya çıkışı ve genel olarak kabul görüşüyle sarsılmıştı. Eğer insan evrimleşmişse, o zaman şüphesiz, düşünüp taşındıktan sonra “Adamı kendi suretimizde, benzeyişimizde yapalım” diye öneride bulunan bir İlâh tarafından bir kerede yaratılmış olamazdı. Tüm kadim halklar göklerden Dünya’ya inen ve istediklerinde göklere yükselebilen tanrılara inanmaktaydı. Ama bu hikâyelere hiçbir zaman inanılmadı, daha en başından itibaren bilginler tarafından mit olarak etiketlendiler.
Kadim Yakın Doğu’nun astronomik metinler bolluğu da içeren yazıları, bu astronotların veya “tanrıların” gelmiş olduğu bir gezegenden açıkça söz etmektedirler. Ancak yüz elli yıl önce bilginler gök cisimlerinin kadim listelerini deşifre ve tercüme ederken, astronomlarımız henüz Plüton’un (ancak 1930’da saptanabilmiştir) bile farkında değillerdi. Güneş sistemimizin bir üyesi daha olduğunu gösteren kanıtları nasıl kabul edebilirlerdi? Ama artık biz de, tıpkı eskiler gibi, Satürn’ün ötesindeki gezegenlerin farkındayız; öyleyse On ikinci Gezegen’in varlığına dair kadim kanıtları niye kabul etmeyelim?
Bizler uzaya açılırken, kadim yazıtlara taze bir bakış ve onları kabulleniş için zaman bundan daha uygun olamaz. Artık astronotlar Ay’a da indikleri ve insansız uzay araçları diğer gezegenleri keşfe koyulduğundan dolayı, bizimkinden çok daha ileri bir başka gezegendeki bir uygarlığın kendi astronotlarını geçmişte bir zamanlar Dünya gezegenine indirmiş olabileceğine inanmak, hiç de imkânsız değildir.
Gerçekten de çok sayıda popüler yazar, piramitler veya dev taş heykeller gibi kadim yapıtların, bir başka gezegenden gelen daha ileri ziyaretçiler tarafından yapılmış olduğunu öne sürmekteler -zira ilkel insan, gerekli teknolojiye kendi başına sahip olamazdı değil mi? Ya da başka bir örnek: Yaklaşık 6000 yıl önce hiçbir öncesi olmaksızın Sümer uygarlığı anîden nasıl ortaya çıkıvermiştir? Ama bu yazarlar genellikle bu kadim astronotların ne zaman, nasıl ve hepsinden de önemlisi nereden geldiklerini ortaya koymakta başarısız olmaları sebebiyle, akılları karıştıran soruları cevapsız spekülasyonlar olarak kalmaktadır.
Kadim kaynaklara geri dönerek onları kelimesi kelimesine kabul etmek ve zihnimde tarih öncesi olayların sürekli ve mantıklı bir senaryosunu oluşturmak, otuz yıllık araştırmaya mal oldu. Dolayısıyla On İkinci Gezegen, okuyucuya Ne Zaman, Niçin ve Nereden gibi belirli sorulara cevaplar veren bir anlatım sağlamayı hedeflemektedir. Gösterdiğim kanıtlar, esas olarak kadim metinler ve resimlerin kendileridir.
On İkinci Gezegen’de, güneş sisteminin nasıl yaratılmış olabileceğini, istilâcı bir gezegenin güneş yörüngesine takıldığını, Dünya’nın ve güneş sisteminin diğer kısımlarının nasıl ortaya çıktığını, belki de modern bilimsel teoriler kadar iyi açıklayan gelişmiş bir kozmogoniyi deşifre etmeyi de amaçladım. Sunduğum kanıtlar On İkinci Gezegenden Dünya’ya yapılan uzay uçuşları ile ilgili göksel haritaları içermektedir. Daha sonra, ardından, Nefilimler tarafından Dünya üzerinde ilk yerleşimlerin dramatik biçimde kuruluşu gelir; liderleri, ilişkileri, aşkları, kıskançlıkları, başarıları ve uğraşları tarif edilecek; “ölümsüzlüklerinin” doğası açıklanacaktır.
Hepsinden de önemlisi, On İkinci Gezegen, insanın yaratılmasına yol açan önemli olayları sıralayacak ve bunun başarılmasına yarayan gelişmiş metotları anlatacaktır.
Daha sonra insan ve onun ilâhları arasındaki karmaşık ilişkiyi ortaya atacak ve Cennet Bahçesi, Babil Kulesi ve büyük Tufan gibi olayların anlamına yeni bir ışık tutacaktır. En sonunda, yapıcıları tarafından biyolojik ve maddî olarak donatılan insan, tanrılarını Dünya’dan kaçıracak kadar çoğalacaktır. Bu kitap, güneş sistemimizde yalnız olmadığımızı önermektedir ve evrensel bir Tanrıya imanı azaltmaktan ziyade çok daha fazla artırmaktadır. Zira eğer Dünya üzerindeki insanı Nefilimler yarattı ise, onlar sadece çok daha engin bir Ana Plâna uygun iş görmekteydiler demektir.
Zecharia Sitchin
New York, Şubat 1977

sitchin.com x haktan akdoğan
PDF KAYNAK:
- Zecharia Sitchin – Dünya Tarihçesi (1976) 12. Gezegen
- Zecharia Sitchin – Dünya Tarihçesi (1980) Gökyüzüne Merdiven
- Zecharia Sitchin – Dünya Tarihçesi (1985) Tanrıların ve İnsanların Savaşları
- Peygamber Enok’un Kitabı
VİDEO KAYNAK:
- İnsanlığın Saklı Tarihi ve Geleceği: Hamza Yardımcıoğlu, Serhat Ahmet Tan ve Gamze Karlıer
- 6000-Year-Old Tablet Holds The Truth About Humanity: Eric Rankin
- Piramitlerin Yıldızlarla Bağlantısı: Serhat Ahmet Tan & Hamza Yardımcıoğlu
- Yaratılış Hikayesi ve Kayıp Gezegen: Hamza Yardımcıoğlu
- Ayın Karanlık Yüzü: Ertan Özyiğit ile Kayıt Dışı